10.BÖLÜM : KUZGUNLAR VE DÜĞÜMLER.

Beyza Alkoç
0

10.Bölüm : Kuzgunlar ve Düğümler.

“Kuzgun...” Gözlerim Hazar’ın elindeki kılıcı izlerken dudaklarımın arasından çıkan kelimenin farkında bile değildim. Hazar kılıcını geri çekip yere indirdi ve konuşmaya başladı.

“Kuzgun mu?” diye sordu. Gözlerimi kırpıştırıp kendime geldim. Öylece dalıp gitmiş, kendi kendime konuştuğumu fark bile etmemiştim.

“Kuzgun...” diye mırıldandım bir kez daha. Bu sefer ne söylediğimin bilincindeydim.

“Üzerindeki sembolü mü soruyorsunuz?”

“Evet...” dedim, “Bu sembol ne anlama geliyor?”

Hazar başını eğip elindeki kılıca baktı. Gözleri kuzgun işlemesinin üzerindeydi, görebiliyordum.

“Benim yetiştiğim dönemde bizler eğitim almak için sınıflara ayrılırdık ve her savaşçı sınıfına bir isim verilirdi. Bizim ismimiz de Kuzgunlar’dı. Bu onun sembolü...”

Hazar bana kılıcındaki sembolün anlamını açıklarken yüzü hüzünle gülümsüyordu, sanki bir anda hatıralarını anımsamıştı. Bir kılıçla ilgili hangi güzel hatıralara sahip olabilirdi ki? Neyi hatırlayıp gülümsüyor olabilirdi?

“Öyle mi?” dedim, “Diğerlerinde neden yok?” Başımla diğer şövalyeleri işaret ettim. Koltuklarda oturmuş bizi izlemeye devam ediyorlardı.

“Aynısını biz de soruyoruz, Majesteleri!” diye söze atladı Atlas. Gülüyordu.

“Onlar yeni.” dedi Hazar.

“Artık isim vermiyorlar mı?”

“Hayır Majesteleri, yaşanan olaylardan sonra artık isim vermiyorlar.” Merakla kaşlarımı çattım, bu da ne demekti?

“Yaşanan olaylardan sonra mı?” diye sordum merakla, “Ne yaşandı ki?”

Fazla mı sorguluyordum? Her şeyin kararını veren babamdı, belli ki bir şeyler olmuş ve bu kararı almıştı. Şimdi bana “Babanıza sorun.” dese bu cevabı hak etmiş olmaz mıydım?

“Bir yerden sonra isim kavgaları çıkmaya başladı, Majesteleri...” dedi, “Ve savaşçılar kavga ettikleri zaman... Neler olabileceğini bilirsiniz.”

Başımı kaldırdım, kaşlarımı çatıp ona merakla baktım.

“Ölümler mi?” diye sordum. Başını salladı.

“Ölümler.” dedi.

Derin bir nefes aldım.

“Savaşçıların bir isim için birbirlerini öldürebilecek kadar gaddar olduklarını bilmiyordum.” diye mırıldandım. Gözlerim Hazar’ın gözlerini buldu. O da bu kadar gaddar mıydı? O da bu isim için birilerini öldürmüş müydü?  

“Savaşçılar vicdanlarını susturmak üzere eğitim alırlar, efendim.” dedi, elindeki kılıcı bana göstermek için biraz kaldırdı ve devam etti, “Kılıcı eline aldığın an, kalbin susar.”

Bu yolculuğa çıktığımız ilk andan itibaren fiziksel anlamda fazlası ile zorlanmıştım ama bugün yaşadığım ruhsal zorluğu hiç yaşamamıştım. Tarot kartlarımı okuyan şifacı, birdenbire aklıma düşüveren kuzgunlu kabuslarım ve karşımda duran şövalyenin ellerinde gördüğüm kılıcın üzerindeki kuzgun sembolü... İçim kasvetle dolmuş, etrafımı kasvet dumanları sarmıştı sanki. Kendimi üzerimdeki elbise kadar karanlık hissediyordum. Sanki tüm bu hisler ve bugün duyduğum her şey kötü bir kehanetin alametiydi. Elimdeki kılıcı Hazar’a uzattım.

“Pek iyi hissetmiyorum,” dedim, “Dersi başka zaman yaparız.”

Şövalye ona uzattığım kılıca uzanırken gözlerindeki endişeyi görebiliyordum.

“Neyiniz var?” diye sordu, “Şifacıyı çağırmamı ister misiniz?”

“Hayır.” dedim, “Biraz karnım ağrıyor, odamda dinleneceğim...”

