9.BÖLÜM : BORÇ

Beyza Alkoç

9.BÖLÜM : BORÇ.

-

-

(Yazarın Anlatımıyla)

İstanbul’da gecenin bir yarısı, hava yaz aylarında nadir rastlanan o gri tonlarda ve kararsız bir serinlikle dolu. Gecenin sessizliği şehir ışıklarıyla çelişiyor, her sokak lambasının altında yarım kalan bir hikaye var adeta. Kaldırımlar huzursuz insanların huzursuz adımlarını taşıyor.

O gece, şehrin göbeğinde bir karakol binasının önünde iki genç adam oturuyordu. Yaşlarının ötesinde çökmüş bir yorgunlukla, karakolun merdivenlerine sığınmışlardı adeta.

Saat gece üç suları olmasına rağmen bu ikisinin de umurunda değil. Burası günlerdir en uğrak yerleri olmuş durumdaydı zaten. Karakolun camlarından içeri süzülen ışık dışında etraf zifiri karanlıktı. Ne bir araba sesi vardı ne de bir insan adımı. Sanki tüm şehir o gece Eliz ortadan kaybolduğundan beri donuktu. Sanki Eliz’le birlikte herkes kaybolmuş gibiydi.

İçeriden saatlerdir tek bir haber bile gelmemişti. Günlerdir olduğu gibi... Polisler, Eliz’in kaybolduğu geceyle ilgili ifadelere tekrar bakacaklarını söylemiş ama henüz hiçbir şey paylaşmamışlardı. Umut’un gözleri arada sırada karakol kapısına kayıyordu, bir umut içinde bekliyordu sessizce. Ama kapı da onun gibi sessizdi.

“Gurur abi…” Umut’un sesi gecenin içinden çıkıp gelen bir ışık gibi yankılandı.

Gurur başını çevirdi ama konuşmak yerine soran gözlerle bakmakla yetindi.

“Sen Eliz ablamı seviyorsun değil mi?” diye sordu Umut.

Gurur sessiz kaldı önce, Umut’un yüzüne öylece baktı. Sonra hüzünle gülümsedi.

“Ben… hepinizi seviyorum Umut.” dedi. “Leyla’yı, Seren’i… seni. Hepinizi. Siz sonuçta dostlarımsınız benim.”

Gözleri yoldaydı ama aklı başka yerdeydi Gurur’un.

Umut cevabı beğenmemiş gibi Gurur’a döndü.

“Ama onu… Yani Eliz ablamı bir başka seviyorsun değil mi?” diye sordu.

Sesinde çocukça bir merak yoktu, tam aksine, içinde büyüttüğü koca bir gerçekliği onaylatma arzusu vardı.

Gurur başını yavaşça öne eğdi. Cevabı bu sefer çok kısaydı.

“Evet.” dedi yalnızca, “Onu bir başka seviyorum.”

İstanbul’un gece yarısı suskunluğunda, iki gencin üzerine çöküp oturmuştu bu cümle. Bir polis telsizi içerden kısa bir cızırtı verdi sessizliği bölmek ister gibi. Karakolun girişinde bir görevli sigarasını yakmış gecenin sakinliğini izliyordu ama o merdivenlerin başında oturan iki gencin içi gece kadar sakin değildi.

İstanbul’un gökyüzü, o gece bir sırrı saklamak istercesine karanlıktı.

-

-

-

(ELİZ'İN ANLATIMIYLA)

Devrim’in dikişlerini tamamladığımda ellerim hala titriyordu. Üzerimdeki sabahlık terden sıvanmış gibiydi, alnımdan süzülen damlalar kaşlarımı geçip gözlerime iniyordu. Gözümün önünde bulanıklaşan görüntüyü kolumun tersiyle silmiş ve başardığımı kabullenmiştim. Bitmişti. En azından şimdilik.

