9. Bölüm: Çizgi

Beyza Alkoç

Bölüm Şarkısı : Doğan Duru – Off.

Baran’ın çözmeye çalıştığı ses kaydından çıkan sesin Dünya Can’ın annesi Elmas Teyze’ye ait olması hepimizi sarsarken aklımdan geçen yüzlerce senaryonun her biri hem imkansız hem de olası geliyordu. Bu işin sonunda ortaya çıkacak gerçek hem birilerini şok edecekti hem de birilerini şaşırtmayacaktı.

Perde perde ilerliyordu sanki her şey. Tam nefes alacakken nefes kesici bir ipucu daha geliyordu. Berfu, Aziz Ata ve ben şaşkınlıkla masada kalakaldığımızda Dünya Can telefonuna sarılmıştı.

“Çalıyor.” dedi.

Telefon bir çaldı, iki çaldı, beş çaldı derken açılmadı.

“Açmıyor.” dedi Dünya Can öfkeyle.

“Uyuyordur…” diye mırıldandım, “Saat çok erken Dünya. Gel otur biraz, elbet döner sana…”

“Hayır.” dedi Dünya, “Ben eve gidiyorum. Uyuyorsa da uyansın, açıklasın bana bu ses kaydını.”

Dünya toparlanırken Aziz Ata tereddüt etmeden ayağa kalktı.

“Ben seni götürürüm kardeşim,” dedi, “Yalnız gitme, beraber gidelim.”

“Evet,” dedim, “Beraber gidelim, hep beraber…”

Soran gözlerim Berfu’ya döndüğünde Berfu çoktan ayaklanmıştı. Sormama bile gerek yoktu, tabi ki bizimle geliyordu.

“İçeridekilere şimdilik bir şey söylemeyelim.” dedi Dünya Can, “Ne olduğunu bir anlayalım da…”

Sessizce antreye geçtiğimiz sırada kafamı uzatıp salona doğru seslendim. Annem ve Deha Yener Berfu’nun anne ve babasıyla bir yandan kahvaltı edip bir yandan da sohbet etmeye devam ediyordu.

“Biz biraz dışarı çıkıyoruz.” Diye seslendim.

“Nereye!” Bu endişeli soru Berfu’nun annesi Yeliz Teyze’den gelince Berfu da kafasını uzattı ve yalanıma dahil oldu.

“Sinemaya gidiyoruz anne,” dedi, “Biraz kafa dağıtmak istedik. Biliyorsunuz, üst üste geldi her şey…”

“Aaa tamam tamam,” diye söze atladı annem, “Bırak gitsinler Yeliz, biz de kahve faslına geçer bol bol sohbet ederiz zaten onlar dönene kadar.”

Onlar kendi aralarında konuşmaya devam ederken evden çıktık. Bu sefer Aziz Ata’nın yanına oturan Dünya Can olurken Berfu ve ben ise arkadaydık. Aziz Ata Dünya’nın tarifleriyle yola çıktığında endişem giderek artıyordu. Ne yapacaktık şimdi gidip, Elmas Teyzeye ses kaydının hesabını mı soracaktık?

Fakat sorulması da gerekiyordu. Baran aylardır ortada yoktu ve karşımıza çıkan her şey değerlendirmeye değerdi.

Belli ki hayatlarımız bir süre boyunca böyle olacaktı, durulmayı da bırakın güçlü dalgalardan kaçışımız yoktu artık. Bir dalga bizi içine alacaktı belli ki, bize güzelce yoğuracak belki boğacak ve şansımız varsa en sonunda rahat bırakacaktı… Dalgalarla boğuşmadan özgür kalamayacaktık, rahat bir nefes alamayacak, kıyıya ulaşamayacaktık.

“Burası.” dedi Dünya Can girdiğimiz caddedeki üç katlı beyaz ahşap döşemeli evi göstererek.

Tam beş yıldır bu evde oturuyorlardı. Eski evleri çok 99 depreminde aldığı hasardan yıllar sonra belediyenin talebiyle tadilata girmek zorunda kalınca onu satıp buraya taşınmışlardı.

Dünya Aziz Ata’nın arabası durur durmaz arabadan atlarcasına aşağı indi.

“Dünya bekle bizi!” diye seslensem de durmaya niyeti yoktu.

Biz arabadan inip süratle kapıya doğru koştururken Dünya Can kapıyı yumruklamaya başlamıştı bile.

