10.BÖLÜM : KARAR

Beyza Alkoç

10.BÖLÜM : KARAR.

-

(YAZARIN ANLATIMIYLA)

(1 YIL ÖNCE)

Seramik kursunun son dakikalarıydı. Hamurların üstü çatlamış, renkli boyalar küçük cam kavanozların içinde dağılmış haldeydi. Sınıfa hafif bir kil kokusu hakimdi. Duvarlardaki raflarda henüz pişmemiş ama özenle şekil verilmiş kupalar, tabaklar, kalp figürlü süs eşyaları duruyordu. Fondaki dinlendirici klasik müzik Eliz’e bu kursa neden başladığını hatırlatıyor gibiydi. Huzur için.

Eliz ellerine bulaşmış kahverengi çamuru lavaboda yıkarken yanına gelen Leyla, “Kanka bence en güzel tabak seninki oldu, yemin ederim.” dedi, bir yandan da saçını toparlıyordu.

“Benimkini fırına bile koymazlar,” dedi Seren, “Tabak diye yaptım daha çok foseptik çukuruna benziyor.” Üçü birlikte gülüştü.

Kursta tanıştıkları yeni arkadaşları Asya ise tam önlüğünü çıkarmıştı ki kapı açıldı.

İçeriye hafifçe esen bahar havasıyla birlikte uzun boylu bir adam girdi. Elinde dört adet zarif, sapı uzun kırmızı gül vardı. Üzerinde klasik lacivert bir kaban, boynunda gri bir atkı vardı.

“Asya,” dedi gülümseyerek, “Annem arıyor, geç kalmayalım diye geldim ama… elim boş geleyim istemedim.”

Gelen Asya’nın ağabeyi Gurur’du. Gözleri tek tek Eliz’in ve diğer kızların üzerinde gezindi ve tatlı bir gülümsemeyle ekledi, “Kadınlar gününüz kutlu olsun.”

Elindeki gülleri önce Leyla’ya, sonra Seren’e, sonra Asya’ya verdi. Sonuncuyu Eliz’e uzattığında bir an durdu. Gözleri Eliz’in gözlerinde biraz daha uzun kaldı.

Eliz gülü yavaşça aldı.

“Teşekkür ederim Gurur.” dedi sessizce.

Seren ve Leyla birbirlerine bakıp gülümsemelerini bastırmaya çalışsalar da çok başarılı olabiliyor gibi değillerdi.

Asya gözlerini devirdi.

“Hadi ama ağabey. Madem annem bekliyor, şovunu bitirdiysen çıkalım.”

Gurur kapıya yönelirken son kez arkasına dönüp Eliz’e baktı, bir şeyler söylemek ister gibiydi ama hiçbir şey söyleyemedi.

Kapı kapanınca kursun içinde kısa bir sessizlik oldu. Sonra Leyla’nın sesi duyuldu.

“Bu çocuk var ya… çok başka biri.”

“Bence de,” dedi Seren. “Yani, Eliz? O çiçeği verirken yüzüne nasıl baktı gördün mü? Abayı yaktı sana bu!”

Eliz gülü hala elinde tutuyordu. Bakışlarını onlardan kaçırıp hafifçe gülümsedi.

“Tatlı çocuk.” diyebildi sadece. Ama içi kıpır kıpır olmuştu.

Sonra toparlanmaya başladılar. Eliz masadaki kupalara doğru yöneldi birden.

“Hamurların altına isim yazmayı unuttuk!” dedi.

Seren ve Leyla “Ayy evet!” deyip çamur kalemlerini aramaya başladılar.

O an bir sessizlik daha oldu. Leyla, çamuru elinde evirip çevirirken Eliz’e baktı.

“Sen şimdi ciddi ciddi ilişki düşünmüyor musun hala Eliz? Gurur gibi biriyle mesela?”

“Hazır hissetmiyorum,” dedi Eliz, “Ama…””

“Ama ne?”

“Ama öyle işte. Boşverin kızlar.”

Eliz cümlesini tamamlamadı ama kalbinin bir köşesinde bir şeyler çoktan filizlenmişti. Cevabı kendisi de biliyordu. Bir gün hazır hissederse Gurur kesinlikle ilk tercihi olacaktı ama kim bilir ne zaman hazır hissedecekti?

-

-
-
-
-

(GÜNÜMÜZ)

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Odamda, bu devasa malikanenin en sessiz köşesinde, yalnız başıma oturmuş bir buket çiçeğe bakıyordum. Devrim’in gönderdiği o sarı kanola çiçeklerine. Aklımda çok sevdiğim bir kitaptan bir cümle dönüp duruyordu.

“Kanola çiçekleri tek başlarına büyümez, büyümeleri için yanında başka kanola çiçeklerinin de olması gerekir.”

Yatağın kenarına oturmuş öylece çiçeklere bakıyordum. Geçen sene Gurur’un bana ve diğer kızlara aldığı gülleri hatırlatmıştı bu çiçekler bana nedense. O gül günlerce başucumda dururken heyecanla ne yapacağımı bilememiştim. Sadece getirdiği güle karşı değil, Gurur’a karşı da ne yapacağımı bilememiştim hiçbir zaman. Ben hiçbir zaman bir şans verememiştim bize, biz de hiçbir zaman biz olamamıştık benim yüzümden.

Televizyonda yine bir haber kanalı açıktı. Sesini kısmıştım ama ekrandaki altyazılar sürekli dönüyordu.

“Mark Benson cinayetinde yeni görüntüler ortaya çıktı.”

Yemek yediği restorandan bulanık kamera kayıtları, kadehini kaldırdığı an, arka masalardaki siluetler tekrar tekrar gösteriliyordu. Sanki birinin ölmeden hemen önceki son görüntüsünü izliyormuşum gibi hissediyordum her seferinde. Boğazıma bir yumru oturuyordu. Ve işin garibi, içimde o gece orada olmamın bir tesadüf olmadığına dair, bu olayın bir şekilde beni de içine çektiğine dair bir his vardı.

Bütün günüm her zamanki eylemsizlikle geçerken binlerce düşünce geçiyordu kafamın içinden. Hayatım, arkadaşlarım, annem, kedim, evim... Ve bu gece. Ne beklemeliydim bilmiyordum bu geceden. Gözüm sık sık televizyonun sağ üst köşesindeki saate kayıyordu. Saat ilk kez bu kadar ağır ilerliyor gibiydi.

Önce 21.45.

Sonra 22.27.

Sonra 23.08.

Gece yarısına sadece on iki dakika kala kalbim daha hızlı atmaya başladı. Karnımda tuhaf bir sıkışma vardı. Heyecan mıydı bu? Yoksa korku mu? Bilmiyordum.

Ayağa kalktım. Uzun zaman sonra ilk kez kendi isteğimle kıyafet seçiyordum. Pencerenin önündeki koltuğun üzerine bırakılmış birkaç parça kıyafeti şöyle bir gözden geçirdim ama ne giyebilirdim ki zaten?

Önce siyah kot pantolonumu geçirdim üzerime. Sonra onun üstüne de yine siyah, sade bir tişört aldım. Saçlarım biraz dağınıktı; banyoya geçip aynanın karşısına dikildim.

Fırçayı elime alıp saçlarımı tararken göz göze geldim yansımamla.

Yine o bakış vardı gözlerimde. Umutsuz ama bir umut ışığı arayan o bakış. Devrim’in “eşit değiliz” yazan notu gözümün önüne geldi. Ve kapının önünde bekleyeceğini söylediği o cümle.

“Yarın gece dışarı çıkaracağım seni. Tam 12’de hazır ol.”

Ellerim durdu bir an. Fırça elimde öylece kaldı. Saat 23.58’di ve beni iki dakika sonra neler beklediğine dair hiçbir fikrim yoktu.

Gökyüzü gibi karanlık bir bilinmeze doğru adım atmak üzereydim ve neyle karşılaşacağımı bilmiyordum.

Saat tam gece yarısını gösterdiğinde kapı hafifçe tıklatıldı.

Bir an yerimden kıpırdayamadım. Yalnızca kapının sesini dinledim. Beklediğim anın geldiğini tam o saniyede anladım ve yavaşça yürüyüp kapıya yaklaştım. Elimi tokmağa uzattığımda bile kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Kendimi sakinleştirmeye çalıştıktan hemen sonra kapıyı araladım.

Devrim her zamanki gibi takım elbisesiyle karşımda duruyordu ama yalnız değildi.

Arkasında Ömer, Deha ve Demir vardı. Üçü de karanlık koridorda sessiz birer siluet gibiydi. Hepsinin yüzü ciddiydi. Ama Ömer’in gözlerinde küçük bir kıpırtı, sanki bir şey gizliyormuş gibi bir ifade vardı.

“Hazır mısın?” diye sordu Devrim. Sesi her zamanki gibi soğuk ve netti.

Başımı salladım.

O an Ömer öne çıktı, elinde bir şeyler vardı.

“Henüz hazır değilsiniz.” dedi Ömer. Bana ellerinde tuttuğu sarı uzun bir peruk ve üzerime birkaç beden büyük olacakmış gibi duran koyu renkli bir blazer ceketi gösterdi.

“Bunları giymeniz gerek.” dedi Ömer.

Bakışlarım sırayla hepsine kaydı. Devrim’in ifadesi değişmedi. Demir bana hiç bakmadı bile. Deha’nın gözleri bir an için gülüp gülmemek arasında tereddüt etti ama sonra hızla yere kaydı.

“Bu gece Eliz Sonay olarak çıkamayacaksın,” dedi Devrim, “Durumları biliyorsun.”

Ömer önce peruğu uzattı, ardından ceketi. Bir anlık sessizlik oldu. Yutkundum ve başka bir çarem olmadığını anlayarak peruğa ve cekete uzandım.

“Tamam,” dedim.

Ömer hafifçe gülümsedi, “Peruk için yardım edeyim mi?” diye sordu.

“Hayır,” dedim. “Yapabilirim.”

Kapıyı sessizce kapatıp içeri geçtim. Aynanın karşısına geçip peruğu başıma geçirdim.

