10. Bölüm: Yama

Beyza Alkoç

(Atsa atamaz kendini, satsa satamaz.
Bir ömür hırpalar kendini, hiç yol alamaz mı insan?)
PAPTIRCEM – YAMADIM YARALARIMI.

Taşlar yerine oturdu. Taşlar yerine öyle bir oturdu ki yer yerinden oynadı içimde. Bir süre önce hayatımın sapaklarının arasında dolaşırken bir tünelin içine girdim. Baran’ın kaybolmasıyla başlayan bir seri gizemin arasında tünelde ilerledikçe hayrete düştüm. Her gün yeni bir şey öğrenmek yorarken ruhumu biraz önce öğrendiğim gerçek ise bana en büyük hayal kırıklığını yaşatandı.

Annem hamileydi. Aziz Ata’nın ağabeyinden, Deha Yener’den bir çocuğu olacaktı annemin. Ben on sekiz yaşında abla, Aziz Ata ise benim kardeşime amca olacaktı. Üstelik adam daha birkaç hafta önce hala evliydi…

Annem bir ihtiras oyununun içinde kalpsizce salınırken onun duyması gereken tüm endişeyi de ben duyuyordum. Karnı büyümeden evlenmek için acele ediyordu, en yakın arkadaşlarından biri hastanedeydi, birinin kızı dün gece karakolda sabahlamıştı, bir diğerinin ise oğlu aylardır kayıptı ve annem gelinlik arıyordu.

Bana hamileliğini itiraf ettikten sonra ona hiçbir şey söyleyemedim. Kendimi odamda, yatağımda düşüncelerimin içinde boğulmaya bıraktım saatlerce. Ara ara Dünya Can’a yazdım, annesinin durumunu sordum. Berfu’ya yazdım, iyi olduğundan emin olmak istedim. Aziz Ata’ya ise yazmak istedim ama yazamadım. Ağabeyinin bir bebeğinin olacağını biliyor muydu acaba? Yoksa ona bunu söyleyen yine mi ben olacaktım? Döndüm durdum, bazen nefes alamaz oldum, bazen uyuyakalıp sıçrayarak uyandım kabuslarımdan.

Rüyalarımdan birinde, yatağımın yanı başında Baran’ı gördüm, bana bir şeyler fısıldadı…

“Bul beni…” dedi bana rüyalarımdan birinde,
“Söyletme bana, duy beni.
Anla beni,
Sez beni.
Önce bul, sonra,
Sonra yine kaybet beni.
Kaybet ki yeniden bul beni.
Bul beni…”

Ter içinde uyandığımda tek istediğim hava alabilmekti. Nefes nefese kalkıp odamın penceresine doğru ilerledim, hava yeni kararmanın maviliğindeydi. Penceremi açıp elimle alnımdaki teri silip nefes almaya çalıştım. Dışarıdan yüzüme çarpan ılık ve temiz hava beni kendime getirirken kulaklarım kış bahçesinden gelen sese dikkat kesildi. Bu annemin sesiydi, bahçeye birilerini toplamış bir şeyler anlatıyordu.

“Büyük bir atölyem var,” diyordu, “Aslında düğünü bahçesinde yapabiliriz. Kır düğünü gibi olur, siz bahsettiğiniz renklerle bir ortam dizayn edersiniz yine, çiçekler için de lavanta çok güzel olur…”

Derin bir nefes aldım. Hava almak için açtığım pencerem yüzüme hava ile birlikte gerçekleri çarpıyordu. Annem her şeye rağmen aşağıda oturmuş kendi düğününü planlıyordu.

“Evet evet,” dediğini duydum birine, “11 Temmuz’da olacak, tarihimiz net…”

Duyduğum son cümleden sonra pencereyi sertçe kapattım ve kendimi evden dışarı atabilmek için dolabımın önüne geçtim. Üzerime mavi keten bir yaz elbisesi geçirdim. Omuzlarıma denk gelen koyu kumral saçlarımı tarayıp kaküllerimi düzelttim. Beyaz pullu çantamı da alıp hızla çıktım odamdan.

“Nereye yavrum?” diye seslendiğini duydum Mahperi Abla’nın.

“Arkadaşlarımda buluşacağım Mahperi Abla. Birkaç saate dönerim.”

Ayaklarıma geçirdiğim mavi Converse ayakkabılarımla evin önüne attım kendimi.

“11 Temmuz diyor ya,” diye söylendim kendi kendime öfkeyle, “Lavantalar da güzel olurmuşmuş.”