“Dünya Can sakin ol!” dedi Berfu korkuyla, “Kadın korkacak!”

Ve büyük beyaz kapı sonunda açıldı. Kapı açılır açılmaz bizi bir çift korkmuş göz karşıladı. Elmas Teyze uzun sabahlığına sarılmış, uykudan yeni uyanmış gözleriyle şok içinde bize bakarken korkusunu almak için gülümsemeye çalıştım.

“Günaydın Elmas Teyze.” dedim gayet sıradan bir an yaşıyormuşuz gibi.

“Gü-günaydın… kızım…”

Ve yaklaşık beş dakika sonra ben, Aziz Ata, Berfu, Dünya Can, Elmas Teyze ve Dünya’nın babası Levent Amca büyük salonun koltuklarında oturmuş, Aziz Ata’nın orta sehpanın üzerine bıraktığı telefonundan dönüp duran ses kaydını dinliyorduk.

“Kimse bilmiyor.” diyordu ses kaydı.

“Kimse bilmiyor. Ve kimse öğrenmeyecek.”

Herkes sessizlik içinde soran gözlerle birbirine bakarken ses kaydı baştan sonra tekrar ve tekrar duyulmaya devam etti bir süre…

“Kimse bilmiyor.”

“Kimse bilmiyor. Ve kimse öğrenmeyecek.”

En sonunda Dünya Can’ın öfke ile ayaklanıp ses kaydını durdurmasıyla salonu gergin bir sessizlik kapladı. Dünya Can ses kaydını durdurur durdurmaz annesine döndü ve sordu.

“Kimsenin bilmediği ve öğrenmeyeceği şey ne anne?” dedi öfkeyle, “Açıklamak ister misin?”

Elmas Teyze’nin gözleri kendisine şüphe ile bakan kocasına döndü ve Levent Amca da kendisini tutamayıp sordu.

“Bu ne demek Elmas? Kime niye söyledin bunu?” Sonra bize döndü telaşla, “Bu ses kaydını Baran mı almış, ona mı söylenmiş?”

Aziz Ata uzanıp orta sehpada kalan telefonunu aldı ve açıklamaya çalıştı.

“Bilmiyoruz, tek bildiğimiz Baran’ın kaybolmadan önce taşınabilir bir belleğin içindeki bozuk ses dosyasını düzelttirmeye çalıştığı. O dosya düzeltildiğinde ise Baran çoktan ortadan kaybolmuş, belleğin içinden çıkan ses kaydı da bu…”

“Sadece bu mu?” dedi Levent Amca, “Başka ses kaydı yok mu? Bir tek Elmas’ın kaydı mı var?”

“Sadece bu.” dedi Aziz Ata, “Başka hiçbir şey yok.”

Tüm gözler Elmas Teyze’nin üzerindeydi. Kıpkırmızı olmuş yüzü, ter içinde kalmış teniyle son derece çaresiz görünüyordu.

“Anne bir şey söylesene!” diye bağırdı Dünya Can, “Kimden ne saklıyorsun?”

Elmas Teyze’nin gözleri Dünya Can’a çevrildiğinde çenesi bile titriyordu.

“Ben…” dedi, “Ben… Bilmiyorum oğlum, bu ses nereden çıktı bilmiyorum ki…”

“Anne nasıl bilmiyorsun?” dedi Dünya Can, artık çileden çıkmak üzereydi, “Senin sesin işte! Nereden çıktığını nasıl bilmiyorsun nereden çıkabilir anne ağzından çıkmış işte!”

“Ben…” dedi Elmas Teyze, kalbindeki eli kalbinin üzerinde yumruk oldu adeta, “Ben gerçekten bilmiyorum Dünya…”

Ve bu kelimeler ondan duyduğumuz son kelimeler oldu. Elmas Teyze önce elini kalbine götürdü, kıpkırmızı kalan yüzündeki ifade önce kusacak gibi oldu ve hemen sonra oturduğu berjerin üzerinden yere doğru yüzüstü yığıldı ve orada öylece kaldı.

“ANNE!” Dünya Can’ın haykırışlarının eşliğinde her birimiz yerde, Elmas Teyze’nin başında toplanmışken Aziz Ata soğuk kanlı kalmış, acil servis ile konuşuyordu.