Sarı, düz ve orta uzunlukta bir modeldi. Yüzüme o kadar yakışmıştı ki beni olduğum kişiden uzaklaştırmak için tasarlanmış gibiydi ama aynı zamanda tam da bana göreydi.

Blazer elbiseyi de üzerime geçirdiğimde artık tamamen yabancı biri gibi hissetmeye başlamıştım. Pantolonumu hızlıca çıkardıktan sonra dolapta duran birkaç ayakkabının arasından siyah bir çift babeti alıp giydim ve son bir kez aynaya baktım. Bu sarı saçların altında gözlerim bile yabancı gibi bakmaya başlamıştı bana. Ama bu gece zaten yabancı olan her şeye hazırdım.

Kapıyı yeniden açtım. Dördü yan yana durmuş yeni görüntüme bakarken ciddi kalmaya çalışıyor gibilerdi.

“Artık Eliz Sonay değilim,” dedim, “Daha çok Seda Sayan’ın gençliğini andırıyor gibiyim.”

Deha ve Demir kahkahalarla gülerken Devrim kahkahasını bastırmaya çalışıyordu.

“Son bir şey kaldı.” dedi Ömer bir adım öne çıkarak, bana açtığı gözlük kutusundan şık bir kemik gözlük uzattı.

“Gerçekten mi?” diye sordum, “Renkli lens filan olsaydı bari.”

“Yüzünü ne kadar gizlersek o kadar iyi.” dedi Devrim tekdüze bir sesle ve bir adım öne çıkıp merdivenlere yöneldi.

“Artık gidebiliriz.” dedi. Sesi daha çok “Bu kadar eğlence yeter.” der gibiydi.

Bana uzatılan gözlükleri yüzüme geçirip nasıl göründüğüme bile bakmadan peşine takıldım Devrim’in. Devrim önde, ben hemen arkasında, Deha, Demir ve Ömer ise benim arkamdaydı.

Merdivenleri sessizce inmeye başladık. Ayak seslerimiz ahşap basamaklarda yankılanmıyordu bile, sanki herkes ayarlanmış bir koreografiyle hareket ediyordu. Devrim’in sırtı tam önümdeydi. Sırtını ilk kez bu kadar uzun süre bu kadar yakından izliyordum. Omuzları dimdikti, adımları tereddütsüz.

Aşağı kata indiğimizde bizi bekleyen birkaç takım elbiseli adamın daha bize dahil olması ile koridorda bir süre daha yürüdük. Eve dair daha önce görmediğim bir kapının önünde durduk. Devrim bir düğmeye bastı. Önce hafif bir klik sesi, ardından duvara gömülü gibi duran metal kapı yana doğru kaydı.

Gözlerimi kısmadan edemedim, bu da neydi böyle? İçerisi karanlıktı.

“Geç.” dedi arkasını dönmeden, sesi oldukça kibardı.

Bir anlık tereddütten sonra içeri adım attım.

Burası geniş bir asansör kabiniydi. Yan duvarları metaldendi, tavanında ise silik bir ışık vardı. Devrim kabine doğru tek bir adım atıp yanıma geldi. Ardından diğerleri de kabine girdiğinde içeride ölüm sessizliği var gibiydi. Herkes aynı anda nefesini tutuyordu adeta.

“Bu...” dedim fısıltıyla, “...bu evin altında ne var?”

Kendimi daha fazla tutamamıştım.

“Gece çıkışları için hazırlanmış bir güzergah.” dedi Devrim. “Sana anlattığım adamların çoğu sıradan kapılardan geçmez.”

“Yani bu senin de o adamlardan biri olduğun anlamına mı geliyor?” diye soruverdim birden, “Sıradan kapılardan geçmediğine göre.”

Asansör hafif bir sarsıntıyla aşağı inmeye başladı. İnişimiz dakikalar değil, saniyeler sürdü aslında ama alamadığım cevaplar yüzünden bana çok uzun gelmişti bu iniş. Kabin durduğunda Devrim elini küçük bir tarayıcıya uzattı, parmak iziyle bir kapıyı açtı.

Önümüzde dar ve taş duvarlı bir tünel uzanıyordu. Tavandaki lambalar hareket ettikçe birer birer yanıyordu.

Ömer önümden geçip birkaç adım öne çıktı.

“Araba tünelin sonunda.” dedi. “Yirmi metrelik bir yürüyüş. Kimseye görünmeden çıkacağız.”

Tünelin soğuk havası tenime dokunduğunda içim ürperdi. Üzerimdeki ceket büyük olsa da içeriden gelen ürpertiyi durduramıyordu.

Devrim sessizce yürüyordu, biz de peşindeydik. Aklım iyice karışmıştı. Şu ana kadar Devrim’in o gece orada tesadüfen bulunan bir iş adamı olduğunu düşünüyordum fakat bu gizli geçitler, parmak izi okumalı kapılar bana bambaşka bir şeyin içinde olduğumu anlatır gibiydi.

Ayak seslerimiz taş zeminde yankılanıyordu bu kez. Tünel boyunca yürürken içimdeki korku ve merak garip bir dengede ilerliyordu. Dışarı çıkmayı her şeyden çok istiyordum ama bu özgürlük hissi bile zincirliydi. Adım attıkça özgürlüğün gerçek anlamda ne olduğunu daha da sorguluyordum.

Tünelin sonunda mat siyah bir araba duruyordu. Plakasız. Camları koyu. Kapıları açıldığında Devrim ön koltuğa geçti. Ben ise bana açılan kapıdan, arka sağ kapıdan binip geniş koltuğun ortasına geçtim. Ömer direksiyona geçti. Diğer ikisi, Demir ve Deha ise arka kapılardan binip sağ ve sol yanıma oturdular. Anladığım kadarıyla bize önden ve arkadan eşlik edecek birer araba daha olacaktı ve tüm bunlar benim bir geceliğine dışarı çıkabilmem için miydi?

Kemerimi taktım, ellerim hala titriyordu. Camdan dışarıya baktım.

“Peki nereye gideceğiz?” dedim sessizce.

Devrim başını çevirmedi. Gözleri önündeki karanlık tünele dikilmişti.

“Görmek istediklerini görmeye.” dedi yalnızca.

Elektrikli araba derin bir sessizlik içinde harekete geçti ve ben haftalar sonra ilk defa bir arabanın içinde de olsam dışarıda buldum kendimi. Devrim’in ön koltukta önce kol saatine sonra da telefonunun saatine baktığını gördüm. Sonra eğilip arabanın müzik çalarını açtı.

Demir ve Deha da kendi telefonlarıyla ilgileniyorlardı.

Araba yavaşça ilerlerken tünelden çıkmıştık. Şehir lambalarının gölgesi camlara vurmaya başlamıştı. Yol ilerledikçe ve şehrin banliyö kısmından uzaklaştıkça binalar daha sık, sokaklar daha tanıdık hale geliyordu. Devrim’in sesini açtığı müzik çalar Semiramis Pekkan’ın “Neredeysen” şarkısını çalmaya başladığında gözlerim yola bakarken dalıp gider gibi oldu. Bugün aklım nedense hep Gurur’a gidiyordu. Devrim’in bana aldığı çiçekler mi hatırlatmıştı bana onu yoksa?

İçimde bir yerlerde ukde kalmıştı Gurur’a hiçbir zaman vermediğim o şans. Belki de çok başka olabilirdi her şey.

“Neredeysen orası benim cennetim.” diyordu şarkının sözleri ve biraz daha dalıyordu gözlerim.

Hala arabanın içindeydim ama kalbim dışarı fırlamaya hazır gibiydi. Meraklı gözlerle yollara bakıyordum. Yolların bizi nereye götürdüğünü anlamaya çalışıyordum. Sorsam yine gizemli cevaplar alacaktım biliyordum, o yüzden sormak yerine sadece bekliyordum.

Bir süre sonra araba bir cadde kenarında durdu. Gözlerim refleksle cama yöneldi. Camlar karartmalıydı, dışarıdan içerisi görünmüyordu ama içeriden dışarısı gayet net bir şekilde görünüyordu. Gözlerim merakla etrafı incelerken caddenin karşısındaki karakolu gördüm.

“Buraya neden geldik?” diye sordum.

Cevap gelmedi. Devrim’in gözlerine baktığımda gözlerini dışarıya diktiğini gördüm. Sanki bir zamanlamayı bekliyordu, gözleri bir şeyleri aramaktan daha çok “Nerede kaldı bunlar?” der gibiydi.

Tam o sırada Ömer arka camlardan birini, sadece benim bulunduğum tarafı, birkaç tık açtı. Camın görüntüsü olduğundan daha net bir hale geldi ve gözlerim gecenin içinde aydınlatılmış karakol binasının önündeki iki büyük çam ağacının arasına takıldı. Dört kişi vardı o iki çam ağacının arasında. Dört tanıdık yüz.

İçimden bir çığlık yükseldi ama sesime ulaşamadı.

Seren. Leyla. Umut. Gurur.

Kapının önünde durmuş bekliyorlardı ve ben gözlerime inanamıyordum.

“Onlar...” dedim titreyen sesimle, “Onlar benim... arkadaşlarım...”

Seren elindeki telefonla birini arıyormuş gibiydi, Leyla ellerini kavuşturmuş başıyla etrafı tarıyordu. Umut ve Gurur aralarında konuşuyorlardı.

Onları görmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki nefesim kesilmişti. Farkında bile olmadan yanımdaki Demir’i cama doğru sıkıştırmış, ellerimi cama yapıştırmıştım.

Kalbim göğüs kafesime sığmıyordu, heyecanla onları izlerken gözyaşlarımın ıslattığı gözlük camıyla mücadele etmeyi bırakmıştım. Ne hissedeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Duygularım o kadar yoğun o kadar karmakarışıktı ki kendimi arabanın kapısını açıp onlara doğru koşmamak için zor tutuyordum.

“Ne işleri var burada?” diye sordum endişeyle ve heyecanla.

“Onları bu gece ifadeye çağırttım,” dedi Devrim, gözlerini camdan ayırmadan. “Senin için.”

Sesi öyle sakindi ki bir an kendi kalp atışlarımın sesinden onu duymakta zorlandım.

