9.BÖLÜM : KILIÇ ÜÇLÜSÜ.
.png)
"Gökyüzü bir asker için yeterince iyi bir çadırdır."
(Viking Efsaneleri, Jennie Hall)
9.Bölüm : Kılıç Üçlüsü.
Yıllar önce bir rüya görmüştüm. Kalbime doğru savrulan bir kılıç boynumdaki kalp kolyesini buluyordu, kılıç kalbe saplanıyordu ama onu delip geçemiyor, tenime ulaşamıyordu. Yalnızca kolyeyi deliyor ve onu kanatıyordu. Sonra gözlerim her seferinde önce kolyemden akan kan damlalarını izliyor, sonra pencereden gökyüzüne bakıyordu ve istisnasız her seferinde penceremden beni izleyen kuzgunları görüyordum... Sonra kuzgunlar tanıdık geliyordu, anımsamaya çalışıyordum ve fark ediyordum ki kalbime ulaşmayı deneyen kılıcın üzerinde de küçük bir kuzgun işlemesi vardı. Kuzgun siyahtı, karanlıktı. Sanki o bir kapandı ben de av... Bu rüyayı gördüğüm ilk geceden sonra aynı rüyayı birçok kez daha gördüm, kuzgunlu kılıç kalbime saplanmayı defalarca denedi, kalp beni defalarca korudu. Kalp benim için defalarca kanadı ve kuzgunlar hep oradaydı...
Gözlerim Hazar’ın elindeki kılıcı takip ederken elim boynumdaki kolyemdeydi. Kılıcın her savruluşu bana kalbimde bir sızı yaşatıyordu, sanki o kılıç her seferinde beni bulacaktı ve sanki sonunda kolyemi es geçecek, göğsümü bulacak, ve beni kalbimden vuracaktı...
Derin bir nefes aldım ve elimdeki kahveyi bırakıp ayaklandım. Kılıç seslerinin arasında ağır ağır yürüdüm ve yemek masasına doğru ilerledim.
“Majesteleri,” Hazar’ın arkamdan seslendiğini duydum, “Kılıç dersinin ilk kuralı...
“Nedir o?” Ona döndüm ve merakla baktım.
“Derse geç kalmamak.”
Sessizce gülümsedim. O elindeki kılıçla nefes nefese kalmış bana bakarken karşısındaki şövalye, Deha, onun atak yapmasını bekliyordu.
“Buradayım,” dedim, “Seslerden biraz uzaklaşmalıyım... Sıram gelince haber verirsiniz.”
Onlar derslerine dönerken Helga elinde yeni bir fincan kahve ile mutfak kapısında belirdi. Beni yemek masasında görünce önce irkildi sonra gülümsedi.
“Size yeni kahve getiriyordum, Majesteleri.” Başımı salladım.
“Bırakabilirsin.” Helga elindeki beyaz porselen fincanı masaya bırakırken dikkatim karşıdaki büfenin üzerine dizili kitapların en sonundaki siyah kadife kesedeydi.
“Helga,” diye mırıldandım.
“Emredin, Majesteleri.”
“Şu kadife kesede ne var?” Helga başını çevirip büfeye baktı.
“Onun içinde Bay Hera’nın tarot kartları destesi var efendim. Beyefendi tarot okuması yaptırmayı çok severdi...”
“Tarot okuması mı?” diye sordum merakla, “O da ne?”
Helga büfeye doğru ilerleyip kadife keseyi eline aldı ve masaya dönüp önüme bıraktı. Kesenin iplerini çözüp içinden çıkan kart destesini önüme bırakıp bir adım geri çekildi.
“Beyefendi bunların geçmişi, geleceği ve şimdiyi gösterdiğine inanıyordu Majesteleri. Fakat kartları herkes okuyamıyordu...”
Başımı önüme eğip masada duran kartlara baktım. Parmaklarımı uzatıp desteye dokundum, arkası dönük kartlardan birini elime alıp ön yüzünü çevirdim ve karşıma çıkan çizimi inceledim. Tepede kadın yüzüne benzetilmiş bir ay sembolü, aşağıda ise aya doğru uluyan iki hayvan vardı.
“Peki bu ne demek şimdi?” diye sordum elimdeki kartı Helga’ya doğru kaldırarak.
Helga utanarak gülümsedi.
“Ben bunlardan hiç anlamam, Majesteleri...” Sonra durdu ve tereddüt etse de konuşmaya devam etti, “Ama eğer isterseniz size bunlardan anlayan birini getirebilirim. Beyefendi kartlarını hep ona okuturdu.”