Devrim sargılar içinde derin bir uykunun içine dalarken solukları da daha düzenliydi artık. Her bir nefesiyle ben de içimden bir parça gevşetiyordum çünkü onu kurtarmıştım. Ölmemişti. Hala yaşıyordu. Oracıkta kollarımda kaybolup gitmemişti. Bu benim için tam olarak ne ifade etmeliydi bilmiyordum ama birinin benim yardımımla hayata tutunması mucize gibi hissettiriyordu.

Oda sessizdi. Yalnızca arada bir Devrim’in soluk alıp verişi duyuluyordu. Ömer pencerenin önündeki tekli koltuğa sığmış, başını cama yaslamış halde camdan dışarıyı seyrediyor ve uykuya teslim olmamaya çalışıyordu. Nöbette gibiydi ama uyku gözlerini her an ele geçirebilir gibi görünüyordu. Demir yerde, kolunu bir berjerin koluna uzatmış, yarı oturur yarı kıvrılmış bir şekilde uyuyordu. Deha ise duvara yaslanmış, elleriyle yüzünü kapatmış, başını öne düşürmüş, öylece uyuyakalmıştı.

Herkes birlikte geçirdiğimiz son birkaç saatin içinden fırtınadan çıkar gibi çıkmıştı.

Ben ise Devrim’in hemen yanındaki berjere oturmuş, sabahlığımın eteğini dizlerime çekmiş bir halde saatlerdir kıpırdamamıştım. Dikiş setinin kapağı hala açıktı, steril bezlerin bazıları hala yerlerdeydi. O an kimse temizlik yapacak ya da ortalığı toparlayacak durumda değildi. Devrim’in odasının içi bir şehrin savaş sonrasını andırıyordu.

Kafamı koltuğun sırt kısmına yasladığımda tavan bana hiç bu kadar uzak görünmemişti. Sanki gökyüzü gibiydi. Gözlerimi kapadım ama zihnimi susturamadım. Zihnim her zamankinden daha uyanıktı ve bu gece bastırılabilecek gibi de değildi.

Ne yaşadığımızı tam anlamamış gibiydim. Odanın içindeki kan kokusu, gergin nefesler ve terli yüzler bana yaşananları tekrar tekrar hatırlatıyordu ama bunların niçin yaşandığına dair hiçbir fikrim yoktu. Birkaç saat önce çizgi film izleyerek uyuyakalan ben şimdi bir adamın hayatını kurtarmış bir vaziyette yanı başında uyumaya çalışıyordum. İçimde korku da vardı, öfke de, gurur da, karmaşa da.

Ama en çok da sorular vardı kafamın içinde.

Kafamın içinde yankılanan, cevabı olmayan onlarca soru.

Devrim neden vurulmuştu? Bunu ona kim yapmıştı?

O kurşun neyin bedeliydi? Ve ben… ben neden bu kadar endişelenmiştim onun için? O da beni kurtardığı için mi bu kadar çok istemiştim onu kurtarmayı?

Başımı yana çevirdim. Devrim’in yüzüne baktım. Kaşlarının arasında hala hafif bir çatıklık vardı. Yüzü uykuda bile savunmada gibiydi, uykusunda bile temkinliydi adeta.

Peki nişanlısı neden burada değildi? İnsan böyle anlarda hep en çok sevdikleri yanında olsun istemez miydi? Belki de kızcağızın bu olan bitenden haberi bile yoktu. Belki hiç öğrenmeyecekti bile.

Sonunda vücudum bana bu yorgunluğa daha fazla direnemeyeceğini hissettirmeye başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp sabahlığımın eteğini biraz daha üzerime çektim. Berjerin kenarına başımı yasladım. Gözlerimi Devrim’in göğsüne, düzenli nefes alışlarına kilitledim. Ne de olsa aldığı ve verdiği her nefesin sorumluluğu bu gece bendeydi.

Neyse ki nefesi hala düzenliydi, şimdilik her şey olması gerektiği gibi görünüyordu ve ben de yavaş yavaş gecenin sessizliğine gömdüm kendimi.