Uzun uzun yürüdüm. Akşamın karanlığı içimin karanlığıyla birleşince kapkaranlık oldu dünyam. Neyse ki bir yaz akşamını yaşıyorduk ve havanın karanlığına rağmen her yer ışıl ışıldı, her yer canlıydı. Evin alt tarafında kalan sahile yakın işlek alışveriş caddesinde gezinmeye başladım. Ne yapacağımı, nereye gideceğimi de bilmiyordum aslında.

“Pardon,” dediğini duydum bir sesin, başımı çevirip baktığımda bana broşür uzatan yirmili yaşlardaki kızıl saçlı genç kadını gördüm.

“Buyurun?” diye sordum ilgisizce.

“DOLPHIN’de yaz konserleri gecesi var, katılmak isterseniz birazdan başlıyor, ileride iki yüz metre ötede…”

Dolphin dediği yer buranın en eski gece kulüplerinden biriydi, annemin de benim çocukluğumda oraya gidip geldiğini hatırlıyordum.

“Biliyorum orayı…” diye mırıldandım ve kızın elindeki koyu mavi broşürü aldım, “Ama ben gece kulüplerini sevmem.”

“Öyle deme ya!” dedi kız, “Konser işte, maksat eğlenmek değil mi?”

İlgisizce elimdeki broşüre bakmayı sürdürdüm. Üzerinde mavi renkli ışıklar, enstrüman görselleri, ve sahneye çıkacak grupların isimleri yazıyordu.

“Teşekkürler.” diye mırıldandım, uzatmak istemeyerek broşür elimde yoluma devam ettim.

Oysa hiçbir şey umurumda değildi o an. Ne yapacağımı bile bilmiyordum, kucağıma bırakılmış kaotik gerçeklerle birlikte öylece kalakalmıştım ve belki de gürültülü müziklerin altında, insan kalabalığının içinde saklanmak bana iyi gelirdi.

“Merhaba…” diye mırıldandım kendimi DOLPHIN yazısının tam altında bulduğumda.

“Hoş geldiniz,” dedi kapıdaki genç erkek görevli, “Kimliğinizi görebilir miyim?”

Başımı sallayıp kimliğimi çıkarttım.

“Mavi Derin Sezer…” Görevli ismimi tekrar ettikten sonra yaşımı doğrular doğrulamaz bana pos cihazını uzattı.

“Giriş ücretli 500 tl. Tüm konserler bu ücrete dahil ama içeride yiyip içeceğiniz her şey için ayrı bir hesap ödemeniz gerekecek.”

“Tamam,” diye mırıldandım, “Karttan alabilirsiniz.”

Çantamdan çıkardığım kartı okuttum, biletim olduğuna dair bileğime takılan kağıttan yapılma mavi bileklikle beraber gürültüye doğru ilerledim.

Kafamın içi “Benim burada ne işim var?” düşünceleriyle dolu olsa da zaten ne yapacağımın bilinmezliği içinde gelmiştim buraya. Saklanmak istemiştim gürültünün altında, ışıklar ve karanlık bir olup beni saklasın istemiştim.

İçerisi çok da hareketli olmayan, hüzünlü ama elektro tınılar içeren bir müziği dinleyerek sohbet eden genç insan kalabalığıyla doluydu. İçeriye girer girmez buraya ait olmadığımın bilincine varsam da ruhen kaybolmuştum, belki de artık bulunması gerekenlerden biri de bendim.

“Ben bir tane kokteyl alabilir miyim?” diye seslendim genç dövmeli erkek barmene sesimi duyurabilmek için, “Mümkünse tatlı olmasın, ekşili bir şeyler olursa daha iyi olur? Limonlu filan… Kafanıza göre bir şey yapabilirsiniz.”

“Tamam!” dedi dövmeli barmen sesini duyurabilmek için, “Bana bırak, kendi tariflerimden yapayım sana…”

“Peki.”

İçeceğimin gelmesini beklerken telefonumu çıkarıp saate baktım. Saat 21.36’yı gösteriyordu ve Aziz Ata’dan bir mesaj gelmişti. Siparişlerini bekleyen kalabalığın arasında girip mesajı okumaya çalıştım.

Kimden : Aziz Ata Yener
“Nasılsın? Birkaç saattir şok edici bir gelişme olmadı, iyisin değil mi? :)”

Ekrana buruk bir gülümseme ile baktıktan sonra telefonu cevap yazmadan kapattım. İçeceğim önüme konulmuştu bile.

“Afiyet olsun.” dedi barmen gülümseyerek.