“Benim için mi?” dedim şaşkınlıkla, “İfadeye mi?”

“İçeride tanıdıklarımız var,” dedi Ömer açıklamayı devralarak, “Bu gece sizinle ilgili alınan tüm ifadelerin yenilenmesini sağlamalarını istedik. Siz dışarı çıkamasanız da onları bir görün istedik Eliz Hanım. Yani Devrim Bey’im öyle istedi.”

“Bu kızlar arkadaşın mı?” diye sorduğunu duydum cama yapıştırdığım Demir’in etkilenmiş bir ses tonuyla. Hüzünle gülümsedim.

“Kardeşlerim onlar benim.” dedim, “Birlikte büyüdük biz.”

Kelimeler boğazımda düğümlendi. Gözlerim karakolun önündeki o tanıdık dört siluete kilitlenmişti. Leyla aniden başını kaldırdı. Sanki bir şey hissetmiş gibi camlara baktı ama beni görmesi imkansızdı. Ellerim hala camlardaydı, gözlerim onlara yalvarır gibi bakıyordu.

“Çocuklar kim peki?” diye sordu Deha.

“Biri Umut.” dedim, “Küçük o bizden, elimizde büyüdü sayılır. Diğeri de Gurur...” dedim, başka bir şey söyleyemedim.

“Bir açıklama gelmediğine göre farklı bir durum var herhalde.” dedi Deha imalı bir gülümseme ile.

Omuz silktim. Aklım o an yalnızca sevdiklerimi izlemekle meşgul olmak istiyordu. Onlar beni göremese de en azından iyi olduklarını görebiliyordum. Eski neşeleri yoktu yüzlerinde ama yine de ayaktalardı ve hayattalardı.

“Onlara dokunamıyorum bile.” dedim fısıltıyla.

Bu cümleyi dışımdan söylediğimin farkında bile değildim.

“Evet,” dedi Devrim, “Ama hala hayattalar. Ve sen de öylesin.”

Hüzünle başımı salladım. Kahrolmuş gözlerle onları izlemeye devam ediyordum, müzik çalardaki şarkıların biri bitiyor biri başlıyordu. Elimde olsa zamanı burada dondurmak isterdim, böylece sevdiklerimi izlediğim bu noktada sona erdirmek isterdim zamanın akışını.  

“Neden içeri girmiyorlar?” diye sordum burnumu çekerek, biraz olsun sakinleşmiştim.

“Ben aldırmıyorum.” dedi Devrim, “Bekletmelerini söyledim. Sen ne zaman yeterli dersen o zaman içeri alınmalarını söylerim.”

“Neden yapıyorsun bunu?” diye sordum. Daha önemli bir soru vardı aslında, nasıl yapıyordu bunu, nasıl bu kadar güçlüydü?

“Söyledim sana,” dedi Devrim, “Borcumu ödüyorum.”

Başımı bir kez daha oraya, sevdiklerimin olduğu yöne çevirdim. Seren saatine bakıp duruyordu, Umut ve Gurur telefonlarına dönmüşlerdi, Leyla ise etrafına bakıyordu umutsuz bir yüz ifadesiyle. İstemeye istemeye bir nefes aldım.

“Tamam.” dedim sessizce, “Daha fazla bekletmesinler onları lütfen. Zaten yeterince yıpranmışlardır.”

“Emin misin?” diye sordum Devrim.

Son bir kez baktım onlara, Seren’in, Leyla’nın, Umut’un yüzlerinde gezindi gözlerim. Üçüne de sarıldığımı hayal ettim doya doya. Sonra Gurur’a çevrildi gözlerim ve içimden konuştum onunla, “Özür dilerim Gurur,” dedim ona, “Sana bir şans vermediğim için çok özür dilerim.”

“Eminim.” diye mırıldandım ve gözlerim onlarda kalırken cam kenarından uzaklaşıp gözyaşları içinde sırtımı koltuğun arka dayanağına yasladım.

Arabanın içi sessizdi, ama kafamın içi öyle değildi.

Camdan uzaklaşmış, sırtımı koltuğa yaslamıştım. Gözlerim kapanmıştı ama sevdiklerimin görüntüsü zihnimde dönmeye devam ediyordu. Seren’in dik duramayan omuzları, Leyla’nın bitkin bakışları, Umut’un sessiz duruşu, Gurur’un çaresizliği... Her biri yüreğime ayrı bir yük gibi oturmuştu.

Müzik hala çalıyordu. Yepyeni bir şarkıya geçmişti müzik çalar. Kim açmıştı, ne zaman başlamıştı bilmiyordum. Kadın bir vokalin uzaklardan gelen sesi, arabaya tül gibi yayılmıştı. Sözlerine odaklanamıyordum ama melodisi içime işliyordu. Sanki arabanın içinde değil de benim içimde çalan bir yas şarkısıydı bu. Sanki benim için yazılmıştı, melodisi öyle buruk, öyle hüzünlüydü.

Yanımdakiler fısıltıyla bir şeyler konuşuyordu. Şu an konuşan Deha mıydı, Ömer mi onu bile bilmiyordum. Duyuyordum ama dinlemiyordum. Sesleri uzak bir odada yankılanıyormuş gibi geliyordu kulaklarıma. O an onlarla ilgim yoktu adeta, anlamaya bile çalışmıyordum söylenenleri.

Kollarımı karnımın üzerinde kavuşturmuştum. Başımı yana çevirmiştim ama gözlerim hala kapalıydı. Arabanın içi serindi ama içimdeki ağırlık sıcak bir taş gibiydi. Gözyaşlarım artık tükenmişti sanki, istesem de ağlayamıyordum. Ya da ağlamak bile bir şey ifade etmiyordu artık bana. Sadece boşluk vardı içimde. Sadece huzursuz bir sessizlik.

Yolun geri kalanı boyunca kendimi onlara sarılırken hayal ettim hep. Leyla’nın gülümsemesiyle sarmalandığımı, Umut’un bana sıkı sıkı sarılıp “Abla” dediği anı düşledim. Gurur’un gözlerine baktım yeniden ama bu sefer içimde bir pişmanlıkla. Neden bu kadar geç kalmıştım? Neden her şeyi bu kadar ertelemiştim?

Belki onların bir daha beni görmelerini sağlayamayacaktım hiçbir zaman, hayatta olduğumu bilmelerinin bir imkanı olamayacaktı ama en azından ben onların hayatta olduklarını ve iyi olduklarını görebilmiştim. Devrim’e teşekkür edememiştim ama. Çünkü içten içe hem minnettar hem de kızgındım ona. Ne de olsa o da o gece girmişti hayatıma, o da o gecenin piyonlarından biriydi. Beni bilmediğim bir sebeple iyileştirmeye ve korumaya çalışıyordu. Borç dediği şey belki benim hayatımla veya kendi hayatıyla ilgili değildi sadece. Belki de onun kendi vicdanına da ödediği bir borçtu bu.

Belki de ben onun günahlarını temizlemeye çalışma yöntemiydim.

Müzik sesi biraz daha yükseldi. Ya da ben daha çok kaptırdım müziğe kendimi. Artık hiçbir konuşmayı duymuyordum. Gözlerimin arkasında karanlık bir sinema perdesi vardı ve orada sadece eski anılar oynuyordu. Bahar akşamlarının çocukluğumun geçtiği o bakımsız koğuşa dolan kokusu, kahkaha sesleri, avlu oyunlarımız... Artık sadece hatıra olan şeylerdeydi aklım.

Bir an başımı arkamda kalan deri koltuk başlığına yasladım. Derinin soğukluğu tenime dokundu. Bu soğuk temas annemle birlikte koğuşta geçirdiğimiz soğuk günlere götürdü beni. Birbirimize sarılıp ısınmaya çalıştığımız günlere. Ben kendimi, sevdiklerimi, hayatımı kaybetmiştim. Tek tesellim onların hala bir yerlerde yaşıyor olmalarıydı. En azından bunu kendi gözlerimle görebilmiştim.

Gözlerimi bir süre daha kapalı tuttum. Belki birkaç dakikalığına da olsa gerçekliğimden uzaklaşabilirdim bu şekilde. Belki biraz sessizlik içinde kalırsam yeniden toparlanabilirdim. Ve belki de yeniden başlayabileceğim bir yol bulmayı düşünebilirdim.

Arabanın hafifçe sağa yöneldiğini hissettim. Gözlerim hala kapalıydı ama değişen ışıkla birlikte bir tünele girdiğimizi fark ettim. Dışarıdaki ışıklar bir anda sönmüştü, camın ardındaki karanlık ve kapalı duvarlar göz kapaklarımın arkasından bile belli oluyordu.

Araba sarsıldı, yavaşladı ve sonra birden durdu.

Gözlerimi açıp nefesimi tuttuğumda önümüzde devasa bir metal kapı olduğunu gördüm. Mat, gri, soğuk distopik filmlerden fırlamış gibi görünen renksiz bir kapı. Neredeyse tünelin sonuna gizlenmiş bir sığınağın kapısı gibi görünüyordu. Sanki dünyanın altında gizlenmiş başka bir dünyanın girişi gibiydi ama bizim evden çıkışımız da böyle bir kapıdan olmuştu gerçi.

“Burası... neresi?” dedim sessizce.

Kapı herhangi bir komut verilmeden ağır ağır açılmaya başladı. Metalin gıcırtısı, kalbimin atışlarını bastırdı. Sanki bir sırrın kapısı açılıyordu. Sanki geri dönüşü olmayan bir eşiğin tam önündeydim. Bu insanların hayatlarının her anı bana neden distopik bir filmin içindeymişiz gibi hissettiriyordu?

Yanımda oturan Demir önümdeki kapıyı açmak için arabadan indi. Sessizce etrafı kontrol etti, sonra kapımı açtı. Beni süzmeden, tek kelime etmeden geri çekilip bekledi.

Önce inmek istemedim bir an. Ayaklarım adeta yere yapışmıştı ama içimdeki merak korkunun önüne geçti. Üstelik başıma daha ne gelebilirdi ki? Ben zaten teknik olarak ölüydüm. Yavaşça indim.