“Bir anda bayıldı,” diyordu Aziz Ata biz Elmas Teyze’ye olabildiğince yardım etmeye çalışırken, “Kalbi?” diye sordu bana dönüp.

“Atıyor.” dedim.

“Atıyormuş,” dedi Aziz Ata telefona doğru, “Ateşi var gibi.”

“Kolonya!” dedim Levent Amca’ya endişeli gözlerle bakarak, “Kolonya var mı?”

“Kırklı yaşlarda,” diye anlatmaya devam ediyordu Aziz Ata, “Ben verdiğiniz numaraya konum attım. Beyaz ahşap bir ev, numarası 26.”

Bileklerine sürülen kolonyalar ve yüzüne çarptırılan soğuk sular bir fayda etmedi… Kalbi atıyordu, nefes alıyordu ama kendine gelmiyordu Elmas Teyze. Dünya Can kenarda korkuyla ağlarken Levent Amca da kitlenip kalmış gibiydi. Belki de Berfu, ben ve Aziz Ata olmasa Elmas Teyze’nin hayatta kalma şansı uçup gitmişti.

Aziz Ata telefonunu kapattıktan sonra yanı başımızda bittikten sonra her şey süratle aktı gitti, içeri giren sağlık görevlileri Elmas Teyze’ye salonun orta yerinde hepimizin gözü önünde anında müdahale ettikten sonra ikinci müdahale için hastane yolculuğuna hazırlık yapmaya başladılar. Biz ise kenarda durmuş onlardan bir kelimelik de olsa bir açıklama bekliyorduk. Ne olmuştu, ne olacaktı, iyi olacak mıydı?

Elmas Teyze’nin halsiz vücudunu sedyeye yerleştirdikleri sırada nihayet sıra bize de geldi ve diğerleri sedyeyi ambulansa taşırken görevlilerden biri bize iki kelimelik bir tamlama ile kısaca bir açıklama yaptı.

“Kalp krizi.” dedi kadın ambulans doktoru, “Kalp krizi geçirmiş.”

Ve böylece karakolda başlayan günümüz hastanede bitti.

Berfu’yu karakoldan aldığımız gibi Elmas Teyze’yi hastanelik etmiştik…

Gecenin tekrarı yaşanıyordu adeta. Sadece karakter sayısı artmış, roller değişmişti. Herkes burada, hastane koridorundaki sandalyelere dizilmiş oturuyordu şimdi de.  Annem, Deha, Yeliz Teyzeler, biz… Levent Amca ve Dünya ise oturmak istemiyordu, acil kapısının önünde ayakta dikilmiş içeriden gelecek bir haberi bekliyorlardı umutla. Fakat bu umutlu bekleyişin ardında bir de soru işaretleri vardı. Ses kaydı hepimizin aklındaydı ve artık annemler de kayıttan haberdardı.

“Kaydı incelemeye gönderdim.” dedi Deha Yener elindeki telefonu göstererek, “Ne çıkar bilmiyorum ama bakacağız. Belki de orijinal bir kayıttan bile bahsetmiyoruz, yapay zekaya söyletilmiş cümleler bile olabilir onlar.”

İçten içe o ses kaydının gerçekliğinden emindim oysa. Baran’ın sahte bir ses kaydının peşine düşmeyecek kadar zeki olduğunu biliyordum ama olayları bir türlü birbirlerine bağlayamıyordum işte.

“Dünya hadi gel, bir hava aldırayım sana.” Aziz Ata’nın her zamanki ağabey tavrıyla ayaklanmasıyla birlikte ben de ayağa kalktım.

“Hadi gel,” dedim, “Çıkalım bir hava alalım, olmaz mı?”

“Siz gidin,” dedi Dünya, “Buradan uzaklaşmak bana iyi gelmeyecek…”

“Siz çıkın bir hava alın,” dedi Berfu, “Bize de kahve alın gelirken. Ben yanındayım.”

Berfu’nun araya girmesiyle Dünya Can ile konuşmak için oturduğum yerden ayaklandım. Burada durup bekleyerek hiçbir şey yapamıyorduk. Yapabileceğimiz tek şey gidip herkese içecek bir şeyler almaktı.

Aziz Ata ile bizimkilerin bulunduğu koridordan ayrılıp büyük ve lüks HERMES Hastanesinin kantinine inen asansöre doğru ilerledik. Boş gelen ilk asansöre bindik ve aynı anda aynaya döndük. Bunu aynı anda yapıp aynadaki yansımalarımız üzerinden göz göze gelmemizle gayri ihtiyari güldük.