Uyumak değildi bu tam olarak. Bu... sığınmaktı.

Gerçeklerden kaçmak değil ama bir süreliğine kendini bırakmaktı.

Belki biraz huzur aramak, ya da belki biraz cevapsızlıkla başa çıkmaya çalışmaktı...

-

Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey, birinin beni izlediğiydi. O hissi tanıyordum… Sanki omuzlarıma görünmez bir çift bakışın ağırlığı konulmuş gibiydi. Başımı kaldırmam birkaç saniye sürdü, uykunun bulanıklığı göz kapaklarımın kenarlarını tam olarak açmama engel oluyor gibiydi.

Ve sonra… onunla göz göze geldik.

Devrim Ali Yöner’le.

Uyanıktı. Gözleri tamamen açıktı ve beni izliyordu. Ne kadar süredir böyle baktığını bilmiyordum ama o bakışın içimde yarattığı şey ilginç bir şekilde tarifsizdi.

Bir anda doğruldum, sabahlığımın yakasını düzelttim, dizlerime yapışmış olan kumaşı çekiştirdim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Sanırım utanmıştım. Gözlerimi onunkilerden kaçırmaya çalışırken kelimeler boğazımda düğümlendi.

“Uyanmışsın…” dedim nihayet, “Nasılsın? Bir şeyin var mı? Canın yanıyor mu? Dikişin nasıl?”

Sorularım arka arkaya dizildi ama hiçbirinin cevabını duyacak cesaretim yoktu. Ya kötü hissediyorsa? Ya dikişi açılmışsa? Ya kanaması varsa? Ya durumu kötüye gidiyorsa? Bu benim yüzümden olmuş olmaz mıydı?

Ellerimi sabahlığımın cebine sakladım, sanki o bana bakarken hissettiğim yersiz utancı oraya kilitleyebilirmişim gibi. Çünkü hala hiçbir şey söylemeden bana bakıyordu. Darmadağınık olmuş ve alnına dökülmüş koyu kumral saçlarının altından, sessizce, tek kelime bile etmeden bana bakmayı sürdürüyordu. Sanki bütün gece boyunca gördüğü, yaşadığı her şeyi baştan sona düşünüyormuş gibi, sanki bende çözemediği bir şeyler varmış gibi bakıyordu gözleri.

Odanın diğer köşesinde birinin iç çekişi duyuldu. Ömer, rüyasında bir şey sayıklıyor gibiydi.

“Youtube...” diyordu, “Abi ne alaka?” diye saçma sapan sayıklıyordu Ömer.

Belki de dün gece yaşananları görüyordu rüyasında?

Demir kıpırdanıp dursa da uykusu hiç bölünmüyor, Deha ise hiç kıpırdamadan uyumaya devam ediyordu.

Gözlerimi kaçırdığımda bile bakışlarını hissedebiliyordum Devrim’in. Perdeler kapalıydı, oda loştu, ama onun gözleri fazlasıyla parlak geldi bana o an. Ve ben de öylece kalakaldım, hiçbir şey söyleyemeden.

Bir süre konuşmadı. Sonunda dudakları kıpırdadı, sesi yorgundu ama kelimeleri netti.

“Dün gece yaşananlar için senden özür dilerim Eliz,” dedi, “Böyle bir şey yaşamanı istemezdim. Bana sorsalar kurşunu kendim çıkarır yine de seni çağırmazdım. Kolay değildi yaşadıkların, yapmak zorunda kaldıkların.”

“Ben...” diye mırıldandım, “Yani... Özür dilemene gerek yok, tabi ki yardım edecektim. Sen benim hayatımı kurtardın, ben de senin. En azından artık sana karşı borçlu hissetmeyeceğim kendimi.”

Bakışlarımı ona çevirdiğimde, dudaklarının kenarında beliren belli belirsiz gülümsemeyi gördüm. Gülümsemesi alaycı mıydı, yoksa bu bir teşekkür müydü bilmiyordum.