“Neresi burası?” diye sordum yeniden, bu kez doğrudan Devrim’e dönerek.

Cevabı gecikmedi.

“Boşuna hazırlanmış olmanı istemem.” dedi sadece.

Sesi tünelin duvarlarında yankılandı. Cevabı anlamlıydı ama bir o kadar da bilinmezdi. Tıpkı onun her cevabı gibi ve tıpkı bizzat kendisi gibi. Ne demek istemiş olabilirdi ki?

Beni çevreleyen adamlarla birlikte büyük kapıdan içeri girdim. İçerisi loş ışıklarla aydınlatılmıştı. Zemin betondandı. Tavanlar yüksekti, duvarlar sadeydi ama bu sadeliğin içinde bile tehditkar bir ihtişam vardı.

Tam karşımızda devasa bir asansör kapısı duruyordu.

Kapıdan daha çok bir sanayi asansörüne benziyordu bu. Yük taşımak için tasarlanmış, metalden örülmüş, üzeri büyük rakamlarla işaretlenmiş bir panelle çevriliydi. Kapılar ağır ağır yana açıldı. Hep birlikte içeri girdik.

Ne deseler sorgulamadan yapıyordum resmen, başıma tüm bunların gelmesine şaşırmamalıydım.

Bu yaşıma kadar hep gözü açık ve akıllı olduğuma inanmıştım. İnanın aptal olduğumu şu yaşımda fark etmem beni de çok şaşırtmıştı.

Ben hariç herkes nereye gittiklerini biliyor gibiydi. O yüzden ortalarında durup etrafa boş bakışlar atan ben yine yalnız kalmıştım. Başımı kaldırdım ve asansörü incelemeye başladım. Asansör panelinde ışıklı numaralar vardı.

“1... 2... 3” derken Ömer’in uzanıp “47” numaraya bastığını gördüm.

Bu, binanın son katıydı. Tam 47 kat. Bina tam 47 katlıydı!

Bu bir yer altı asansörü değildi.

Bu bir gökdelen asansörüydü.

Asansör sessizce yukarı çıkmaya başladı. Asansör yavaşça yukarı çıkarken içimi kemiren sessizlikle baş başaydım.

Bir elimle peruğumu düzelttim. Hafifçe yana kaymıştı, alnımın bir kısmını açığa çıkarmıştı. Diğer elim gözlüğümdeydi. Camını sildim parmak uçlarımla. Nefesim buğulandırmasın diye dikkatli olmaya çalışıyordum ama ellerim titriyordu. Arkadaşlarımın haftalar sonra gördüğüm yüzleri aklımdan bir türlü çıkmıyordu.

İyi olmaları beni rahatlatsa da içimde sızlayan bir yan vardı. Aralarında hiçbir yerim kalmamış gibiydi artık. Onları görmüştüm, evet. Ama onlara dokunamamıştım. Onlarla konuşamamış, hala yaşadığımı söyleyememiştim onlara. Ve bu benim için tarifsiz bir acıydı.

O sırada Demir’in sesi yankılandı arkamda.

“Ben hala ikinci katta kalınmalıydı diyorum. Siz ne diyorsunuz?”

“İkinci katın manzarası yoktur diyorum.” dedi Deha gülerek.

Demir cevap vermedi ama kaşlarını çatıp Deha’ya kınayan bir bakış attı.

Gözlerim asansör panelindeydi. Sayılar arttıkça ne kadar yükseldiğimizi fark ediyordum ve ne kadar yükseğe çıktığımızı hissettikçe boğazımdaki yumru büyüyordu. Sonunda dijital panelde 47 rakamı parladı.

Ve asansör bir çınlama sesiyle durdu. Kapılar iki yana açıldığında ilk gördüğüm şey bizi karşılayan loş ışıklı şık bir avizeydi. Avizenin ışığı altın gibi parlıyor ve gözlerimi kamaştırıyordu adeta.

Asansörden indiğimizde ise nefesim bir anlığına durdu. Karşımızda camlarla çevrili dev bir salon vardı. Tavandan yere kadar uzanan pencerelerden İstanbul’un tüm silueti görünüyordu. Boğaz, köprü, vapurlar, ışıklar, arabalar, kuleler… Hepsi oradaydı. Adeta bir maketin içine bakıyordum. Bütün İstanbul ayaklarımızın altındaydı resmen.

Bir adım attım istemsizce. Zemin cam gibi parlaktı, tavanlar yüksekti, her şey özenle dizayn edilmişti ve evet, biz şık bir restoranın içindeydik. İçeride yalnızca birkaç masa vardı ve masaların hepsi boştu ama hepsi servis için hazırlanmıştı. Loş ama sıcak bir aydınlatması vardı mekanın. Işık, dışarıdaki kasvetli geceyle içerideki huzuru birbirine karıştırmış gibiydi.

“Yani...” dedim kısık sesle, “Yemeğe mi geldik?”

Devrim bana bakmadan gülümsedi.

“Haftalardır evdesin,” dedi, “İstanbul manzaralı bir yemeğe ihtiyaç duyacağını düşündüm.”

“Ben genelde manzara karşısında yemezdim yemeklerimi.” diye mırıldandım ve boğazımı temizledim. Demir ve Deha’nın güldüklerini duydum.

Burası bana hiçbir şekilde kendi hayatımı anımsatan bir ortam değildi.  Ve ben yabancı olduğum bu hayatın tam ortasında duruyordum, sarı bir perukla, koca bir ceketle, camların ardındaki şehre bile yabancıymışım gibi.

Masalara yaklaştığımızda mekanın ihtişamı beni ikinci kez vurdu.

Yüksek tavanlarda modern avizeler ağır ağır sallanıyor, duvardaki pirinç detaylar ışığı cam gibi yansıtıyordu. Mekanın tamamında her şey ince ince düşünülmüş gibiydi. Kırmızımsı ahşaplarla kaplı duvarlar koyu yeşil kadife koltuklarla bütünlük içindeydi.

Masaların her birinin ortasında iri çiçek aranjmanları, yanlarında altın kenarlı küçük kartlar vardı. Bizi masaların başlangıcında dört kişi bekliyordu. Dördü de takım elbiseli, ve oldukça düzgün görünümlüydüler. Yaşça diğerlerinden daha büyük olan ve mekanın işletmecisi olduğunu tahmin ettiğim adam, bizi fark ettiğinde hemen doğruldu ve duruşunu düzeltti.

“Devrim Bey,” dedi saygılı bir şekilde, başını hafifçe eğerek elini uzattı, “Hoş geldiniz.”

Devrim adamın elini sıktıktan sonra adama kısaca teşekkür etti, “Bu geceyi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz şefim. Bu gece her şey misafirimiz için.”

Adam “Ne demek efendim, bizim için bir onur.” diyerek bana döndü ve elini bu sefer de bana uzattı.

“O el sıkışmıyor.” dedi Devrim ilk tanışma anımıza gönderme yaparak.

Önce gülmemek için dudaklarımı birbirlerine bastırsam da durumu hemen toparladım.

“Yoo,” dedim, “Öyle bir huyum yoktur normalde.”  

Adamın elini sıktım ve yanındaki üç çalışana başımla selam verdim. Hiçbir isim sorulmamış, hiçbir açıklama yapılmamıştı. Devrim’in varlığı her şey için yeterliydi.

“Hazır mı?” diye sordu Devrim kısa bir bakışla.

“Evet efendim, sizin için her şeyi hazırladık. Arkadaşlarım müsaadenizle servise başlayacak.” dedi şef. Ardından garsonlara dönerek göz ucuyla işaret verdi.

Mekanın ortasındaki büyük masalardan biri seçilmişti bizim için. Yuvarlak ve geniş bir masa. Üzerinde gümüş çatal ve bıçaklar, kristal bardaklar ve siyah üzerine altın yaldızlı peçeteler vardı. Her detay başka bir dünyaya ait gibiydi.

Bir garson önümde belirdi, büyük bir nezaketle sandalyemi çekti.

“Buyurun efendim.” dedi.

Başımı minnettar bir ifadeyle sallayarak oturdum. O an ne diyeceğimi bilmiyordum. Hiçbir şey söylemeden bu ihtişamın ortasına oturmak bile bana fazla gelmişti.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım mahcubiyetle.

Yanıma önce Demir oturdu, diğer yanımaysa Deha. Karşıma Devrim geçti. Yanına da Ömer. Bu dördü ile birlikte olduğum her an oturma düzenimiz hep böyle olacak gibiydi.

Garsonlar hiçbir ses çıkarmadan harekete geçtiler. Su şişeleri açıldı, bardaklara döküldü. Küçük tabaklarda başlangıçlar servis edildi. Her şey sessizdi. Bu lüksün içinde sadece tabakların hafifçe masaya bırakılma sesi geliyordu kulaklarımıza. Bir de arka fonda çalan klasik müziğin sesi. Arada çalışanların ayak sesleri duyuluyordu ama o bile dikkatlice bastırılmış gibiydi.

Devrim ve Ömer’in ufak bir bakışma anlarını fark ettiğimde Ömer söze girdi.

“Güvenlik, rota, izleme sistemleri… Her şey kontrol altında.” diye mırıldandı Ömer.

Devrim sessizce başını sallayıp önüne.

Yüzümde sakince sabit duran gözlüklerim beni o kadar rahatsız ediyordu ki çıkarmamak için zor tutuyordum kendimi. Hafifçe yerinden kaymış sarı peruğum ve omzuma bol gelen blazer ceketimi de düzeltip duruyordum. Henüz hiçbir şey yemeye başlamamıştım. Yalnızca gözlemliyordum. Hiç konuşmadan, çatalıma dokunmadan. Gözlerim bir Devrim’e, bir kardeşlerine, bir de bu altın gibi parlayan sofraya gidip geliyordu.

Gerçekten bu şıklık ve gösterişten zevk alıyorlar mıydı acaba?