Eğilip elbisemin eteklerini tuttum, hızla yanlarından ayrılıp merdivenlere yöneldim. Arkamdaki sessiz endişeyi hissedebiliyordum. Merdiven basamaklarını bir bir çıktım, ellerim elbisemin eteklerini tutarken hızla atan kalbimin boynumdaki kolyeyi bile hareket ettirdiğini fark ettim. Büyük ihtişamlı kapıyı açtım ve odama girip kapıyı ardımdan kapattım. Kapıyı kapatır kapatmaz hızla yatağıma yürüdüm ve kendimi yumuşak yastık kalabalığının ortasına bıraktım. Saten bordo nevresimlerin ve kuş tüyü olduğuna emin olduğum yastıkların arasında öylece uzandım. Bir yerimin ağrıdığı yoktu, apaçık ve kısaca, kendimi kötü hissediyordum. Bilmeye ihtiyaç duyduğum tek şey ise bu hissiyatın temeliydi. Bana bunu hissettiren altıncı his miydi, yoksa içi boş bir tesadüften fazlası değil miydi?

İçimde hissettiğim sancılı sıkıntı sanki kalbimi ağırlaştırıyordu ama bu tanıdık bir sancıydı. Ruhum ne zaman ağrısa hep aynı şeyi hissediyordum, sanki kalbim birilerinin ellerinde tuttuğu iki parça ipin arasındaydı, ben nefes aldıkça o eller kalbimin etrafına tuttuğu iplerle düğüm atıyor, ruhumu hapsediyordu. Sanki birileri kalbime düğüm atıyor ve ruhum o düğümlerin ardında sıkışıyordu.

“Tamam,” dedim kendi kendime, yatakta doğruldum, “Sakin ol.” Elim kalbimde fısıldıyordum.

O ipler hayatım boyunca hep kalbimin etrafında dolanır, bir açık arardı. Kendimi biraz olsun huzursuz hissettiğim her zayıf anımda ise beni yakalar, kalbimin etrafına düğümlenirdi. Bir gece o düğümlerin boğukluğunu en çok hissettiğim anlardan birinde, kendimi sakinleştirdim ve gözlerimi kapattım. Kalbimi, gözlerimin önüne getirdim. Etrafına dolanan ipleri, atılan düğümleri hayal ettim ve sonra başladım o düğümleri çözmeye...

“Bir düğüm... İki düğüm... Üç düğüm... Dört düğüm...”

O gece bunu sayıklarken uyuyakalmış, ertesi sabah ise kalbimin nefes aldığını hissederek uyanmıştım. Şimdi sıkışan kalbimin benden beklediği buydu, ellerimi ona uzatmam ve düğümlerini bir bir çözmem.

Aşağıdan şövalyelerin kılıç sesleri geliyordu, derslerine devam ediyor olmalılardı. Mutfaktan ise yemek kokuları yükseliyor, merdivenleri bile aşmış, odama kadar gelmişti. Ben ise yatağımın ortasında oturmuş, yastıkların arasında elimi kalbime götürmüş dışarıda yağan karı izliyordum.

Düğümler hala oradaydı, kendi kendilerine çözülecekleri yoktu. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapattım. Kalbimi ve onu saran düğümleri hayal ettim.

“Bir düğüm...” dedim ve hayalimde çözdüm onu, “İki düğüm... Üç düğüm... Dört düğüm... Beş düğüm...”

Düğümleri bir bir çözdü ellerim ama düğümler bitmek bilmiyordu. Ellerim düğüm çözmeye, dudaklarım ise o düğümleri sayıklamaya devam ederken yatağa uzandım.

“Yirmi... Yirmi bir... Yirmi iki...”

Yalnız olmadığımı biliyordum. Yalnız olmadığımı, dünyada yer kaplayan her canlının kalbini saran düğümler olduğunu biliyordum. O düğümlerin tek çözümü ise ellerimizdeydi. Herkes kendi düğümünün çözümünü bilirdi ve herkes günü geldiğinde kalbini saran o düğümleri tek tek kendi elleriyle çözmek zorunda kalırdı.

Seni boğan düğümleri kendi ellerinle çözmek... Ne büyük erdem.

“Elli beş... Elli altı... Elli yedi...”

Seni boğan düğümleri ellerinle her açtığında, gücüne bir ilmek atıyorsun aslında. Kötüyü yıkıyor, iyiyi inşa ediyorsun. Terse yatan saçlarını düzeltiyor, suyu ısıtıyor, yerleri siliyor, evini topluyorsun ve bunların hepsi kafanın içinde, anlıyor musun?

“Doksan sekiz... Doksan dokuz... Yüz...”

Tık. Tık. Tık.

Gözlerim kapının çalma sesi ile açıldığında buraya uzanalı çok zaman geçmemişti, olsa olsa bir saatin yarısı kadardır buradaydım.

“Buyurun...” diye seslendim, yavaşça doğruldum ve arkamdaki yastıklardan birine yaslandım.

Kapı açıldı ve kulaklarımı iki küçük adım sesi doldurdu. Başımı çevirdiğimde gelenin şifacı olduğunu gördüm. Beni öylece bırakmayacaklarını biliyordum. Sıkıntılı bir iç çektim.