“Sen ve ağabeyin…” dedim, “Dünden beri neye bulaştık diyor musunuz acaba?”

Aziz Ata sessizce güldü.

“Kaos sevmeseydik birimiz avukat birimiz de polis olmayı seçmezdik sanırım.” Sonra bana dönüp etkileyici bir bakışla kaşlarını kaldırdı, “Bu bizim yaşam tarzımız. Karmaşa severiz.” dedi.

“Doğru,” dedim, “Karmaşa seversiniz siz.”

O sırada asansörden inmiş kantine doğru ilerlerken sohbet etmeye devam ediyorduk.

“Bu da mı bir laf sokma?” dedi Aziz Ata, “Nasılsın desen ima arıyorum altında?”

“Aramalısın.” dedim ve sonra onu tanıdığımdan beri aklımda olan bir soruyu sordu, “Yoksa bu yüzden mi bu kadar çalışıyorsun?”

“Bu kadar çalışıyorsun derken?” diye sordu Aziz Ata anlamayarak, “Derslere mi?”

“Ülkenin en nitelikli üniversitelerinden birinde hukuk okuyorsun Aziz Ata. Sınav zamanına denk geldim, gözlerin uyumak için yalvarıyordu ama sen şikayetçi değildin. Seve seve çalışıyordun. Okul dışında dinlenmek yerine Musa Hoca’nın yanında vakit geçirip çözülememiş kriminal olayları çözmeye uğraşıyorsun filan. Başarılı olmaya dair duyduğun tutku kaosa olan sevginden mi geliyor?”

Aziz Ata bir süre sessiz kaldı. Sanki öyle bir noktaya dokundum ki bir çizgiye sürükledim onu. Konuşup konuşmamakta kararsız kaldı, ayağını kaldırıp çizginin ötesine geçip geçmemek konusunda ikilemdeydi adeta.

“Hırs,” dedi Aziz Ata, “Hayata bir öfkem var elbette, o da bir gün hırsa döndü.”

Kaşlarımı çatarak baktım ona.

“Neden? Neden öfkelisin hayata?”

“Doğru ya,” dedi Aziz Ata bir anda duraksayarak, “Sen hikayeyi bilmiyorsun.”

Başımı kaldırdım ve Aziz Ata’nın yüzüne baktım. Kararsız ve hüzünlü yüz ifadesinde o soyut çizginin tam ortasında durduğunu görür gibi oldum. Ayakları çizginin tam üzerindeydi, bense yanında öylece bekliyordum. Anlatırsa o çizgiyi aşacaktık, susarsa bir adım geriye gidecektik. Ta ki bir gün tekrar o çizgiye gelene kadar…

“Hikayeyi?” dedim merakla, “Hangi hikayeyi?”

Ve Aziz Ata, soyut adımlarını o soyut çizginin ötesine doğru attı, çizgiyi geçti ve anlatmaya başladı.

“Biz,” dedi, “Aslında üç kardeştik.”

Hastane kantinin ortasında durdum, tek tük hasta yakınları etrafımızdan geçip giderken ben Aziz Ata’dan duyduğum haberin şaşkınlığıyla yalnızca ona dikkat kesildim. Hastane duvarları yok oldu adeta, insanlar sustu.

“Üç kardeştiniz…” diye mırıldandım soran gözlerle.

“Ben, ağabeyim Deha ve ortanca kardeşimiz Neva… Benim bir de ablam vardı yani, ağabeyimin de bir kız kardeşi.”

Aziz Ata karşımda öyle bir yüz ifadesine büründü ki onu kolundan tutup götürmek istedim bu kalabalığın içinden. Yanakları kızardı, çenesi kasıldı, bakışlarını nereye sabitleyeceğini bilemedi.

“Gel,” dedim elimi koluna götürüp, “Bahçeye çıkalım. Burada bunca insanın içinde…”

Onu kolundan tuttum, hiç diretmedi. Teslim olmuştu adeta. Bir hikayesi vardı ve anlatma vakti gelmişti.

“Burası sessiz.” dedim, “Belki kendini daha iyi hissedersin.”