Masaya servis edilen yemekler tek tek yerini alırken ortamda hala tuhaf bir sessizlik hakimdi. Sanki herkes konuşmak için servisin bitmesini bekliyordu. Kuşkonmazla süslenmiş deniz mahsullü başlangıç tabağı, ardından gelen trüflü risotto, ince ince dilimlenmiş etler… Her tabak bir sanat eseri gibiydi. Tabakların kenarlarında bile minik altın detaylar vardı.

“Bu arkadaşlar şirket mutfağımızın çalışanları,” dedi Ömer, “Buranın mutfak ekibi aslında bizim ana binada görevli. Burası Devrim Bey için ayrılmış özel bir alan. Haftanın belirli günlerinde hazırda tutulur. Genelde onun misafirleri için hizmet verilir sadece. Şefimiz ise İngiltere’nin çok ünlü Türk şeflerinden biri, dün aceleyle bizim için geldi Türkiye’ye...”

Başımı hafifçe kaldırıp Ömer’e baktım şaşkınlıkla. Gözlüklerimin camı hafifçe buğulanmıştı ama yine de gözlerimdeki şaşkınlık fark ediliyor olmalıydı.

Ömer konuşmasına tüm servis ekibi ve şef mutfağa geçince ve ortamda bizden başka kimse kalmayınca devam etti.

“Güvenlik, servis, mutfak… Hepsi tanıdık. Kimse yabancı değil. Burası sadece restoran değil, aynı zamanda korunaklı bir alan.”

“O zaman peruğumu çıkarabilir miyim?” diye sordum. Deha gülmeye başladı.

“Ne olur ne olmaz,” dedi Ömer, “Siz yine de çıkarmayın bence.”

“Pekala.” diye mırıldandım.

“Her iş çıkışı buradayız biz,” diye söze girdi Deha, “Bizim rutin bir akşam yemeğimiz bu.”

Ben şaşkınlıkla ona bakarken Demir söze atladı.

“Şirketin mutfağından tost söyleyip mesai yapıyoruz, sen inanma buna.”

“Kırk yılın başında yalan söyleyip hava atayım dedim.” dedi Deha, “Niye bozuyorsun?”

Hafifçe gülümsedim, modumu yükseltmeye çalıştıkları her hallerinden belliydi ama ne kadar çabalarsam çabalayayım dahil olamıyordum hiçbir şeye. Masadaki konuşmalar, şakalaşmalar, bana kendimi iyi hissettirebilecek tüm sözler bir camın arkasından duyuluyormuş gibi geliyordu kulağıma. Bedenim buradaydı ama ruhum hala biraz önce gördüğüm dostlarımın yanındaydı. O sokakta. O karanlık caddede.

Gözlerim merakla Devrim’e kaydı. Karşımda sessizce oturuyordu. Önündeki tabağa yalnızca birkaç kez dokunmuştu ama aslında o da masayı izliyordu. Bir an onun da gözleri bana kayar gibi oldu, sanki o da beni izliyor gibiydi ama gözlerimiz birbirlerine çarpınca ikimiz de aynı anda kaçırdık bakışlarımızı.

Devrim ile ilgili soru işaretlerim her dakika artıyordu. Kimdi bu adam? Bana anlatıldığı veya gördüğümün dışında kimdi yani? Gerçekte kimdi? Bu kadar güçlü, bu kadar etkili ve bu kadar görünmez biri olmayı nasıl başarmış olabilirdi? Ve en önemlisi, o gece orada ne işi vardı?

Gözlerim yeniden Devrim’in profiline takıldı. Soğuk ama etkileyici bir yüzü vardı. Herkesin etrafında özenle dolaştığı, herkesin bir adım geride durduğu bir adamdı o. Hiçbir açıklama yapmadan ama sert de olmadan emir veren, gözleriyle ortamı kontrol eden, birkaç kelimeyle düzeni değiştiren biriydi.

Çatalımı hafifçe elime almış ama hala yemeğe başlamamıştım. İçimde beni boğan bir şeyler vardı. Hem huzursuzluk, hem de açıklayamadığım bir güven duygusu beni iki uca doğru çekiştirip duruyordu. Tehlikenin tam ortasındaydım ama garip bir şekilde korunduğumu da hissediyordum

O anda garsonlardan biri hafifçe yana eğildi.

“Şarap servis etmemizi ister misiniz?”

Başımı kaldırıp istemsizce Devrim’e baktım. Devrim tereddütümü fark etmiş gibi başını hafifçe eğerek konuştu.

“Bu gece senin gecen.” dedi, “Bu yemek senin için. Sen nasıl istersen.”

Senin gecen. Bu söz bile hem boğazıma hem kalbime oturmuştu.

“Olur...” diye mırıldandım, “Alabilirim.”

Yavaşça başımı çevirdim, garson kadehime şarap doldururken bakışlarım manzaraya çevrildi. O kadar yüksekteydik ki altımızda yıldız gibi yanıp sönen binlerce ışık vardı. Şehir ayaklarımızın altında kalmıştı adeta, sanki bu gece gökyüzü yere inmişti de biz gökyüzüne çıkmıştık.

Başımı bir kez daha önüme çevirdim ve önümdeki tabakta süsleme gibi duran yaprağı çatalın ucuyla ittirmeye başladım. Devrim’in başını kaldırdığını ve doğrudan bana baktığını fark ettim o an.

“Bu gece…” dedi “Bu gece sadece seni dışarı çıkarmak için değil, aynı zamanda seni bizimle tanıştırmak için ayarlandı. Belki o zaman daha rahat edersin.”

Gözlerimi hafifçe kırpıştırdım ve başımı salladım. Anlamaya çalışıyordum aslında. Onları tanımam onlar için de mi önemliydi? Ben elbette ki merak içindeydim ama bunu yapmalarının tek sebebi benim merakımı gidermek miydi gerçekten?

Ömer ilk konuşan oldu.

“Kahvaltı masasındaki gibi yüzeysel şeyler anlatmak istemem bu kez.” dedi bakışlarını bana odaklayarak. “Ben aslen mühendislik okudum Eliz Hanım. Yani kağıt üstünde öyle… Gerçekte ise çözümsüz gibi görünen karmaşık şeyleri çözmeye çalışmak hep işim oldu. Sayılarla aram iyidir ama insanlarla aram daha iyidir. O yüzden Devrim Bey beni yanında tutmayı seçti. Lojistikten güvenliğe, operasyonlardan pazarlığa kadar birçok işin perde arkasında ben varım. Şu an size sessizce servis yapılan bu masada bile belki beş farklı plan yürütülüyor olabilir ve ben bunların hepsini ortaya çıkarmaktan sorumluyum.”

Kendinden emin bir gülüş vardı yüzünde. Ses tonu ciddiyetle alaycılığı ustaca dengeliyordu. Onun sadece bir “yardımcı” olmadığı şimdi daha net anlaşılıyordu. Ömer gerçekten de Devrim’in her şeyiydi.

Sıra Devrim’in kardeşlerindeydi. Deha hafifçe doğruldu.

“Ben ve Deva… Pardon…” diyerek başıyla kardeşine bakıp gülümsedi, “Pardon Demir diyecektim yanlışlıkla Deva dedim.”

Kaşlarımı çatarak onlara baktım. Deha gülerken Demir gözlerini devirerek bana döndü.

“Tamam,” dedi Demir, “Önce ben başlayayım ki Deha’dan önce ben açıklayayım. Benim ismim aslında Demir değil.”

Ben şaşkınlık ve merakla onu dinlerken Demir konuşmaya devam etti.

“Biz ikiziz. Tek yumurta ikizi olmadığımız için pek benzemiyoruz aslında. Ailemizin en baştan beri büyük hayaliymiş zaten ikiz çocuk sahibi olmak. Ve bu hayallerini biraz fazla ciddiye alıp adlarımızı da ‘Deha’ ve ‘Deva’ koymuşlar. Maalesef... Çocukluğumuz berbat geçti. Saç kesimlerimizi birebir aynı yaptırırlardı, annem takıntılı bir manyak gibi çoraplarımıza varıncaya kadar aynı giydirirdi bizi. Evin maskotu gibiydik. Bize isimlerimizle seslenmek yerine ‘İKİZLER’ derlerdi.”

Kaşlarımı kaldırıp onu dinlerken gülüşümü bastıramıyordum.

“Çocukluk fotoğraflarımızı bir görsen,” diye araya girdi Deha kahkahalarla, “Eve döndüğümüzde bir akşam ayarlayalım da gösterelim sana, çok gülersin!”

Demir sıkıntılı bir nefes aldı ve devam etti.

“Sonrası malum işte, ilkokulda bu durum beni o kadar rahatsız etmeye başladı ki önce okulda arkadaşlarıma yalan söylemeye başladım, kendimi herkese Demir diye tanıttım, ismimin kimliğe yanlış yazıldığını uydurdum. Sonra annemlerin kulağına gitti bu. Bir ton kavga kıyamet koptu tabi ama yıllar içinde kabullendiler tabi. Deva diye biri kalmadı yani. Kendi isteğimle Demir oldum.”

“Kimliğin peki?” diye sordum, “Kimliğinde ne yazıyor?”

“Deva Demir Yöner yazıyor.” dedi Demir gülerek, “Ama sen Demir demeye devam edersen sevinirim.”

“Unuttun galiba,” dedim, “D1, D2 ve D3 diyecektim ben size. İsim hafızam çok kötü.”

Masada kısa bir kahkaha yükseldi ve şaşırtıcı ama en çok gülen bendim.  Haftalar sonra ilk kez bu kadar içten gülmüştüm.

“Yani siz ikizsiniz…” dedim, o kadar farklı görünüyorlardı ki hala şaşırıyordum bu bilgiye. Üstelik karakter olarak da çok farklılardı.

Deha daha özgüvenli, daha soğukkanlı duruyordu. Demir ise ismini değiştirecek kadar özgüvensizdi ve daha alçak gönüllü duruyordu.

“İkiziz ama benzemiyoruz.” dedi Deha gülerek, “Ben daha stratejik olanım, o daha spontan. Benim işim plan yapmak, onun işi kafasına göre bozmak.”

“Tam bir takım çalışması.” diye ekledi Demir.

“Peki,” dedim gülümseyerek, bakışlarımı Devrim’e çevirmeden önce bir süre düşünsem de ona döndüm ve sordum, “Ya sen?”