“Kimmiş o?” diye sordum.
“Beyefendinin şifacısı...” dedi, “Mutfakta çay içiyor. İsterseniz onu buraya çağırabilirim.”
Kaşlarımı çatıp başımı eğdim, önümde duran kart destesine bir kez daha baktım ve söylenenlere hiçbir anlam veremesem bile merakla doldum. Başımı sallayıp Helga’ya döndüm.
“Pekala,” dedim, “Bekliyorum.”
Hazar ve diğer şövalyelerin kılıç sesleri kulaklarımı doldururken gözlerim önümdeki kartlardaydı. Sol elim kahve fincanımı dudaklarıma götürürken sağ elimle kartları karıştırıyordum. Ben birkaç dakikalığına kartları inceledikten sonra kahvemin bittiği an mutfak kapısında baştan aşağı siyah giyinmiş, kır saçlı, yaşlı bir kadın göründü. Beni önümde eğilerek selamladıktan sonra elindeki şamdanı masaya bıraktı.
“İzninizle, Majesteleri.”
“Buyur şifacı, oturabilirsin.”
Şifacı tam karşımdaki sandalyeye oturdu ve gözlerini elimdeki kartlar dikip derin bir nefes aldı. Kartları ona uzattım ve merakla arkama yaslandım. Önce kartlara hiç dokunmadı, bir süreliğine masadaki duruşlarına baktı, onları izledi. Sonra gözleri boynumdaki kolyeyi buldu, gözlerini kapatıp gülümsedi ve başını tekrar önüne eğdi.
Şifacılar hep böyleydi, pek konuşmaz ama çok hissederlerdi.
Elleri sonunda masadaki kartları buldu, kartları bana bakarak birkaç kez karıştırdı ve aralarından birkaç tanesini seçip masaya dizdi. Ön yüzlerini çevirerek dizdiği kartlara şöylece bir baktı.
“İlk kart Kılıç Üçlüsü.” dedi, “Ortada bir kalp ve kalbe saplanmış üç kılıç.”
Kartı bana çevirdi, gördüğüm resim ve duyduğum cümle beni şaşkın ve tedirgin ederken sükunetimi korumaya çalıştım.
“Ne demek bu?” diye sordum.
“Herkes onu istiyor...” dedi, kartı önüme koydu ve resimdeki kalbi gösterdi, “Kalbi.”
“Peki kılıçlar?” diye sordum.
Derin bir nefes aldım. Masadaki mumun ateşi verdiğim nefesle hareketlendi, ateşin gölgesi masadaki kartları vuruyordu.
“Kılıçlar kalbi bulacak.” dedi şifacı, “Ama hiç kan akmayacak.”
Yutkundum ve elimi boynumdaki kolyeye götürdüm.
“Bu ne demek?” diye sordum. Ürperdiğimi iliklerime kadar hissediyordum.
Şifacı sorumu yanıtlamak yerine parmaklarından birini kalbe saplanan kılıçlardan birine götürdü ve kendi kendine konuşmaya devam etti.
“İlk kılıç düşmanlarınızdır, efendim... Onlar sizi çok yoracak.” dedi, “İkinci kılıç aşktır, efendim... Hayat sizi imkansız bir aşkla sınayacak. Ve üçüncü kılıç... Üçüncü kılıç sizsiniz efendim, günü geldiğinde kim olduğunuzu kabullenmekte zorlanacaksınız ve bu canınızı çok yakacak.”
Şifacı derin bir nefes alıp önümdeki kartı çekip aldı ve açtığı diğer kartlardan birini kaldırdı. Onu dinlerken gözlerimin dolduğunu fark ettim ve gözlerimi kırpıştırarak kendime gelmeye çalıştım.
Bunları dinlemeye devam edeceksem inanmak için değil, yalnızca merakımı gidermek için dinlemeliydim. Şifacı diğer kartı kaldırıp benim önüme koydu.
“Yıkılan Kule.” dedi, “Kartın ismi budur, Majesteleri.”
Yıkılan kule... Bunu duymak bile içimi titretmişti.
“Bir düzen yıkılacak ve her şey yeni baştan başlayacak... Ardından gelen kart sıfır noktasını işaret eder, her şeyin yıkılacağını ve en baştan başlanılacağını gösterir. Ve sonra gelen kart ise Kader Çarkı. Ne yaşanıyorsa yaşanması gerektiğini için yaşanıyor demektir... Ve sonra gelen kart, Ölüm kartı. Bazı ölümler olacak Majesteleri, bu kaçınılmazdır.”