“Ben hayat kurtarmayı borçla ölçmüyorum.” dedi Devrim, “Ama eğer sen böyle hissediyorsan sanırım artık eşitiz.”

Sesi hala kısık, hala yorgundu. Ama içindeki o tanıdık soğukkanlılık geri gelmeye başlamış gibiydi. Dün gece evine kurşun yiyip gelmiş bir adamın duvarlarını bu kadar hızlı geri örmesi korkutucuydu.

“Evet,” dedim sessizce, “Eşitiz.”

Sormak istediğim onlarca soru olsa da içimden boğazıma kadar yükselen o karmaşayı bastırdım. Ona bu haldeyken bir şeyler sormak ve dün geceyi hatırlatmak istemiyordum. Çünkü bu evde her şey ve herkes zaten fazlasıyla diken üzerindeydi ve bir adım sonrası hep geri dönüşü olmayan bir yol gibiydi ve belki de ben o yolu görmeye hazır değildim.

Tam o an, yatağın ucundaki örtü kıpırdadı. Devrim kolunu hafifçe oynattı, canı acımış gibi kaşları çatıldı. Hemen yanına eğildim.

“Dikkat et, fazla hareket etme,” dedim hızlıca, “Dikişlerin hala çok yeni.”

Üstündeki örtüyü kollarına doğru çekmeye çalıştığını düşünerek üstüne doğru telaşla eğilmiş ve örtüyü omuzlarına çekmeye yeltenmiştim ama anlık bir telaşla ayağımı da berjerin ayağına çarpınca fazla yakınına girmiştim.

Dudaklarım neredeyse dudaklarına değecekti. Telaşla biraz geri çektim kendimi ama bu yakınlık onu da benim kadar şaşırtmış gibiydi. Gözleri gözlerimdeydi ve yorgunluğunun kokusunu alabiliyordum boynundan.

“Üstelik,” dedim örtüsünü düzeltip doğrularak, “Üstelik bir tıp öğrencisi tarafından atıldı bu dikişler, çok da iyi bir iş çıkardığımı sanmıyorum.”

Devrim gözlerini kapattı. Başını çok hafif yana çevirdi.

“İyi bir iş çıkardığına eminim.” dedi

Sesi yorgun ama samimiydi. Sanki hayatını teslim ettiği birine teşekkür etmenin en sade yolunu arıyormuş gibiydi.

Tam yanıt verecektim ki kapı aniden açıldı. Birinin telaşlı adımları odaya doldu. Başımı çevirir çevirmez göz göze geldik.

“Oya Abla...” dedim sonunda rahatlamış bir sesle.

Doktor Oya, nefes nefese ve suçlulukla dolu bakışlarla kapının eşiğinde duruyordu. Gözleri önce Devrim’in yüzüne, sonra sargılara, sonra da bana kaydı.

“Hoş geldiniz Oya Hanım, nihayet.” dediğini duydum uyuduğu koltuktan yorgun gözlerle kalkan Ömer’in. Sesinde sitem vardı.

Ömer’in uyandığını görünce içimde huzursuz bir his belirdi, acaba az önce Devrim’le tamamen yanlışlıkla yaşadığımız o garip yakınlaşma anını görmüş müydü?

Oya Abla kapıyı usulca kapatırken dudaklarından dökülen kelimeler hızlıydı.

“Sabah gördüm aramaları… biliyorsunuz, kız kardeşim Sema rahatsızdı, onun için izin almıştım dün zaten. Ama telefonu sessize almışım, gece hiçbir şeyden haberim olmadı. Çok ama çok üzgünüm. Her şeyi gördüğüm an koşarak çıktım evden zaten!”

Cümleleri su gibi aktı. Sesinde hem profesyonel bir telaş hem de kişisel bir pişmanlık vardı.

Hiç kimse ona bir şey demedi, zaten diyecek bir şey de yoktu çünkü en azından her şey yolunda gitmişti. Odayı saran sessizliği Devrim’in nefesleri dolduruyordu ve gözleri hala kapalıydı. Belki de çoktan uykuya dalmıştı.