O an masa biraz sessizleşti. Devrim sadece gözlerini üzerime dikti ama cevap vermedi.

Sanki “Peki ya sen?” sorum havada asılı kalmış gibiydi. Devrim çatalını sessizce tabağın kenarına bıraktı. Bir süre sadece karşısındaki İstanbul manzarasına baktı. Sonra bakışlarını nihayet bana çevirdi. Gözlerinde yine o karanlık, ölçülü ve mesafeli ifade vardı.

“Benim hikayem sonra.” dedi sade bir tonda, “Henüz anlatmaya değer bir yerde değil.”

Tam kaşlarımı çatmaya hazırlanırken, Devrim çok geçmeden devam etti.

“Üstelik bu gecenin meselesi ben değilim. Asıl sen anlatmalısın kendini Eliz.”

Anladığım kadarıyla Devrim kendisini ne olursa olsun anlatmayacaktı.

“Zaten benimle ilgili her şeyi bilmiyor musunuz?” diye sordum. Sesim yumuşak ama biraz da kırılgandı.

“Kaç yaşındayım, annemin ismi ne, nerede nasıl büyüdüm, hangi okullara gittim, hangi sokaklarda yürüdüm, kime hangi gün mesaj attım, hangisinden cevap alamadım… Bilmiyor musunuz hepsini?”

Ömer bir şey diyecek oldu ama Devrim bakışlarıyla onu durdurdu.

Hüzünle gülümsedim ve başımı hafifçe eğdim.

“Ama yine de anlatayım,” dedim fısıltıyla, “Madem benden duymak istediniz.”

Masadakiler sessizce beni dinliyordu. Sadece uzaktan gelen müzik ve mutfaktan ara sıra yükselen tabak sesleri eşlik ediyordu sesime.

“Ben… biraz ilginç bir çocukluk geçirdim, biliyorsunuzdur. Annemin işlediği büyük bir suç yüzünden onunla beraber mahkum hayatı yaşadım çocukluğum boyunca. Yine de mutlu bir çocukluk geçirdim orada. Ne şanslıyım ki az önce gördüğünüz arkadaşlarım da oradaydı benimle. Birlikte büyüdük, birlikte öğrendik her şeyi. Ve böyle işte... O felaket gecesine kadar her şey çok güzeldi, o akşam arkadaşlarıyla konsere giden bir tıp öğrencisiydim. Kendime dair hatırladığım son şey bu.”

Deha gözlerini kaçırdı. Demir sessizce başını eğdi. Devrim ise soruyu sorduğuna pişman olmuş gibi değildi de sanki içimi dökmemi istemiş gibiydi.

“Bu gece dışarı çıkmak bile… korkutucuydu.” diye mırıldandım, “Annemi o parmaklıkların arasında bırakıp dışarıya çıktığım, özgür olduğum ilk güne götürdü beni. Özgürdüm ama en sevdiğim parçam tutsaktı.”

Sonra hafifçe gülümsedim, sanki bana üzülmelerini istememiştim de gülümseyerek bunları aştığımı göstermeye çalışıyordum.

“İnanılmaz bir güç.” dedi Demir, “Ben ismimi bile yıllarca kafama takıp hayatı zehir etmiştim kendime, senin bunlarla böylesine başa çıkabilmen utandırdı beni.”

Daha çok gülümsedim.

“Saçmalama,” dedim, “Herkesin derdi kendine büyük.”

“Ama seninki de hakikaten büyükmüş be Eliz!” dedi Deha ortamın kasvetini dağıtmak için. Gülerek başımı salladım.

Devrim bir şey söylemedi ama bana baktığını görebiliyordum. Ben de ona bakınca başını hafifçe sallar gibi oldu. Bakışıyla teşekkür ediyordu. O an ilk kez, “korunmakta olan bir misafir” gibi değil de bu “masadaki bir kişi” gibi hissediyordum.

Masaya gelen yemekler bu kez daha özenli sunumlarla servis edildi. Her bir tabak adeta bir sanat eseri gibi görünüyordu. İnce tabakların üstüne işlenmiş renkli soslar, üzerine serpiştirilmiş taze otlar, özenle yerleştirilmiş küçük dokunuşlar... Her şey göz alıcıydı.

Bir süre herkes sessizce yemekleri tattı. Ardından beyaz önlüğüyle ciddi görünümlü ama yüzünde sıcak bir gülümseme taşıyan aşçıbaşı masaya geldi.

“İyi akşamlar,” dedi nazikçe. “Bu akşam için hazırladığımız menüde başlangıç olarak limon kabuklu deniz tarağı üzerinde avokado köpüğü vardı. Ardından dana kaburgayı bir gün boyunca marine edip sekiz saat pişirdik. Üzerindeki sos, kırmızı şarap ve vişneyle harmanlandı. Yanında ise tütsülenmiş patates püresi kullandık. Tatlıda ise sizi biraz şaşırtacağız, o sürpriz… Hepsi şefimizin kendi reçeteleri.”

Ömer hemen araya girdi.

“Abi tatlı sürpriz deyip korkutma bizi, biz planlı insanlarız, sürpriz sevmeyiz. Benim patronum için önceden gerekli kontrolleri yapmam gerekiyor.”

Dalga geçtiği her halinden belliydi.

Demir güldü ve söze atladı, “Ömer bizim aile için şey gibi, padişahların yanında her yemeği önceden tadan görevliler olurmuş ya, zehirlenip zehirlenmeyeceklerini görmek için...”

Masada kahkahalar yükseldi. Tam olarak adapte olamasam bile kendimi biraz kaptırabilsem gerçekten çok eğlenebileceğim insanlardı. Sohbetleri gerçekten güzeldi.

Aşçıbaşı da tebessüm etti, “Umarım bu akşamki menü memnun eder sizi.” dedi ve zarifçe başını eğip ayrıldı.

Ömer bir anda kollarını iki yana açarak garsona seslendi, “Peki müzik konusunda şef kim? Şöyle içimizi titreten bir şeyler dinlesek?”

Garson hafifçe eğildi, “İstek parça varsa memnuniyetle iletebiliriz efendim.”

O an masadaki bütün gözler üzerime çevrildi. İhalenin bana kalacağını biliyordum. Devrim hafif bir tebessümle bakıyordu yüzüme.

“Tamam o zaman,” dedim, “Madem bana bıraktınız... Yasemin Mori’den Tuzlu Su dinleyebiliriz belki.”

“İlk defa duyuyorum,” dedi Ömer, “Ama olur. Bu gece senin gecen.”

Az sonra arka fonda Yasemin Mori’nin Tuzlu Su şarkısı çalmaya başladığında kendime bunu niye yaptığımı sorgulamaya başladım. Bu şarkı o gece konserden sanayi sitesine doğru ilerlerken duyduğum şarkıydı. Şarkının puslu havası beni alıp o geceye götürüverdi bir anda. Gerçi bu şarkıyı niye seçtiğim de çok açıktı aslında. Bilinçaltım o geceyi ve yaşadıklarımı asla unutmak istemiyordu. Biraz olsun kafamı dağıtsam hemen hatırlatmak istiyordu kendini.

O sırada bir garson, ince uzun yeni şarap kadehleriyle sessizce yanımıza yaklaştı. Kristal kadehler masaya zarifçe bırakıldığında ben hala ilk kadehimi bile bitirmiş değildim. Parmaklarım kadehi tutarken gözlerim hala camdaydı. Sonra başımı biraz eğip bir yudum aldım kadehten. Şarkı beni bu geceden alıp götürmüştü. Şarap boğazımdan inerken sanki bir düğüm çözülür gibi oldu ama tam da çözülmedi.

Onlar masada sohbet etmeye devam ederken ben bir süre gözlerimi üzerlerinde gezdirdim. Her biri gülüyordu, konuşuyordu, Devrim bile mutlu görünüyordu kardeşleriyle konuşurken. Ama benim aklım o gece yaşananlar ile karakolun önünde bekleyen o dört silüette kalmıştı. Yüzlerindeki yorgunluk aklımdan çıkmıyordu.

Kadehimi elime aldım ve sessizce ayaklandım.

“Müsaadenizle ben biraz manzarayı izlemek istiyorum,” Ve gülümseyerek ekledim “Merak etmeyin, peruğum ve gözlüğüm takılı kalacak!”

Devrim bakışlarıyla yalnız kalma isteğimi anlayarak başını hafifçe salladı ama gözlerindeki endişeyi görebiliyordum.

Onları arkamda bırakarak kendi isteğimle açtırdığım ama ruhuma acı veren şarkı ile birlikte büyük camların önüne doğru yürüdüm. Muhteşem İstanbul manzarası önümde uzanıyordu. Bu şehirde gece tüm karmaşasına rağmen büyüleyiciydi. Şehir ışıkları ruh halim gibiydi, bir yanıp bir sönüyorlardı. Trafik lambaları, köprüler, uzaktaki vapurlar… Bu şehirde hiçbir şey durmuyordu. Sevdiğim insanların da ayaklarımın altında kalan bu şehrin içinde bir yerlerde yaşadıklarını bilmek manzarayı izlerken onları da izliyormuşum gibi hissetmeme yardımcı oluyordu.

Kadehimi camın kenarına koydum ve ellerini cama dayadım. Gözlerimi kapatmadım bu kez çünkü gördüğüm her şeyin içinde kaybolmak istedim. Görmek istedim her şeyi. Ezberlemek istedim bu şehrin her bir sokağını.

Arkamda kalan bu masa, bu insanlar, tüm bunlar yabancıydı bana. Tanımadığım bir dünyadan çıkagelmiş ve beni korumak için sarıp sarmalamışlardı. Ama ben hala oradaydım. Geçmişimde, gerçekliğimde, sevdiklerimde. Gurur’un getirdiği o gülün dikeninde takılı kalmıştım.

Kadehimden bir yudum daha aldım. Gözlerim hala aşağıdaydı, sanki daha dikkatli bakarsam onları bir kez daha görebilirmişim gibi şehri izliyordum çaresizce.