Kantinin hemen önündeki yeşil alana, hastanenin arka bahçesine çıktık birlikte. İçeriye bakan büyük camın ilerisinde kalın beton korkuluklar vardı. Hastane uzaktan ve tepeden de olsa hem denizi, hem de Belgrad Ormanlarını görüyordu.

Birlikte korkuluklara yaslandık. Ben ona döndüm, o bana. Gözleri bir anlığına denize kaydı önce, sonra bakışlarımda sabitlendi bakışları.

“Anlatmaya devam etmek istemezsen…” diye mırıldandım, “Anlarım seni.”

Aziz Ata ise başını salladı, içine atmak istemiyordu.

“Bundan tam yirmi yıl önce,” diye söze girdi, “Benim doğduğum yıl ağabeyim Deha on beş yaşındaydı, ablam Neva da on dört olacakmış o yıl… Annemin bana olan hamileliğinin son ayında bir gün eve acı bir haber gelmiş. Annemin dışarıya arkadaşlarıyla bisiklet sürmesi için yolladığı ablam Neva bir daha eve dönmemiş.”

Kalbimin yavaşladığını hissettim. Tenime değen rüzgar kaküllerimi uçururken saç tellerimin tenime değişini hissetmek bile huzursuz etti beni. Aziz Ata ise anlatmaya devam ediyordu. Biraz duraksıyor, biraz denize, biraz Belgrad ormanlarına bakıyor, sonra yine devam ediyordu.

“Orada.” dedi başıyla Belgrad ormanlarını işaret ederek, “Neva o gün orada bisiklet sürüyormuş arkadaşlarıyla.”

Başımı çevirdim, Aziz Ata’nın gözlerinin daldığı devasa ormana baktım ve hüzünlü bir nefes aldım. Kaşlarım hüzünle çatılmıştı, Aziz Ata’yı karşımda ilk kez bu kadar güçsüz görüyordum. Elinde olsa birkaç parçaya bölünüp kırılacaktı.

“Sonra nasıl olmuş bilmiyoruz… Arkadaşları ormandayken Neva onlardan ayrılmış, söylenene göre yola çıkmış, bir süre sonra gözden kaybolmuş ve günlerce aranmış. Sizin hikayeye benziyor,” dedi ve devam etti, “Beni bu hikayeye çeken şeylerden biri de bu benzerlikti. Ablam Neva günlerce bulunamamış ve elbette ilk önce o gün onunla birlikte bisiklet süren arkadaşları sorgulanmış, onlardan şüphelenilmiş. Kaybının tam onuncu gününde ise…” Aziz Ata durdu, zar zor bir nefes aldı ve yüzünü eliyle siler gibi yaptı.

“İyi hissetmiyorsan devam etme…” dedim fısıltıyla. Ama bir kez daha reddeder gibi başını salladı.

“Kaybının tam onuncu gününde,” dedi bu sefer daha sesli, daha kararlı ve daha öfkeli bir tonda, “Bedenini ormana yakın bir gölün içinden çıkardılar.”

Bu sefer sarsılan bendim. Elim korkuyla ağzıma gittiğinde duyduğum sona inanamıyordum. Ablasını kaybettiklerini konuşmanın gidişatından anlamıştım elbette ama on dört yaşındaki bir kızın ölü bedenini bir gölün içinden mi çıkarmışlardı?

“Öyle bir kader ki…” dedi Aziz Ata öfke ile burnunu çekerek, “Annem acı haberi alıyor ve doğum sancıları başlıyor. Babam morgda büyük kızının ölü bedenini teşhis ederken annem aynı hastanede doğum yapıyor ve ben dünyaya geliyorum.”

İnanamıyordum duyduklarıma ama söyleyecek hiçbir şey de bulamıyordum. Ne denirdi ki böylesine büyük bir acının karşısında? Ne söylenirdi? Ben donakalsam da Aziz Ata susmak istemiyordu, bir kere başlamıştı ve anlatmadan durmayacaktı.

“Yirmi yıl önce bir 22 Ağustos günü, bin bir tane bilinmezlikle dünyaya gelmişim o gün. Diğer bebekler sevinçle karşılanırken ben bir cenaze evine doğdum Derin. Ablamın ölümünün kesinleştiği günde doğdum.”

Aziz Ata hüzün ve öfke karışımı ironik bir gülümsemeyle baktı yüzüme.