“Teşekkürler.” İçeceğimi alıp oradan uzaklaştım ve ayakta duran insan kalabalığının tam ortasına geçip sahnedeki grubu izlerken kokteylimi içmeye daldım. İlk yudumu almamla öksürmem bir oldu.

“Sert miymiş?” dediğini duydum yanımda duran sarı saçlı uzun boylu bir yabancının. Halime bakıyor ve gülüyordu.

“Biraz.” dedim, “Kendi tarifiymiş, denemek istedim.”

“Süper,” dedi çocuk, “Afiyet olsun.”

“Teşekkürler.” Önüme dönüp sahneyi izlemeye odaklanmaya çalıştığım sırada yanımdaki çocuk arkadaşlarıyla olan sohbetine geri döndü.

Şarkılar bir bir ilerlerken bedenim burada olsa da ruhum hala bambaşka yerlerde, bambaşka meselelerinin hesaplaşmalarındaydı. Birkaç ay sonrasını düşünüp duruyordum. Annem eve kucağında Deha Yener’in bebeğiyle gelecekti. Baran hala ortalarda olmayacaktı, ki bundan umudumu zaten kesmiştim. Üniversite dönemim başlayacaktı. Artık Deha Yener ile aynı evde yaşıyor olacaktım. Baba da diyecek miydim ona? Belki o da bana Mavi derdi?

Ben kalabalığın arasında sessizce salınırken sahnedeki amatör grup bilindik sanatçıların şarkılarını kendi stilleriyle seslendiriyordu.

“Nereye varacağımı bilmeden savrulurum,” diyordu şarkı,
“Hayat alır alacağını.”

“Atsa atamaz kendini.
Satsa satamaz.
Bir ömür hırpalar kendini,
hiç yol alamaz mı insan?”

Gözlerimden birkaç damla yaşın akıp gittiğini hissettim.

Güle oynaya bir savaştaydık sanki. Yaşamak biraz da savaşmaktı aslında. Hayat bir savaşsa, bu bir bozgundu. Bu bir hezimetti. Bu bir hayal kırıklığıydı… Hayal kırıklığından da öte, bu bir hayat kırıklığı.

Şarkılar ve duygular sürekli değişiyordu. Bir anda hüzün kaplıyordu içeriyi, bir anda dans edip eğleniyordu herkes. Bense yalnızca ağır ağır salınıyor, orada bulunmaktan başka bir şey yapmıyordum aslında. Ara ara ağlıyor, sonra biraz gülümsüyor, sonra da dalıp gidiyordum bir şarkının nakaratında…

“İlginç bir eğlenme şeklin var.” dediğini duydum yanımdaki sarışın çocuğun.

“Neden öyle dedin?” dedim gürültünün içinde sesimi duyurmaya çalışarak.

“Sadece hüzünlü şarkılara eşlik ediyorsun, diğerlerini duymuyorsun bile. Hayatın mutlu yanında yok gibisin.” dedi kulağıma doğru bağırarak, “Bu arada Nikolas ben.”

Çocuk bana elini uzatmış beklerken kafam allak bullaktı.

“Nikolas mı?” diye sordum, “Takma isim mi bu?”

Çocuk güldü.

“Yok,” dedi, “Annem Yunanlı babam Türk. İsmim de annemin babasının, dedemin isminden geliyor…”

“Ha.” dedim ve uzattığı eli sıktım.

“Gerçi dedemi de pek sevmezdim, ismini taşımam anlamsız. Sen peki?” diye sordu, “İsmini söylemeyecek misin?”

“Derin Mavi ben.” deyiverdim bir anda ve söylediğim şeye ben de şaşırdım, kendimi böyle tanıtmazdım, yalnızca Derin der geçerdim. Neden böyle demiştim ki?

“Derin Mavi.” diye tekrar etti, “Ne güzelmiş ismin, çocuklarına renk ismi verenlere hayranım.”

“Ha, yok, ondan değil tam olarak ya.” dedim boş bardağımı elimde tutmaya devam ederken, “Babamın metresinin gözlerinin rengi maviymiş de. O yüzden ikinci ismimin Mavi olmasını istemiş.”

“Metres?” dedi Nikolas şok içinde, “Sözümü geri alıyorum o zaman, dedemin ismini taşıdığım için mutluyum ben! Ben seni ilk defa görüyorum burada, her akşam gelirim halbuki.”

“Ben ilk defa geliyorum zaten,” diye mırıldandım, “Gerçekten her akşam burada mısın? Ne yapıyorsun ki burada?”