Oya Abla bana göz kırptıktan sonra yanında getirdiği çantayı hızla yatağın yanına bıraktı. Ellerini dezenfekte etti, dikkatle yanıma geldi. Başımı eğerek biraz kenara çekildim. Yaptığım işin karşısına geçmek, bir profesyonelin gözleriyle yüzleşmek garip bir histi. Sanki birazdan not verilecekmiş gibi, sanki bir sınavın sonucum okunacakmış gibi bir duygu kapladı içimi.

Doktor Oya sargının ucunu nazikçe açtı. Devrim hafifçe kıpırdandı ama gözlerini açmamıştı. Ben ise nefesimi tutmuş sargının altından çıkacak dikişlerin nasıl görüneceğini öğrenmeyi bekliyordum.

Sargılar çözüldü ve benim titreyen ellerimle attığım, ne kadar sağlam olduğunu bilmediğim dikişler bir bir ortaya çıktı.

Oya Ablanın gözleri büyüdü önce. Başını biraz daha yaklaştırdı ve gözlerini kırpıştırarak baktı dikişlere. Bir şey demedi önce. Sonra fısıltıya yakın bir sesle bana dönerek konuştu.

“Eliz… sen mi attın bu dikişleri?”

Sadece başımı sallayabildim. İçimi büyük bir korku kaplamıştı. Ne olmuş olabilirdi ki? Bir süre hiçbir şey demedi. Sadece baktı. Parmaklarıyla kenarlarını hafifçe yokladı. Derinlik, simetri, temizlik… her şeye tek tek baktı.

Sonra doğruldu. Gözleri bana döndüğünde yüzünde şaşkın bir hayranlık vardı.

“Bu...” dedi ,”Çok iyi bir iş Eliz. Gerçekten çok iyi.”

Yutkundum.

“T-teşekkür ederim...” diye mırıldanabildim sadece. Hiçbir şey söyleyemedim.

Doktor Oya, hafifçe başını salladı. Gülümsemedi ama bakışlarındaki takdir her şeyden daha güçlüydü. Sonra eğilip pansuman malzemelerini hazırlamaya başladı.

“Rahatlayabilirsin artık,” dedi bir yandan malzemelerini hazırlarken, “Artık bana emanet.”

O an içimdeki tek duygu yaptığım işin devralınmasının verdiği tuhaf hafiflikti. Sabahlığımın yakasını düzelttim. Bir adım geri çekildim ama yine de gözüm Devrim’in üzerindeydi.

Onun ise gözleri hala kapalıydı, yüzündeki ifade biraz daha yumuşamıştı, nefesi daha derin, daha sakindi. Sanırım bir kez daha uykuya dalmıştı.

Ben onu izlemeye devam ederken tam o anda arkamdan alçak bir ses duydum.

“Eliz Hanım…” dedi Ömer. Başımı çevirdim, sessizce yanıma gelmişti. “İsterseniz sizi artık odanıza götüreyim. Doktor geldiğine göre siz de biraz dinlenin. Çok yoruldunuz. Devrim Bey misafirimi yordunuz diye kızar sonra bize...”

Sesi nazikti ama aynı zamanda kararlıydı. Bu kadar saat ayakta kalmış, diken üstünde durmuş birini dinlenmeye ikna etmenin nezaketini taşıyordu cümleleri.

Gözüm hala Devrim’deydi ve belki de bir doktor içgüdüsüyle onu böyle, sargılar içinde ve bilinçsiz bırakmak istemiyordum ama bu savaş artık benim değildi. Yerimi devretmiştim ve daha fazla ayakta duracak gücüm kalmamıştı.

Başımı yavaşça salladım. “Tamam,” dedim sessizce. “Tamam, gidelim.”