“Aziz Ata ben gerçekten çok…” diyerek eveleyip geveledikten sonra kendimi toparlamaya çalıştım, “Gerçekten çok üzgünüm. Yemin ederim ne diyeceğimi bile bilmiyorum.”

“Bir şey söylemene gerek yok,” dedi, “Ben bu gerçeklikle yirmi yıldır yaşıyorum zaten, duyabileceğim her şeyi duydum. Doğdum ve bir kenara atıldım aslında. Annem ve babam kendilerini ablam Neva’nın ölümünü çözmeye adadılar, ağabeyim ise on beş yaşındaydı ve büyük bir depresyona girdi, bir süre hastanede kaldı…”

“Peki sen…” dedim hüzünle, “Sana kim baktı?”

Aziz Ata hüzün dolu bir şaşkınlıkla baktı bana.

“Kimse bunu sormamıştı biliyor musun?” dedi, “Herkes soruşturmadan ne çıktı diye sorardı önce, kimse sana ne oldu nasıl büyüdün demedi… Orada burada büyüdüm bir şekilde Derin. Biraz anneannemde, biraz babaannemde, biraz amcamda, biraz teyzemde. Annemler kendilerini biraz olsun toparlayıp beni tamamen yanına aldıklarında ise daha da zor bir süreç başladı aslında. Keşke hep orada burada kalsaydım dedirttiler bana, çocukluğumu cehenneme çevirdiler.”

Aklım bir anlığına düne gitti. Aziz Ata yemek bulaşan tişörtünü değiştirirken sırtında gördüğüm izleri anımsar gibi oldum. Yanık izleri gördüğüm ilk anda da zihnimde yer etmişti ama şimdi kafamdaki soru işareti daha da büyümüştü.

“O ilk yıllarda,” dedi Aziz Ata, bir anda cebinden bir paket çıkardı ve bir sigara yaktı, bu onu sigara içerken ilk görüşümdü, “Annem ve babamın yanına geçtiğim ilk yıllarda evdeki herkes en kibar tabiriyle kafayı sıyırmıştı Derin.”

Ağzındaki dumanı üfledi ve sigarasına bakan gözlerimi görünce açıklamak için duraksadı.

“Sadece çok dertlendiğimde içiyorum,” dedi ve devam etti anlatmaya, “Annemin, babamın ve ağabeyimin stres tahtasına dönmüştüm. Evin içinde bir yas vardı ve o yas yıllarca sürdü. Haklılardı, on dört yaşındaki kızlarını kaybetmiş bir aileydi onlar ve ben onlar için baş ağrısından başka bir şey değildim. Öyle bir evde büyüyünce yas duygusu ister istemez insanın ruhuna işliyor. Ben de hep öyle yaşadım, öyle büyüdüm, hiç görmediğim ablam Neva’nın acısı hep kalbimdeydi bir şekilde.”

Hikaye giderek daha kaotik, daha karamsar ve daha acı verici bir hale geliyordu.

“Onunla ilgili detayları hepsinden daha iyi biliyordum. Annemden, babamdan, ağabeyimden… Hepsinden tek tek dinledim yıllar boyunca. Soruşturmadan gelen bilgilere göre Neva’yı öldüren şey bir trafik kazasıydı fakat çarpan kişi suçtan kurtulmak için bedenini yakınlardaki bir göle taşımıştı. Ve bunu hiç iz bırakmadan yapmıştı. Katil hiçbir zaman bulunamadı ama annem ve babam bu hırsı içimize öyle bir işlediler ki günün sonunda ağabeyim önce bir polis oldu, sonra İstanbul İl Emniyet Müdürü. Benim ise en büyük hayalim hayatımı mahveden o katili bulduğumuz gün onun karşısına ablamın, Neva Yener’in avukatı olarak çıkmaktı. Bizim hayatlarımız bu olayla şekillendi Derin, her şey bir ölümün üzerine inşa ettik. Ama bu inşaatın temeli ne kadar sağlam bilmiyorum. İşte bu yüzden yardım etmek istiyorum size. Hikayemiz aynı çünkü Derin, bizi hayata bağlayan tutkallarımız aynı…”

“Annem, babam ve ağabeyimin stres tahtası oldum dedin ya… Çok üzdüler mi seni?” diye sordum tereddütle, “Canını yaktılar mı?”

Aziz Ata gözlerimin içine baktı ve cevap vermesine gerek bile kalmadı. Gözlerinde gördüm her şeyi, canının ne kadar yandığını, onu geçmişte ne denli hırpaladıklarını.