Nikolas güldü.

“Eğleniyorum.” dedi, ve elini uzatıp elimdeki bardağı almaya çalıştı, “Dur sana bir kokteyl daha getireyim.”

“Yok,” dedim, “Teşekkürler, daha fazla içmeyeceğim. Buradan eve tek gideceğim çünkü.”

“Ben seni bırakırım ya! Eğlenmeye gelmedin mi? Bir tanecik mi içeceksin?”

“Hayır, hayır, istemiyorum, teşekkürler…”

“Hemen geliyorum, itiraz istemem!” Nikolas boş bardağımı alıp hızla yanımdan uzaklaşırken omuz silkip önüme döndüm. Getirse de içmeyecektim zaten ama onu ikna etmekle de uğraşacak halim yoktu. Önüme dönüp dalgın gözlerle sahneyi izleyip şarkının sakin melodisinde sağa sola salınmaya başladım farkında olmadan.

Ellerim kollarımı sarmıştı, sanki kendime sarılır gibi duruyordum. Gözlerimi bir anlığına kapatıp müziğe bıraktım kendimi. Boşluğu düşündüm yalnızca. Boşluğun içinden yere yağan konfetilerini zihninim…

“Selam…”

Kulağımda hissettiğim fısıltı ve kolumda hissettiğim dokunuşla korkarak gözlerimi açtım ve irkilerek kendimi çektim bir anda.

“Senin…” dedim şaşkınlıkla, “Aziz Ata senin ne işin var burada?”

Aziz Ata tam yanımda durmuş bana endişeli ve bir o kadar da ciddi gözlerle bakıyordu.

“Asıl senin ne işin var burada Derin?”

Üzerindeki beyaz keten gömleği, kolundaki gümüş bilekliği ve altındaki siyah pantolonuyla karşımda durmuş dağınık saçlarının altından endişeyle beni izliyordu.

“Ben…” dedim, “Eğlenmeye geldim…”

“Eğlenmeye geldin, gece kulübüne… Öyle mi?”

Boğazımı temizledim ve önüme düşen kaküllerimi kenara itip etrafıma bakındım.

“Eh sen de gelmişsin işte,” diye mırıldandım.

“Bana arkadaşım yazdı.” dedi, “Senin fotoğrafını yolladı.”

Aziz Ata telefonunu açtı ve Zeydan isimli bir arkadaşının kendisine gönderdiği mesajı bana doğrulttu. Çocuk benim elimdeki içeceğimle sahneyi izlerkenki fotoğrafımı çekip Aziz Ata’ya göndermiş ve aynen şöyle yazmıştı, “Kanka senin kız da burada he. Mezuniyetteki kız.”

Gözlerim mesajı okuduktan sonra soran gözlerle Aziz Ata’nın yüzüne döndü.

“Senin kız?” dedim anlayamayarak.

Aziz Ata gözlerini devirip ekranı kapattı ve telefonunu cebine attı.

“Mezuniyette sordular seni, alt sınıflardan bir arkadaşım dedim inanmadılar tabi. O yüzden öyle deyip duruyor. Meselemiz bu değil.”

“Meselemiz ne Aziz? Sana ne benim nerede kimle ne yaptığımdan?”

“Sen bu değilsin Derin.” Dedi Aziz Ata, “Baksana bir etrafına.”

Aziz Ata çaresizce etrafına bakındı. Söze bir kez daha girecekken Nikolas elinde iki bardak kokteyl ile döndü ve damdan düşer gibi ortama girdi.

“İşte kokteyllerimiz!” dedi, “Bu da benim tarifim.” Sonra soran gözlerle Aziz Ata’ya baktı.

“Sağ ol Nikolas.” dedim hafif çakır keyif bir ciddiyetsizlikle.

Aziz Ata Nikolas’a döndüğünde çenesinin kasıldığını fark ettim.

“İstemiyor kardeşim,” dedi, “Çıkıyoruz biz zaten.”

“Siz?” diye sordu Nikolas soran gözlerle bakarak.

Aziz Ata’nın tahammül sınırları aşılmak üzereydi, kendince bu ortamları biliyordu ve ona kalırsa kimse iyi niyetli değildi. Öfkeyle Nikolas’a döndü.

“Başlatma lan kokteyline istemiyor işte!”

“Aziz!” Bu sefer onu kolundan tutan bendim, “Ne saçmalıyorsun sen? Nikolas, kusura bakma. Onun adına ben özür dilerim. Gel, tamam. Çıkıyoruz.”