Ömer kapıyı hafifçe açtı. Ayak seslerimizi duymamaları için sessiz adımlarla odayı terk ettik. Koridor gündüz olmasına rağmen yine loştu. Adımlarım sanki yumuşak halıya değil de boşluğa basıyordu. Vücudum hala odaya geri dönmek istese de Ömer’in nazik rehberliğiyle kendi odama ulaştım.

Kapı kapanır kapanmaz üzerimdeki sabahlığı çıkardım ve banyoya geçtim. Ellerimi titreyerek lavaboya koydum. Su sesini açmadan, bir süre sadece kendimi seyrettim aynada. Saçlarım her zamankinden daha da dağınıktı. Ter içinde kalmıştı saç diplerim ve yüzüm. Yüzüm solgundu, dudaklarım çatlamıştı. Göz altlarım yorgunluktan şişmiş, uykusuzluktan morarmıştı ama gözlerim yine de bir başka bakıyordu.

Duşa girdim. Suyun sıcaklığı cildime değdiği anda içimdeki tüm gerginlik ufalanıp suyla birlikte akıp gitti sanki. Dizlerim titredi bir an, sanki kıvrılıp duşa kabinin zeminine uzanıp uyumak ister gibiydi vücudum. Kim bilir ne kadar kasmıştım kendimi gece boyunca?

Duştan çıktığımda üzerime bana tahsis edilen pijamalardan birini geçirdim. Saçlarımı havluyla sardım ve bir kez daha aynanın karşısında durdum. Elimde fön makinesi vardı ama düğmesine basmadan önce gözlerim kendi gözlerime takıldı. Sanki daha dinç görünüyordum ve bu iyi miydi kötü müydü bilmiyordum ama gözlerim gerçekten de bir başka bakıyordu bugün.

Uzun uzun baktım kendime.

Bu gece değişmiştim. İçimde bir şey yerinden oynamıştı ya da yerine oturmuştu. Artık aynı insan değildim sanki.

Gözlerimin dolduğunu hissettim. Gözbebeklerimden taşan yaşlar kirpiklerimi ıslattı.

Aynadaki yansımamın içine, sanki başka bir dünyaya seslenir gibi fısıldadım.

“Ben bugün bir hayat kurtardım anne.” dedim.

Sanki karşımdaki kendi yansımam değildi de ziyarete gittiğim annemdi. Hep böyle hayal etmiştim çünkü bu anı. Doktorluğa başladığımda ve ilk kez bir hayat kurtardığımda koşa koşa ona gitmeyi, anneme gitmeyi hayal etmiştim.

Şimdi bu belki de hiç gerçekleşmeyecek bir ihtimaldi ama ben yine de her şeye rağmen bu duyguyu tadabilmiştim. Bir hayat kurtarmıştım. Hayatımda ilk kez ve muhtemelen son kez.

O kadar güzel bir duyguydu ki doya doya yıllarca yapmak isterdim mesleğimi. Oysa görünene göre okulumu bile bitiremeyecektim.

Birini kurtarmak, bazen de biraz kendini kaybetmek demektir demişti bir hocam, ve ben hangisinin içindeydim, bilmiyordum.

Doktor Oya artık burada olduğuna göre bana bir ihtiyaç kalmamıştı ve o geceden sonra buradaki misafirliğim kaldığı yerden devam etti. Oya Abla artık hem Devrim’in odasına uğrayıp yaralarını kontrol ediyor, ilaçlarını veriyor, pansumanlarını değiştiriyordu, hem de gün içinde birkaç kez bana uğrayıp hem fiziki hem de mental durumumu kontrol edip gidiyordu.

Her şey eskisi gibiydi yani, zoraki misafirliğim kaldığı yerden devam ediyordu. Ben yeniden ait olduğum role döndürülmüştüm. Korunması gereken ve kapalı kapılar ardında tutulması gereken bir misafir.