“Tamam,” dedim, “Buna cevap verme. Bunları anlatmak zaten çok fazla olmalı… Bir de bunun için hırpalama kendini.”

Burnunu çekti ve başını soluna, Belgrad ormanlarına çevirdi bir kez daha. Gözleri oraya takıldı kaldı, ağaçların arasında kayboldu bakışları. Aziz Ata bunca zaman boyunca dışarıya gülen, dimdik duran bir kara kutuydu ama o kara kutunun içinde bir ömürlük koca bir acı çıkmıştı.

“Annem bu yüzden böyle…” dedi kendini dün yaşanan olayla ilgili açıklamak ister gibi, “Dengesiz, ne dediğini bilmiyor…”

“Anladım Aziz, sorun değil, gerçekten… Takma kafana. Artık içeri girelim mi?”

Başını salladı. Öyle şeyler duymuştum ki artık ne konuşmaya mecalim kalmıştı ne de dinlemeye. Aziz Ata da aynı durumdaydı. Onu anlattıkları, beni ise duyduklarım hırpalamıştı, sarsmıştı adeta. Sırtındaki izler ise gözlerimin önünden gitmiyordu şimdi. Çocukluğunu düşünmek korkutuyordu beni. Yaşadıklarını tahlil etmek ve anlamaya çalışmak bile korkunçtu, o ise bir cenaze evine doğmuş, yıllar süren bir psikolojik savaşın en çetrefilli cephesinde yaşamıştı.

“Kahve?” dedi soran gözlerle.

“Olur,” dedim, “Kahve içerim.”

Aziz Ata ile yukarıda bekleyen herkese kahve aldıktan sonra sessizce Dünya’ların yanına çıktık. Biz kahvelerle koridora girdiğimizde kadın bir doktor da yanlarındaydı. Hızlanıp aralarına katıldığım sırada konuşmak için bekleyen kadın doktor da yeni gelmiş olacak ki beni ve Aziz’i başıyla selamladı.

“Ben Doktor Beste,” dedi, “Bundan sonra Elmas Hanımla ben ilgileneceğim, şimdi detaylı bir rapor aldım. Arkadaşlarım gerekli ilk müdahaleyi yapmışlar. Size bilgi vermişlerdi sanırım, anlık gelişen bir kalp krizi yaşanmış ama şu an için kalp ritmi normale döndü diyebiliriz, durumu stabil. Yarına kadar kontrollü olarak uyutacağız ama şu an için hayati bir tehlikesi kalmadı diyebiliriz…”

Doktorun verdiği haber içimize su serpse de ruhum bir duvardan alınıp başka bir duvara çalınan bir çuvalın içindeydi adeta. Oradan oraya savrulurken karmaşık bir gürültüyü andıran bir tünelin içinden geçip gidiyordum. Bir yanda Baran’ın kaybı, bir yanda Aziz Ata’dan duyduklarım, bir yanda evlenmek için gün sayan annem, bir yanda dün geceyi karakolda geçiren Berfu ve bir yanda annesinin başında bekleyen Dünya Can…

Daha kaç parçaya bölünebilirdik ki? Kimin peşinden koşup kime destek olacağımı şaşırmıştım. Neyse ki Elmas Teyze’nin durumu iyiydi, yarına kadar uyuyacaktı ama hayati bir tehlikesi yoktu. Levent Amca ısrarla burada kalmak istediğini söyleyerek dinlenmemiz için bizi kelimenin tam anlamıyla kovdu. Dünya Can birkaç saat uyumak için Aziz Ata’nın evine geçerken Berfu annesi ve babasıyla eve dönüyordu. Ben de nihayet annemin arabasında, eve doğru yoldaydım.

“Nişanlın niye gelmedi bizimle?” diye sordum anneme yola çıktığımız ilk dakikalarda, “Müstakbel üvey babam.”

Annem derin bir nefes aldı.

“İşe dönmesi gerekti…” dedi annem, “Biliyorsun, hayat kurtarıyor.”

Gözlerimi devirip başımı arabanın camına yasladım. Öyle yorucu bir iki gün olmuştu ki gözlerimi zar zor açık tutuyordum. Arabanın radyosundan gelen şarkı sözleri uykuya dalmadan önce duyduğum son sözlerdi.