Aziz Ata’yı kolundan tuttuğum gibi kalabalığın içinde çekiştirerek kapıya doğru ilerledim. İtiraz etmedi, istediği de buydu zaten. Nihayet dışarıya ulaştığımızda kolunu bıraktım ve öfke içinde girişin yanında kalan taş duvara yaslandım.

“Derin!” Aziz Ata bir şekilde bana bir şeyler anlatmaya çalışsa da onu duyacak halde değildim.

“Yahu içine kim bilir neler koymuştu o kokteylin Derin? Bin tane haber çıktı burası hakkında! Vücudunun hidrasyon seviyesi artsın diye mi sana ısrarla içecek ikram etmeye çalıştığını sanıyorsun?”

“Neyse ne!” dedim öfkeyle, “İçmeyecektim zaten! Bu kadar aptal olduğu mu sanıyorsun sen benim, kendi başımın çaresine bakamayacağımı mı sanıyorsun?”

Aziz Ata sıkıntılı bir nefes verip etrafına bakındı.

“Senin için endişelendim…” dedi, “Mesele yalnızca bu.”

Yüzüne uzun uzun baktım. Gözlerimde bir şeyler gördüğünü biliyordum, bakışlarımın ardındaki harabeyi gördüğünü biliyordum. Henüz haberinin olmadığı yeni skandalı duymak onu nasıl etkileyecekti bakalım, o zaman da bana neyi neden yaptığımı soracak gücü olacak mıydı acaba?

“Aziz Ata.” dedim sessizce. Yüzüme merakla baktı.

“Efendim Derin?”

Bir anda, bir nefeste söyleyiverdim.

“Amca oluyorsun, tebrik ederim…” dedim yüzümde mimik kıpırdamadan, ve ekledim, “Annem hamile.”

Yüzündeki o donakalma anını gördüm. Aziz’i tanıdığımdan beri benden duyduğu bir şeye ilk kez böylesine şaşırıyordu. Şaşırmaktan da öte, onun gözlerinde de içimde yaşadığım o büyük hayal kırıklığını görebiliyordum şimdi.

“Düğün tarihlerini duydun mu bu arada?” dedim sinir bozucu bir gülümsemeyle.

Hiçbir şey söylemedi Aziz Ata. Donakalmıştı.

“11 Temmuz.” dedim, “Yaz kenara. Davetiye bastırırken lazım olacak.”

Yaslandığım duvardan doğruldum, iki adım atıp Aziz’in tam önünde durdum ve o duyduklarını sorgulayan gözlerinin içine bakıp konuşmaya devam ettim.

“Mesele eğlenmek değildi Aziz, ben kaybolmaya geldim buraya. Şimdi anladın mı beni? Sen şimdi düşün dur, sindir duyduklarını. Ben eve dönüyorum…”

Aziz gözlerini daldığı yerden ayırmadan elindeki arabanın anahtarına bastı ve hemen önümüzde duran lüks arabasının kilitleri açıldı.

“Seni bırakayım.” dedi duygusuz, tekdüze bir sesle, “Sonra ağabeyimle konuşmaya gideceğim.”

“Bizde olabilir.” diye mırıldanarak sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa geçtim.

“O zaman orada konuşurum.”

Sesi o kadar duygusuzdu ki Deha Yener için endişelenmeye başlamıştım. Belli ki bu öylesine bir konuşmadan ziyade, bir hesaplaşma olacaktı.

Aziz Ata yol boyunca bir daha hiç konuşmadı. Zaten evden çok uzakta da değildik. Tam beş dakika sonra evin kapısından içeri girdiğimizde Mahperi Abla karşıladı bizi. Soran gözlerle Aziz Ata’ya baktı.

“Deha Bey burada mı?” diye sordum.

“Yok,” dedi, “Az önce çıktı o, annen de bahçede, çizim yapıyor…” Başımı sallayarak Aziz Ata’ya döndüm.

“Size iyi geceler.” dedi Aziz Ata.

Yüzüme bile bakamıyordu. Arkasını döndü, arabasına bindi ve öyle bir gaza bastı ki arabasının sesi karşı yakadan bile duyuldu belki de.

“Ne oldu buna?” diye sordu Mahperi Abla, kapıda kalmış öylece arkasından bakıyorduk.

“Amca olacağını öğrendi.” dedim.

“Nasıl yani?” diye sordu Mahperi Abla kapıyı kapatırken, “İki kardeş değil miymiş onlar?”

“İki kardeşler Mahperi Abla. Deha Yener baba oluyor.”