Şarkının sözleri ruhumun ardına kadar sızıyordu ve o an kendime sorduğu tek bir soru vardı, ben kimdim artık?

Camın önünde şehri izlerken yalnız olmadığımı fark ettim. Yanımda beliren siluete yan gözle baktığımda Devrim’in sessizce yanıma geldiğini gördüm. Elinde bir kadeh kırmızı şarap tutuyordu. Duruşu her zamanki gibi dikti. Benimle aynı hizadaydı ama doğrudan bana bakmıyordu. Onun gözleri de benimkiler gibi manzaradaydı.

Bir süre sessizlik oldu. Yalnızca uzaklardan gelen şehir uğultusu ve içeriden çalan şarkının melodisi vardı kulaklarımızda. Tabi bir de çocukların masadan gelen konuşmaları duyuluyordu.

Niye geldiğini, neden masada değil de burada olduğunu sorgularken Devrim konuşmaya başladı. Sesi alçaktı, sanki beni incitecek bir şey söylemekten korkuyor gibiydi.

“Şehir uzaktan daha sakin görünüyor, değil mi?” diye sordu.

Başımı hafifçe çevirdim ama cevap veremedim. Sadece elimde tuttuğum kadehe çevirdim gözlerimi.

Devrim bir yudum daha aldı şarabından ve konuşmaya devam etti.

“Yukarıdan bakınca her şey çok huzurlu görünüyor. Şehrin arka sokaklarında olan biteni kimse bilmiyor. Buradan sadece ışıklar görünüyor, deniz, kuşlar, akıp giden yollar...”

Kendimi tutamayıp söze girdim.

“Keşke hep uzaktan bakabilseydik bu şehre.”

Devrim önce kısa bir iç çekti,  sonra bir anlık bir duraksamadan sonra söze girdi.

“Bazen uzaktan da tehlikeli olabiliyor, nereden biliyorsun diye sorma.” Yüzünde alaycı bir gülümseme vardı.

Gözlerimi ondan ayırıp bir kez daha şehir ışıklarına çevirdim.

“Sorsam da anlatmazsın zaten.” dedim, “İsmin dışında ne biliyorum ki.”

Kısa bir sessizlik oldu. Devrim’in bunu da cevapsız bırakacağını adım gibi biliyordum.

“Gece uzun,” dedi Devrim kadehini hafifçe kaldırarak, “Belli olmaz belki bir şeyler dökülür ağzımdan."

Bu sefer alayla gülümseyen bendim.

“Sarhoş olup bana dökülmeni umacak halim yok.” dedim.

Devrim bana dönüp bir an sessizce baktı, kaşları muzip bir ifadeyle çatılmıştı ama hemen ardından manzaraya döndü.

“Ben zaten çoğu şeyi doğru zamanda söyleyemem.” dedi.

Sözlerinden bir anlam çıkarmaya çalışsam da Devrim’in yüzünde her zamanki gibi okunamayan o maske vardı. Sözleri bile maskeliydi ve o maskeyi bir saniye bile kaldırmıyordu.

Bir süre birlikte sessizce şehri izledik. Konuşmamızın çok da bir anlamı yoktu bana göre çünkü konuşan hep ben olacaktım, o hiçbir şey anlatmayacaktı. O yüzden sessizce İstanbul’u izlemeyi tercih ettim ben de. Camların ardında kalan İstanbul bir yandan çok tanıdık, bir yandan da çok yabancıydı bana.

Devrim son bir yudum aldı şarabından.

“Şimdi bu güzel manzaranın karşısında durup hayatımı anlatsaydım sana, bir anlamı kalacak mıydı manzaranın?”

Ona hayatını anlatması için ısrar etmemiştim oysa ki. Konuyu sürdürdüğüne göre belli ki onun içinde kalmıştı.

“Sana hayatını anlatman için yalvarmıyorum,” dedim, “Çocukluğunu, aileni, hobilerini merak etmiyorum zaten.”

Bakışlarımı şehirden ayırdım ve ona döndüm, uzun zamandır içimde tuttuğum kelimeleri nihayet yavaş yavaş dile getiriyordum. Sesimi yumuşak tutmaya çalışsam da içimdeki sarsıcı huzursuzluğu saklayamıyordum.

“Masada herkes kendini anlattı…” dedim, “Geçmişini, hikayesini, çocukluğunu, acılarını, neşesini...”

Bir nefes aldım. Gözlerim hala Devrim’in gözlerindeydi ama o camdan dışarıyı izliyordu.

“Bir tek sen sustun Devrim.” dedim.

Bana bakmıyordu, gözleri hala şehrin ışıklarındaydı. Bekliyordu, sanki eninde sonunda konunun bu noktaya geleceğini biliyor gibi bakıyordu gözleri.

“Kim olduğunu bilmiyorum. Ne iş yaptığını, ne sakladığını, neden herkesin sana bu kadar saygı duyduğunu bilmiyorum.”

Devrim’in bakışları artık şehrin ışıklarına bakıyor gibi değildi de uzakta bir yerlere dalıp gitmiş gibiydi.

“Ve en önemlisi…” diyerek devam ettim titreyen sesimle, “O gece orada ne işin vardı bilmiyorum Devrim. O adamlarla bağlantın ne bilmiyorum. Madem beni koruyacak kadar merhametlisin o zaman o gece orada ne yapıyordun anlayamıyorum.”

Devrim bir an başını eğdi. Bu soruları duyacağını biliyordu ama bu soruları duyduğu an ne tepki vereceğini hesaplayamamış gibiydi. Şarap kadehini elinde evirip çevirdi. O anki sessizlik saatler süren bir gerilim gibi çökmeye başlamıştı üzerime.

“Eliz,” dedi sonunda, sesi sakin ama derindi, “Sorularına cevap istiyorsun biliyorum ama bu soruların cevabı seni tatmin etmeyecek.”

Karşılık vermek yerine susmayı tercih ettim. Ne desem boştu, hiçbir soruma cevap vermeyecekti. Devrim benden hiçbir şey duyamayınca gözlerini nihayet bana çevirdi. Yüzünde ilk kez bu kadar yorgun bir ifade görüyordum.

“Benim adım sadece bir isim.” dedi bir anda, “Kullandığım kartvizitler sadece etiket. Giydiğim takım elbiseler sadece birer maske. Bunların hiçbiri benim kim olduğumu anlatmaz sana.”

Gözlerim kısıldı, neredeyse bir fısıltıya dönüşen sesimle merakla sordum.

“O zaman ne anlatır senin kim olduğunu?”

Devrim derin bir nefes aldı, sonra gözlerini yine şehre çevirdi.

“Yaptıklarım.” dedi.

Sonra bir süre daha sustu. Ben merakla onu izlerken o şehri izlemeye ve şarabını yudumlamaya devam ediyordu.

“Eliz...” dedi, “O gece neden orada olduğumu bilmek istemezsin. Ama ben o gece orada olmasaydım sen bugün yaşıyor olmayacaktın. Bunu biliyorsun, değil mi?”

“Ama eğer sen onlardan biriysen... o gece o plana dahil olan o adamlardan biriysen...” derken sesim titriyordu, ben cümlemi tamamlayamadan Devrim sözümü kesti.

“Ben o gece oraya seni almak için gelmedim elbette,” dedi Devrim. “Ama seni bulduğumda... tüm plan değişti.”

O kadar çetrefilli konuşuyordu ki söylediği her şeyin ucu açıktı. Söylemek istediği tek şey şuydu aslında : “Ben senin hayatını kurtardım, gerisini sorgulama.” Ama bu benim duymak istediğim şey değildi. Benim ondan duymak istediğim tek şey o adamlarla iş birliği içinde olup olmadığıydı. Ötesi değil.

Aklımda binlerce düşünce, kalbimde dolaşıp duran binlerce his vardı ama ağzımdan hiçbir kelime çıkmadı.

Camın ardından İstanbul sessizce bizi izliyordu. Biz onu ne kadar izliyorsak o da bizi izliyordu adeta. O an Devrim’in içinde de böylesine karmaşık bir şehir olduğunu fark ettim. Güvensiz, karmaşık, kuytu köşeleri olan koca bir şehir.

Ve belki de artık o şehre bir adım daha yaklaşmıştım.

Gözlerimi kaçırmadan Devrim’in yüzüne baktım. Artık sustukça içimde büyüyen bütün sorular tek tek dilime vurmaya başlamıştı. Bu kez sesim daha netti, daha kararlıydı.

“Beni orada… o sandıkta bırakabilirdin.” dedim.

Devrim kaşlarını çatmadan sadece dinliyordu.

“Ölümün kıyısındaydım. Beni orada bıraksaydın kimse seni yargılamazdı, kimse görmezdi, kimse duymazdı. Belki kimse benim orada olduğumu bile bilmeyecekti. Ama yapmadın. Beni o sandıktan çıkarıp buraya getirdin. Beni iyileştirdin, korudun. Bu temkinli görüntünün altında iyi bir kalp var, biliyorum.”

Devrim’in yüzünde birkaç kas hareket eder gibi oldu ama bana bakmıyordu bile. Ona bir adım yaklaştım, artık yalnızca gözlerimle değil, tüm varlığımla hesap soruyordum.

“Peki o zaman…” diye devam ettim konuşmaya, sesim çatlamaya başlamıştı. “Beni kurtarmak için kendini tehlikeye atacak kadar iyi kalpli biri nasıl olur da o gece o infaz toplantısında orada olur? O adamların arasında? O infazın bir parçası gibi...”

Sonra bir süre durdum ve buna inanamıyormuşum gibi sessizce ekledim, “Oradaydın Devrim.”

Devrim’in bakışları bir an için karardı. Sanki yüzünün tamamına ince bir gölge düşmüş gibiydi. Elindeki şarap kadehini camın ortasından geçen metal korkuluğa yasladı, gözlerini gözlerime çevirdi ama bir şey söyleyemedi.

Sessizlik içimdeki binlerce cevapsız soruyu büyüttü.

“Neden?” diye sordum bu kez, fısıltıya yakın ama keskin bir sesle. “Neden oradaydın Devrim?”