“İyi olmadığınızı duydum, Majesteleri.” dedi yaşlı kadın. Sesi, aşağıda dinlediğim tarot okumasını anımsatıyor ve kehanetlerini hatırlamak içimi titretiyordu.

“İyiyim,” dedim, “Biraz karnım ağrıyordu ama geçti.”

Şifacı kapıyı kapattı ve bana yaklaştı.

“İzniniz olursa sizi muayene edeyim, efendim.” dedi.

Yalan söylediğimin anlaşılmasını istemiyordum. Bu toprakların kaderi olarak kendime dikkat etmiyor gibi görünmek istemiyordum, kendime iyi bakmamam bu topraklara da iyi bakmayacağım anlamına geliyordu.

“Tabi.” dedim isteksizce.

“Yanınıza oturabilir miyim?” Başımı salladım.

Yaşlı kadın yanıma iyice yaklaştı ve yatağın kenarına oturdu.

“Uzanabilir misiniz?” diye sordu. Başımı sallayarak kendimi aşağı doğru kaydırdım. Şifacı önce elini uzatıp alnıma dokundu, sonra boğazlarımı ve kulaklarımı inceledi.

“Öksürebilir misiniz efendim?” Kadın kulağını göğsüme yasladığı sırada birkaç kere öksürdüm.

“Derin bir nefes alın.” dedi, kulağı hala göğsüme yaslıydı. Derin bir nefes aldım, bir nefes daha ve bir nefes daha...

Şifacı başını kaldırdı ve biraz aşağı kayıp ellerini elbisemin üzerinden karnıma götürdü. Elleriyle karnımın her yanına bastırdı, bunu yaparken gözleri hep kapalıydı. Sanki elleri karnımda gezinirken kapalı gözlerinin ardında karnımın içinde olup biten her şeyi görebiliyordu. Sonunda gözlerini açtı ve ayağa kalktı.

“Ciddi bir şeyim yok, değil mi?” diye sordum.

“Ağrınız için size bir rezene çayı hazırlatacağım, Majesteleri.” dedi, “Ciddi bir şeyiniz yok. Yalnızca biraz gazınız var. Ağrının sebebi bu olabilir.”  

Ona şaşkınlıkla baktım, kendimi kahkahalarla gülmemek için zor tutuyordum! Karnım ağrımıyordu bile. Gaz da nereden çıkmıştı? Tamam belki biraz şişkinliğim olabilirdi ama bunu öğrenmek için şifacıya ihtiyacım yoktu!

“Merak etmeyin, rezene size iyi gelecek...” Kadın kapıya yönelirken telaşla ona döndüm.

“Şey,” dedim, “Bunu aşağıdakilere söyleme, olur mu?”

Şifacı başını kaldırmadan sessizce güldü.

“Asla, efendim.” Odadan çıkıp kapıyı kapattığı an kendi kendime güldüm.

Bu, hayatımda yaşadığım en saçma anlardan biriydi. Aşağıdakiler ciddi bir şeyim olduğunu düşünerek yanıma şifacıyı yolluyorlardı ve benim “GAZIM” olduğu ortaya çıkıyordu. Umarım şifacı sözünü tutar ve bundan kimseye bahsetmezdi.

Şifacı çıktıktan birkaç dakika sonra yataktan doğrulup pencerenin önüne geçtim. Aklımda onlarca soru vardı. Hava nasıldı, yarın yola çıkabilecek miydik, daha ne kadar burada kalacaktık? Perdeyi aralayıp dışarıdaki duruma baktım, kar yağışı yavaş yavaş azalıyordu, eğer sabaha kadar yağmazsa sabah kahvaltıdan sonra yola çıkabilirdik. Burada kalmayı ne kadar istesem de artık buradan ayrılmak ve iç dünyamdan uzaklaşmak istiyordum.

Acaba sarayın bölgesine de kar yağmış mıydı? Eğer orası da böyleyse savaşın devam etmesi imkansızlaşırdı. Savaş başlamış mıydı, Kral Noyan’ın askerleri saraya ulaşabilmiş miydi, hiçbir şeyden haberdar değildik... Babam ara ara aklıma düşüyordu. Hala yaşıyor olduğuna emindim ama savaş şiddetini arttırdığında hayatta kalabilecek miydi? Babamı kaybetmek bu hayatta yaşayabileceğim en kötü iki şeyden biriydi, diğerini ise doğduğum gün yaşamıştım. En kötüsü ise bir gün babamı kaybettiğimde onun yasını tutmaya bile vaktim olmayacak, kendimi onun tahtında, büyük bir tacın sorumluluğunun altında bulacaktım.

Günlerdir yolda olmak birçok gerçeği görmezden gelmeme, düşüncelerimi susturmama yardımcı olmuştu ama şimdi bu evin dört duvarının arasında zaman geçirdikçe kendime dönüyor, susturduğum her sesi tek tek dinlemek zorunda kalıyordum. Tek dileğim evime dönmekti. Evime ve aileme dönmek, anneme taze çiçekler götürmek istiyordum...