“Ama annen?” dedi Mahperi Abla şok içinde, “Annenle evleniyor!”

“Evet,” dedim, “Annem de anne oluyor.”

Mahperi Abla şok içinde bana bakarken acıyla gülümsedim, “Kolonya getireyim mi?” diye sordum, “Neyse ben yukarıdayım Mahperi Abla, sindirmesi kolay bir haber değil, sen de biraz zaman ver kendine…”

Merdiven basamaklarını ağır ağır çıktım. Üzerimde bugünden kalan skandalların ağırlığını sıcak bir duşla hafifletmeye çalıştıktan sonra yatağıma girdim. Rahatlamak için uzandığım yerden bir zen müziği açıp Dünya Can ve Berfu ile olan grubumuza yazdım.

“Ne yaptınız çocuklar? Var mı bir gelişme? İyi mi herkes?”

Berfu’nun cevabı anında geldi, telefon elindeydi belli ki.

“Ben iyiyim Deroşum. Evdeyim, dinleniyorum. Dünya ile de konuştum, Elmas teyzenin durumu da iyiye gidiyormuş. Ciddi bir problem yok, merak etme. Siz nasılsınız?”

Gözlerimi tavana çevirip birkaç saniye düşündükten sonra aynı gerçeği bir kere daha anlatmayı kaldıramayacağımı fark ettim, nasılda başkasından da olsa duyacaklardı.

“İyiyiz,” yazdım, “Dinleniyoruz. Bir şeye ihtiyacınız olursa haber verin.”

Ve o akşam itibariyle tam bir hafta boyunca kendimi eve, hatta odama kapattım. Birkaç zaruri ihtiyaç dışında odamdan neredeyse hiç çıkmadım, yemeklerimi odamda yedim, yatıp dinlendim, filmler izledim, kitap okudum…

Dünya Can ve Berfu’dan haber almaya devam etsem de Aziz Ata ile hiç iletişime geçmedim, son haber onu baya yıkmış olsa gerek, sosyal medya hesaplarını incelerken ağabeyinin içinde olduğu bütün fotoğrafları sildiğini fark ettim.

Annem ara ara odama geldi. Nasıl olduğuma, neler yaptığıma bakıp benden hiçbir adım göremeyince de çıkıp gitti. O hala mutluydu, içi boş bir düğün telaşesine kapılmış gidiyordu.

Akşamları ya film izliyor, bir yandan da not defterime bir şeyler çiziyordum, ya da kitap okuyup sevdiğim alıntıların altlarını çiziyordum. Kendimi kendi gerçekliğime ve hayatıma yeniden adapte etmeye çalışıyordum. Kabullenemediklerimi kabullenmeye, unuttuklarımı hatırlamaya çalışıyordum.

Kendime koyduğum bu ev hapsinin daha ne kadar süreceğini bilmiyordum aslında, ta ki yedinci günün sonunda Berfu’dan bir mesaj alıncaya kadar.

“Çocuklar,” yazmıştı gruba, “İçimde kalan bir şey var. Biz en yakın arkadaşları olarak Baran’ın kaybından sonra onun özel eşyalarını hiç inceleyemedik. Belki kimseye bir şey ifade etmeyen ama bize bir şeyler ifade eden bazı eşyalar bulacağız, kim bilir?”

Birkaç saniye sonra ikinci mesajı düştü gruba.

“Size illegal bir teklifim var,” yazmıştı, “Beren teyzeler dün memleketlerine gitmiş, bir hafta kadar kalacaklarmış, annemden duydum. Bende evlerinin anahtarı var, Baran çok önceden verip unutmuştu. Gidip odasını inceleyelim mi, ne dersiniz?”

Gözlerim telefonumun köşesinde yazan saate kaydı, saat 20.15’ti. Hiç düşünmeden yazmaya başladım.

“Gidelim derim.”

“Süper,” yazdı Dünya Can, “Ben de gidelim diyecektim. O zaman şöyle yapalım. Ben Aziz Ata’yı arayayım, o da gelsin.”

“Neden?” yazdım.

Dünya Can anında cevap yazdı.

“Çocuk hukuk okuyor, ağabeyi polis, ne bileyim bizden daha faydalı olabilir belki?”

“Tamam,” yazdım, “Siz bilirsiniz. O zaman ben çıkıyorum. Ev yakın zaten, yürüyerek gider biraz da hava alırım. Orada buluşuruz.”