Başımı kaldırıp ona baktım, karşımda oturan yaşlı kadın önüne gelen her kartı ve ona hissettirdiklerini öyle hızla ve kolayca anlatıyordu ki sanki yaşanacağını öngördüğü her şey basit ve sıradandı.
“Ve son kart. Aşıklar kartı...” Şifacı kartı bana uzattı, önüme koydu ve parmağıyla gösterdi.
“Ölüm nasıl ki kehanetse, aşk da öyledir. Kime aşık olacağımız doğduğumuz andan beri bellidir. Ondan kaçamayız, saklanamayız ama onun bizi incitmesine izin vermek zorunda değiliz, Majesteleri.”
“Aşk inciten bir şey midir ki Şifacı?” diye soruverdim bir anda.
Şifacı duraksadı, gözleri hala kartın üzerindeydi, başını hiç kaldırmadan konuşmaya başladı.
“Aşk herkesi incitmez efendim...” Başını kaldırdı, yorgun mavi gözleri gözlerimi buldu ve cümlesini tamamladı, “Ama sizi incitecek.”
O an şifacının gözlerime bakan deniz mavisi gözlerinin dolduğunu fark ettim, sanki dolan gözleri bir anda koyulaştı... Denizin en derin noktalarının diğer yerlerine göre daha koyu olması gibi...
“Beni kimsenin incitmesine izin vermem.” dedim bir anda, duruşumu dikleştirdim ve boğazımı temizleyip kendime gelmeye çalıştım.
Şifacı hüzünle gülümsedi, önümdeki kartı çekti ve destedeki diğer kartların arasına yerleştirdi.
“İzin vermeyin, Majesteleri.” dedi ve kartları kadife keseye yerleştirirken konuşmaya devam etti, “Unutmayın, üçüncü kılıç sizsiniz. Kalbinizi koruyun. Kendinizden bile...”
Şifacı kadife kesesini ve şamdanını alıp masadan kalktığında ben sandalyeme çivilenmiş gibiydim. Gözlerim boş masaya bakıyordu. Kalbimde hissettiğim şey huzursuzluktan başka bir şey değildi. Sanki o üç kılıç çoktan kalbimi bulmuştu.
“Majesteleri,” Hemen yanımda duran Hazar’ın sesiyle kendime geldim, ona döndüğümde ne halde olduğumu bilmiyordum, “İyi misiniz?” diye sordu.
“İyiyim...” diye mırıldandım.
“Yüzünüz bembeyaz olmuş. O kadın size canınızı sıkacak bir şeyler mi söyledi?” Sessiz bir nefes aldım ve başımı salladım.
“Hayır, yalnızca burada oturmaktan sıkıldım. Sizi bekliyorum.” Başımı ona çevirip gülümsemeye çalıştım.
“Öyleyse sizi böyle alabiliriz, ders vaktiniz geldi.” Hazar elindeki iki kılıçtan birini bana doğru uzattı, bugün kılıçlardan yeterince bahsetmemiş miydik?
Şu anki ruh halimle bir kılıca bu kadar yakın olmak, onunla temas etmek ve onu parmaklarımın arasında taşımak ne kadar zor olacaksa da ayağa kalkıp bana uzattığı kılıcı elime aldım. Kılıcın ağırlığı beklediğimden fazla çıkınca kolum bir anda yere doğru ivme kazandı.
“Beklediğimden ağırmış.” dedim ve kolumu aşağı eğip kılıcı yere yasladım.
“Kol kaslarınızı kullanmazsanız ağır gelecektir,” dedi Hazar. Diğer şövalyeler koltuklarda oturmuş bizi izliyorlardı. Biz ise salonun tam ortasına geçmiş, karşılıklı duruyorduk.
“Benim kol kaslarım yok ki.” dedim şaşkınlıkla. Hazar kendini tutamayıp güldü, diğerleri de gülüyordu.
“Hepimizin kol kasları var efendim.”
“Senin kollarına ve benim kollarıma bakınca benim kaslarım varmış gibi durmuyor, Şövalye.”
Hazar’ın gülüşü büyüdü, yalnızca şövalyeler değil, Helga da mutfak kapısından bizi izliyordu. Elimdeki kılıcın ağırlığı şimdiden kolumu zorlarken bu kılıcı kaldırıp savurmalarının onlar için nasıl bu kadar kolay olduğunu sorguluyordum.