Yalnızlığın sessizliğine gömüldüm yine. Günler birbirinin aynısı gibi akmaya başladı. Pencereden bakmayı bile bıraktım. Sessizliği bozan tek şey televizyonun aralıksız akan sesi ve arada sırada kapıyı tıklatıp bana yemek getiren sessiz adımlardı.

Tam üç koca gün geçti böylece. Her şeyi bedenime yük ettiğim koskoca üç gün. Kurşun, kan, ellerim, dikişler, ayna karşısında ağlayışlarım, annemin ve arkadaşlarımın hatıralarının zihnimde yankılanışları... O kadar yorgundum ki hiçbir şey yapmak istemedim. Sadece yattım. Saatlerce. Günlerce.

Dördüncü günün sabahında gözlerimi açtığımda odada garip bir sessizlik vardı. Hava sanki biraz daha serin, biraz daha ağırdı. Başımı hafifçe yastıktan kaldırdım.

Ve tam o an başucumda bir vazo gördüm. Gösterişli bir seramik vazoya özenle yerleştirilmiş sapsarı kanola çiçekleri vardı başucumda. Güneş gibiydi çiçekler, odama güneş açmıştı adeta. Gözlerim şaşkınlıkla çiçeklere bakarken yanlarında duran katlanmış kağıdı gördüm. Beyaz, tertemiz bir not kağıdı.

Elimi uzattım. Parmaklarımın ucuyla aldım katlanmış kağıdı. Açmadan önce bir an duraksadım. İçimde garip bir kıpırtı oldu. Tanıdık bir hissin, yavaşça içime sızan bir beklentinin kıpırtısı oluşmuştu içimde.

Kağıdı açtım ve okumaya başladım.

“Vazgeçtim.” yazıyordu notta, “Eşit değiliz.”

Ve devam ediyordu not.

“Ben hayat kurtardığımda onu borç olarak saymam."
"Ama biri benim hayatımı kurtarırsa bu benim ona borcumdur."
"Ödeşmiş değiliz, Eliz Sonay."
"Ben sana borçluyum."
"Ve ben hiçbir borcumu karşılıksız bırakmam."
"Bedeli ne olursa olsun."
– Devrim Ali Yöner.

İsmi bir mühür gibiydi. Gözlerim satırlarda gezindi önce, sonra çiçeklere kaydı. Çiçekler bu kasvetli odanın içine gün doğdurmuştu adeta.

Elimdeki kağıdı yavaşça yatağın üstüne bırakıyordum ki kağıdın geçirgenliği sayesinde arkasında bir şeyler daha yazdığını fark ettim. Kaşlarımı çatarak çevirdim kağıdı ve orada yazan cümleleri bir çırpıda okuyuverdim.

“Yarın gece dışarı çıkaracağım seni."
"Gece tam 12'de hazır ol."
"Odanın kapısının önünde bekliyor olacağım.”

O an hissettiğim şeyin adını koyamadım. Yavaşça doğruldum yataktan. Saçlarım dağınıktı, pijamalarım buruşmuştu ama bu not ve çiçekler… içimde bir yerleri düzeltmiş gibiydi.

Sanki darmadağın olmuş ruhumun içinde de gündoğumu başlar gibi olmuştu. Niye bilmiyordum ama Devrim’e dair her şey bana kendimi yeniden ve yeniden kurtarılıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Neydi bu? Kurbanın kendisini kaçırana karşı yaşadığı Stockholm sendromunun bir benzeri miydi?

İçimde hayata dair yeni bir umut oluşmuştu sanki. Günlerdir ömrümün geri kalanını kaçarak ve saklanarak geçireceğime inanırken şimdi belki de bir yolu vardır diye düşünmeye başlamıştım.

Çünkü söylediği gibi, Devrim Ali Yöner bana borçlu olduğunu düşünüyordu ve yine notunda söylediği gibi, “O borçlarını öderdi.”

Bedeli ne olursa olsun.

-

HİKAYENİN INSTAGRAM'I : misafirkitapresmi

YAZARIN INSTAGRAM'I : beyzalkoc (tek a ile)