Telefonumu yatağa bırakıp üzerime kısa kollu beyaz bir tişört, altıma ise kırık beyaz keten bir şort geçirdim. Ses çıkarmadan aşağıya indim. Mutfak kapısında durup Mahperi Abla’ya kısaca bilgi verdim.

“Berfu’larla buluşmaya gidiyorum abla, annem sorarsa söylersin.”

“Tamam Derin’im.”

Kapıya doğru ilerleyip dolaptan aldığım siyah Converse ayakkabılarımı giydim. Evden çıkıp kulaklıklarımı taktım ve Ren x Chinchilla’nın How To Be Me şarkısı eşliğinde uzun zamandır bulunmadığım o eve, Baran’ın evine doğru ilerledim.

Yaklaşık on beş dakika sonra, Baran’ın kapısındaydım. Bir süredir gelmediğim dışı seramik döşeli iki katlı evlerine şöylece bir baktım. Bahçeleri bakımsız kalmıştı, ağaçlar yapraklarını dökmüş, çiçekler solmuştu. Sanki Baran gidince buradaki yaşam da durmuştu.

Eski günlerimizi anımsadım. Bahçedeki beyaz döküm ferforje takımda dördümüzün birlikte ders çalıştığı günleri… Şimdi masanın üzerindeki saksının içindeki lavantalar bile solmuştu. Sandalyelerden birini çekip oturdum. Her zamanki günlerimizden birini yaşıyormuşuz gibi, sanki biraz sonra Beren teyze hepimize birer fincan çay getirecekmiş gibi hissetmeye çalıştım.

Ama olmadı tabi.

Ne her zamanki günlerimizden birini yaşıyorduk, ne de her şey eskisi gibi olacaktı bir daha…

“Derin!” Arkamdan gelen fısıltılı sesi duyunca başımı çevirdim. Berfu, Dünya Can ve Aziz Ata’yı bahçenin girişinde gördüğüm an ayaklandım.

“Sessiz olun.” dedi Dünya Can, “İçeri girelim, öyle konuşuruz.”

Aziz Ata ile bir anlığına göz göze geldik, bana başıyla selam verdi. Koyu sarı saçlarını kısalttığını fark ettim. Saçlarını kısaltınca gözlerinin elaya kaçan kahvesi daha da çıkmıştı ortaya. Berfu kapıyı elindeki anahtarla açarken sessizce onu bekledik. Kapı nihayet açıldığında ise Baran’ın anılarının içinde saklayan evine o veya ailesi olmadan ilk kez girdik.

Ev değişmemişti. Kapıdaki dresuar, duvardaki ayna, karşıdaki ayakkabı dolabı, dresuarın üzerindeki fotoğraflar hala yerindeydi. Fotoğrafların birinde biz de vardık. Elimi bizim de içinde yer aldığımız o çerçeveye götürdüm. Aziz Ata tam yanımdaydı, baktığım yere bakıyordu.

“Beş yıl kadar önce çekilmişti bu. Biz…” diye mırıldandım ve tek tek parmaklarımla gösterdim yere çömelmiş oturan dördümüzü, “Ben, Baran, Dünya ve Berfu… Ve arkalarımızda annelerimiz.”

“Dört arkadaşın dört çocuğu.” diye mırıldandı Aziz Ata elimdeki fotoğrafı alıp düşünceli gözlerle bakarken. Başımı salladım.

“Odasına çıkalım,” dedi Dünya Can, “Bir an önce halledelim şu işi.”

Aziz Ata elindeki fotoğrafı bırakırken merdivenlere yöneldik. Duvarları fotoğraflarla kaplı merdivenleri bir bir aştık. Merdivenlerin tam karşısında duran kapıyı gördüğüm an kalbimin titrediğini hissettim, kapısında “PERSONEL HARİCİ GİRİLMEZ!” yazıyordu, bu yazıyı Baran asmıştı. Hüzünle gülümsedim ve kapının kolunu çevirip odayı açtım.

Gözlerim önce karışık çalışma masasını gördü. Koyu yeşil bir battaniye ile örtülmüş yatağına, penceresindeki koyu yeşil perdeye, yerdeki beyaz halısına ve kitaplığına baktım. Elimi hüzünle kitaplığına götürdüm, diğerlerinin yanına nizami bir şekilde koyulmayıp önlerine yatırılan bir kitaba gitti elim. Rumi’nin alıntılarının toplandığı bir kitaptı bu. Baran bir sayfayı kıvırmıştı, merakla çevirdim o sayfayı. Tek bir cümle yazıyordu tüm sayfanın ortasında.