“Şimdilik yalnızca kılıcı kavramayı ve kolunuzu onun ağrılığına alıştırmayı denemenizi öneririm Majesteleri.” Başımı salladım.
“Pekala,” dedim.
Başımı eğip sağ elimin parmaklarını kılıcın kabzasına sıkıca doladım fakat ağırlığı benim için çok fazlaydı. O sırada Hazar’ın elinin bana doğru uzandığını gördüm.
“Müsaadenizle...” diye mırıldandı, başımı salladım.
Sol elimin bileğini tuttu ve sol elimi de kılıcın kabzasına doğru götürdü. Nazik olmaya çalışıyordu ama o kocaman ellerle nazik olması imkansızdı. O bir savaşçıydı, nezaketsiz yaşamak için doğmuştu. Onun en basit el hareketi bile benim için fazla güçlü kalıyordu.
“Kabzayı iki elinizle birden kavrayın,” dedi, “Tek elle kaldırmanız imkansız. Şurasını tutun.”
Sonra ellerini benden uzaklaştırdı ve tek elinde taşıdığı kılıcını iki elinin arasına aldı, bana nasıl tutmam gerektiğini göstermek için iki eli arasına aldığı kılıcını karşımda yukarı doğru kaldırdı ve hamle yapacakmış gibi bana doğru tuttu.
“Böyle.” dedi.
Önce kendi ellerimin arasında kılıcı daha sıkı kavramaya çalıştım, sonra Hazar’ın kılıcını nasıl tuttuğunu anlayabilmek ve aynısını yapabilmek için onun ellerini inceledim. Kılıcın kabzasını nerelerden tutuyor, tüm parmaklarını kullanıyor mu, kabzayı ne kadar sıkıyor... Ellerini ve sıkıca tuttuğu kılıcı incelerken gözlerim beklemediğim bir şeye takıldı, kılıcın en altında, kabzanın hemen üzerinde duran bir işlemeye...
“Kuzgun.” dedim bir anda.
Aklım çocukluğumdan beri gördüğüm o rüyanın, rüyamda geçen kuzgun işlemeli kılıcın anılarıyla dolarken gözlerim şaşkınlıkla Hazar’ın kılıcını izliyordu.
Bu, o kılıçtı.
Üzerine kuzgun sembolü işlenmiş, çocukluğumdan beri rüyalarımda gördüğüm o kılıç tam karşımda, şövalyemin ellerinin arasındaydı. Peki tüm bunlar ne anlama geliyordu? Benim rüyalarımı süsleyen o kılıç nasıl olmuştu da dönüp dolaşıp şövalyemin, Hazar’ın ellerini bulmuştu?
Nutkum tutulmuştu, gözlerim Hazar’ın kılıcındaki kuzgun sembolünü izlemeyi bırakamazken aklımda yalnızca sorular vardı. Bu bir kehanet miydi? Altıncı his miydi? Kader miydi? Buna ne denirdi?
Hazar’ın ellerinde tuttuğu bu kılıç beni çocukluk yıllarımdan beri yüzlerce kez rüyalarımda bulmuştu. O kılıç beni koruyan kalbe defalarca saplanmış ama bana asla ulaşamamıştı.
Kuzgun işlemeli bu kılıcı karşımda görmek bana yalnızca kanı ve acıyı hatırlatıyordu. Sanki bu kılıcın var oluş amacı yalnızca kalbime zarar vermekti ve şimdi her nasıl olduysa kalbimi korumakla görevli bu şövalyenin ellerindeydi...
Peki bu ne demekti?
Evren bana ne anlatmak istiyordu?
Kuzgun benim inanışımda haberci demektir, atalarımın efsanelerinde onlardan “ilahi haberciler” diye bahsedilir. Kimi coğrafyalarda çok bilmek yerine “kuzgunun bilgisine sahip olmak” denir, sonsuz bilgiye sahip olduklarına inanılır. Kimi coğrafyalara göre ise kuzgunlar ölümün habercisidir. Peki bu rüyaların, hayatımın her yerinde karşıma çıkan kuzgun sembolünün bana vermek istediği haber neydi?
Kaderimin bana söylemek istediği bir şeyler vardı, biliyordum... İçine doğduğum kehanet beni bir bilinmezliğin içinde, aklımın karmaşası ve kulaklarımın zifir sessizliğinde bırakmayacaktı, buna emindim. Evrenin bana anlatmak istediklerini bir bir dinleyecek, kaderimin beni nereye götüreceğini bir adım önceden görecektim.