“Çökünce karanlık şehre,” diyordu şarkı,
“Yalnızın güneşi doğar.
Eritir kalbini ve zihnini,
Acıdan sızana kadar…”

Uyuklarken bile susmuyordu zihnim. Aziz Ata’nın hırsının derin bir sebebi olduğunu içten içe hissetmiştim, bu kadar acı olacağını ise tahmin edememiştim elbette. Doğduğu gün gözlerini acıya açmıştı resmen. Ablasının ölümüne doğmuştu, annesinin yasına doğmuştu, babasının öfkesine, ağabeyinin buhranına doğmuştu Aziz Ata. Ve her şeye rağmen sarılmıştı hayata…

Belki de yarası kadar sarılırdı insan hayata…

Ara ara trafiğe kaldığımız eve dönüş yolu elli dakika kadar sonra sona erdiğinde eve ayakta uyuyarak girdim. Annem beni odama kadar çıkarıp üzerimdekilerle yatağa yatmama yardım edip üstümü de örttükten sonra uzandı ve yanağıma bir öpücük kondurdu.

“Hadi uyu güzelim,” dedi, “Mahvoldun iki gündür…”

“Anne,” dedim halsiz bir sesle, “Sen nereye? Odanda mısın?”

Annem derin bir nefes aldı. Vereceği cevabı düşünürken tereddüt etse de konuştu.

“Atölyeye gideceğim Derin…” dedi, “Gelinlik provasına başlamam lazım.”

Öylece baktım gözlerine, annemi bulmaya çalıştım o bakışların içinde. Son zamanlarda yaptıklarını tekrar tekrar düşündüm. Çıkamadım işin içinden.

“Anne,” dedim sakin kalmaya çalışarak, “Yaşadıklarımızın farkında mısın sen?”

“Derin ben yanlış bir şey yapmıyorum.” dedi annem hüzünle, “Berfu’nun da yanında oldum, Elmas Teyzenin de. Baran için de her şeyi yapıyoruz hep birlikte… Ama elbette hayatıma devam edeceğim, çünkü etmek zorundayım.”

“Anne en yakın arkadaşın daha bu sabah kalp krizi geçirdi ya! Dün bütün gece karakoldaydık hep birlikte! Ya ben yemek yiyecek kadar bile motive olamıyorum sen gelinlik provasına gideceğim diyorsun ya. Kaçıyor mu Deha Yener?” dedim halsiz bir öfkeyle, artık hırsımdan ağlıyordım, “Ne bu acelen Allah aşkına anne acelen mi var ya delirdiniz mi siz?” dedim yalvarır gibi.

Gözlerini kaçırdı. Gözleri artık bana değil, ferforje yatak başlığıma sarılmış mavi led ışıklara bakıyordu.

“Acelem var…” dedi bir anda sessizce.

Bakışları yatak başlığından kucağına döndü, ellerine baktı gözleri.

“Ne demek bu?” dedim korkuyla doğrulduğum sırada.

Gözlerim annemin kucağındaki ellerini takip etti, annemin her zaman çok sevdiğim o yumuşak elleri karnını buldu. Elleri karnını severken dolu gözleri nihayet bana döndü.

“Bunu böyle öğrenmeni istemezdim ama…” dedi annem, “Geciktirirsem karnı burnunda bir gelin olacağım Derin. Deha ile benim bir çocuğumuz oluyor… Abla oluyorsun güzel kızım.”

Hani yıllar önce bir gün bir kaşık yemiştim yüzüme. En sevdiğim iki insandan biri canımı yakmıştı, babam… İsmim Derin Mavi’ydi, babam çok seviyor diye unutmuştum Mavi’yi. Geriye yalnızca Derin kalmıştı. Bugün ise o günün tekrarı gibiydi, aynı hisler, aynı duygular…

Ortada bir kaşık yoktu ama bugün o kaşık bir kez daha yüzüme çarptı benim.

Derin’i de sildi zihnim. Geriye ne Mavi kaldı, ne Derin.

Boşluktum ben artık, kapkaranlık bir boşluk…

Bir karmaşa denizinin içinde yüzüyor, suyun üstüne çıkmaya çalıştıkça etrafımdakiler tarafından çekiliyordum içeriye. Hayal kırıklığının metaforik anlamı su yutmaktı o an ve benim su yutmaktan başka çarem yoktu…