“Maskeyi yırt, yüzün muhteşem.” (RUMİ)

Kitabı kapatıp rafına geri koydum. Ben kitaplara bakarken Dünya Can ve Berfu çalışma masasını inceliyordu. Aziz Ata ise ne yapacağını bilemez bir halde kapıda öylece duruyordu. Ona baktım ve başımla kitaplığı işaret ettim.

“Gelmeyecek misin?” diye sordum.

“Benim arkadaşım değildi,” dedi, “Özeline girmem doğru olur mu?”

“Normalde olmaz,” dedim ve gülümsedim, “Ama normal zamanlardan geçmiyoruz.”

Aziz Ata başını sallayarak içeri girdi.

“Bakalım, bakalım.” diye mırıldandı, kitaplığa yapıştırılmış fotoğraflardan birini aldı eline ve derin bir iç çekti, “Zor olacak.” dedi.

Ne demek istediğini anlamak için elindeki fotoğrafa baktım. Elindeki benim polaroid makine ile çekildiğim tek başıma olduğum bir fotoğraftı. Baran’ın odasında benim tek fotoğrafım mı asılıydı?

“Sana aşıkmış,” dedi Aziz Ata bozuk bir sesle, “İlk tespitim bu. Gerçi siz bunu zaten biliyordunuz, değil mi?”

“Eh,” dedi Berfu, “Biliyorduk.”

Sessizce önüme döndüm.

“Peki bu ne?” dedi Dünya Can, elindeki karta bakarken. Uzanıp kartı elinden aldım ve gözlerimi kıstım.

“FELEN Restaurant.” diye mırıldandım, “Restaurantın kartını niye almış ki? Bunu alalım, lazım olur.”

“Almayın,” dedi Aziz Ata, “Eve girdiğinizi anlasınlar istemiyorsanız tabi. Fotoğraflarını çekin, çıkınca bakarsınız.”

“İşte bu yüzden sensin be!” dedi Dünya Can, “Sensin Aziz Ata! Yakıp yıkacağız seninle hukuk dünyasını!”

“Hukuk mu?” dedim, “Hukuk mu okuyacaksın? Sınavın kötü geçmemiş miydi?”

“Seneye bir daha girerim, moral bozmaya gerek yok.” dedi Dünya, “Bu sene ehliyet sınavına çalıştım hep, üniversite sınavıyla ilgilenemedim.”

Kendimi tutamayıp güldüm. Bir yandan da Baran’ın yatağına oturmuş kitaplıkta bulduğum defterlerinden birini inceliyordum. Önemli bir şey yok gibiydi gerçi, ders notlarından başka bir şey görememiştim henüz.

Dışarıda yaz rüzgarları esiyordu, Baran’ın penceresi üstten açık bırakılmıştı, ve odanın loş ışığı gecenin karanlığını aydınlatmaya yetmiyordu. Dünya Can yerde oturuyordu, Berfu çalışma masasının sandalyesinde, ben Baran’ın yatağında, Aziz ise kitaplığın önündeki berjerdeydi. Her birimizin elinde Baran’a ait bir şeyler vardı, okul defterleri, kitaplar, dosyalar…

Neredeyse bir saat olmuştu geleli, ama restoran kartı dışında ilgi çekici bir şey bulduğumuz söylenemezdi. Her şey gayet olağan görünüyordu, dersler, oyunlar, müzikler, resimler, fotoğraflar…

Her şey gayet olağan ilerlerken sonunda kafamı önümdeki defterlerden kaldırtacak bir cümle duydum.

“Burada ilginç bir şeyler var.” dedi Aziz Ata.

Elinde lacivert bir saklama kutusu vardı, kapağını açmış soran gözlerle kutunun içine bakıyordu. Merakla başına toplanıp kutunun içine baktığımızda aynı soru işaretleri hepimizin gözlerinde belirdi. Artık kafamın içi daha da büyük soru işaretleriyle, daha da derin sorularla doluydu.

Zira kutunun içi komşularımızın, ailelerimizin ve her birimizin olduğu toplu fotoğrafların yırtılmış parçalarıyla doluydu…

Fotoğraflar paramparçaydı…

Sanki anılarıyla savaşmıştı Baran ve anılar kazanmıştı, belki de Baran’ın kalbi bu fotoğraflardan daha da paramparçaydı.

Peki Baran güzel anılarımıza dair bu fotoğrafları neden yırtmıştı?

Biz hep birlikte çok mutlu olduğumuzu düşünürken o içinde neler yaşamıştı?

Ardında ne yatıyordu bu bilmecenin?