Gözlerini cama çevirdi. Şehrin üzerine çöken gece Devrim’in sessizliği kadar ağır geliyordu o an bana.

“Söyledim sana,” dedi yalnızca, “Alacağın hiçbir cevap seni tatmin etmeyecek.”

Bir süre bakışlarımı ondan ayıramadım. Bir adım geri attım. Camdan dışarı baktım ve kendimi Devrim’e karşı tamamen kapatır gibi oldum. Oysa bu soruları sorarken gerçekten de bir şeyler duyabileceğime inanmıştım ve duyacağımı umduğum sözlerin beni tatmin edeceğine, Devrim’in o gece orada bambaşka sebeplerle bulunmuş olabileceğine inanmıştım.

Yüzlerce metre aşağıda uyumayan bir şehir vardı. Işıklar, yollar, arabalar… Hayat akıp gidiyordu. İnsanlar bu gece belki sinemaya gitmişti, belki sevgilileriyle buluşmuştu, belki de arkadaşlarıyla bir kafede oturmuşlardı. Ama ben, Eliz… hayatımın orta yerine bırakılmış bu karanlık masalın başrolündeydim ve artık sorularıma cevap almaya bile hakkım yoktu.

Derin bir nefes aldım. Devrim’e dönmeden konuştum bu kez, sesim biraz daha boğuk, biraz daha uzaktı.

“Ben bu gece senden o gece orada olmanın sadece bir tesadüf olduğunu duyacağımı ummuştum. Ya da o adamlarla hiçbir bağının olmadığını, oraya başka bir görüşme için gittiğini ve o gecenin böyle bir noktaya sürükleneceğini bilmediğini duymayı ummuştum. Belki de ben yalnızca kendimi kandırmak istiyorum... Belki bir ‘iyiler ve kötüler’ masalı anlatmanı bekliyorum bana. Ama yok sanırım, değil mi? Her şey bu kadar basit değil.”

Devrim bana bakıyordu. Gözleri yine duvar gibiydi. Ne inkar ediyordu ne de kabul ediyordu. Bu sessizlik de bir cevaptı aslında.

“Belki de...” diye mırıldandım, “Belki de ben fazla safım.” Sonra başımı yana çevirdim. Sesim bu kez neredeyse fısıltı gibiydi, sanki artık onunla konuşuyor gibi değil de kendi kendime söyleniyor gibiydim. Sessizce ekledim.

“Ve o gece oraya niye geldiğini bile bilmediğim bir adamın misafiriyim şimdi.”

Bu kelime canımı yakıyordu artık. Misafir.

“Belki de bu misafirliğin sonu gelmeli artık.” diye mırıldandım, “Ben kendimi daha fazla kandırmadan, senin ‘kötüler’e dahil olmadığına dair kendi içimde uydurduğum masallara daha fazla inanmadan.”

Sessizlik bir kez daha geceye yayıldı. Devrim yine hiçbir şey söylemedi ama artık ben de susacaktım yoksa bu tek taraflı sessizlik hasta edecekti beni. Tek kelime daha etmeyecektim bu konuda. Kadehimi yanımdaki sehpaya bıraktım, camdan bir kez daha şehre baktım.

Ne o dönüyordu masaya ne de ben. Öylece durmuş geceyi izliyorduk. Oysa ben şehre değil, iç dünyama bakıyordum aslında. Ve o an bir düşünce çarpıp geçti zihnimden. Sırtımdan yukarı doğru bir ürperme yayılıverdi bir anda. Gözbebeklerim küçüldü, kalbim aniden hızlandı.

Ya bu misafirlik... sadece bir iyilik değilse?

Ya bu misafirlik baştan beri bir kontrol altına alma biçimiyse?

O gece gördüklerimi düşününce bir kez daha nefesim daraldı. Kan, silahlar, adamlar, diplomatın cansız bedeni. Ve o adamların arasında duran, kımıldamadan olan biteni izleyen... Devrim.

Gözlerim yavaşça çevrildi, Devrim’in yüzüne kaydı bakışlarım. Duygularını saklamayı bu kadar iyi başaran bu adam belki de sadece iyi görünmeyi bilen biriydi. Belki de bu bir planın bir parçasıydı. Belki de beni sadece susturmak için, bildiklerimi anlatmadığımdan emin olmak için saklıyordu evinde. Beni öldürmemişti ama bir sandıktan alıp bir kafese koymuştu adeta. Altın bir kafese.

Ve bunun adına misafirlik demişti.

Gözlerim bu ihtimali düşünür düşünmez hafifçe doldu ama hemen toparlanmaya çalıştım. İçimde bir karar şekillenmişti. Bu adamın yanında daha fazla kalamazdım. Aileme, tanıdıklarıma veya arkadaşlarıma gitmek onları tehlikeye sokacaktı, bunu da biliyordum. Artık bu yükle baş başaydım ve bu işin içinden tek başıma çıkacaktım.

Yalnızca birkaç gün daha o evde, onlarla kalacaktım. Sonra şüphe yaratmadan, iz bırakmadan çıkıp gidecektim oradan. Kararım netti. Derin bir nefes aldım.

Sonra yüzüme ifadesiz, sakince bir maske yerleştirdim. Şarabımı dudaklarıma götürüp son bir yudum aldım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi başımı çevirip Devrim’e baktım.

“Yemekler soğuyacak,” dedim sakin bir ses tonuyla. “Masaya dönelim mi?”

Devrim başını salladı ve birlikte masaya yöneldik. Ben önde, Devrim arkadaydı. Adımlarımda hiçbir telaş yoktu ama içimdeki kararlılık alev alev yanıyordu artık. Bu gece itibariyle, misafirlik bitmek üzereydi.

Masaya döndüğümüzde Ömer, Deha ve Demir’in tatlı sohbetlerine dahil olmaya çalıştım. Gergin görünmek istemiyordum, sanki bu yemek ve aklımdaki soruları sormak bana iyi gelmiş gibi görünmek en mantıklı seçenek olacaktı. Bir süre boyunca sadece sohbetlerini dinleyerek bir şeyler atıştırmaya devam ettim. Arada gülümsüyor, kısa cevaplar vererek dahil oluyordum sohbetlerine. Devrim ise masadan tamamen kopmuş gibiydi. Hatta Deha bir ara Devrim’e dönüp “İyi misin abi sen? Modun düştü gibi.” deyince göz göze geldik ama Devrim o andan itibaren boğazını temizledi ve toparlanıp aramıza döner gibi oldu ama gecenin o andan itibaren daha da hareketleneceğinden kimsenin haberi yoktu.

Garsonlar artık tatlı servisi hazırlığına geçmiş ve tatlı tabaklarını masaya bırakmaya başlamışlardı ki büyük cam kapılar hızlıca açıldı. Ben merakla başımı kaldırdığımda içeriye siyah topuklularını yere vura vura yürüyen zarif ama öfkeli bir kadının girdiğini gördüm.

Üzerinde beline kadar oturan krem rengi bir trençkot vardı. Uzun kızıl saçlarını geriye taramış, kalın dudaklarına ise koyu bordo ruj sürmüştü. Adımları tedirgin edici derecede sakindi.

“Lale.” dediğini duydum Devrim’in şaşkınlıkla.

Gelen oydu. Devrim’in nişanlısı.

"Demek gerçekten buradasın," dedi gözlerini doğrudan Devrim’e dikerek.

Masadaki herkes bir anda sessizleşti. Deha ve Demir birbirlerine kaş göz işaretleriyle bir şeyler söylemeye çalışıyor gibilerdi.

Lale yürümeye devam etti ve birkaç adımdan sonra masanın tam önüne geldiğinde durdu. Masaya vardığında ise gözleri benim üzerimdeydi.

"Bu da yeni misafirin mi?” diye sordu, “Evde bir tane, yemekte bir tane, başka nerede var?”

Beni tanımamış mıydı? Peruk ve gözlük gerçekten bu kadar işe yarıyor muydu yoksa bana kahvaltıda tanıştığımızda hiç mi dikkat etmemişti?

Devrim yüzünde öfkeli bir ifadeyle başını kaldırdı ama yerinden kıpırdamadı bile.

"Lale." dedi bir kez daha. Sadece adını söyledi. Ne bir selam verdi, ne de bir açıklama yaptı.

Lale bir adım daha yaklaştı, "Beni bulmak bu kadar kolayken, seni bulmak neden bu kadar zor Devrim?” dedi, "İki gündür ulaşamıyorum sana. Bir çalışanın bana yardım etmeseydi burada olduğunu bile öğrenemeyecektim.”

Bu cümleyi duyan Devrim’in öfkeli bakışları bir an Ömer’le buluştu. Sonra sessizce başını eğdi ve çok yavaş, neredeyse dudakları kıpırdamayacak şekilde fısıldadı.

“Kim olduğunu bul ve kov onu.”

Sesi o kadar kısıktı ki nişanlısının bu cümleyi duyduğunu sanmıyordum. Ama bir şeylerin ters gittiği belliydi.

"Bir şey söylemeyecek misin Devrim?” dedi Lale.

Devrim’in cevabı ise kısa ve tahammülsüzceydi.

“Zaten konuştuk Lale.”

Bu gerçekten insanı delirtmeye yetecek kadar umursamaz bir cevaptı. Öyle de oldu. Devrim hayatındaki herkesi sessizliğiyle delirtebilirdi. Lale öfkeli gözlerle önce bana, sonra Devrim’e baktı ve eline denk gelen ilk kadehi yere devirip öfkeyle kapıya yöneldi. Ardından arkasına bile bakmadan uzaklaştı.

Lale’nin topuk sesleri uzaklaşırken restoranın kapıları tekrar kapandı. Masaya ağır bir sessizlik çöktü. Kimse hemen konuşamadı. Sanki herkesin bu birkaç dakikayı sindirmeye ihtiyacı vardı. Bu çok hızlı bir geliş ve çok hızlı bir gidiş olmuştu.

Devrim’in bakışları kapanan kapının üzerinde dikili kalmıştı ama yüzünden herhangi bir duygu okunmuyordu. Sonra sessizliği ilk o bozdu.

"Kusura bakmayın," dedi, sesi alçak ve yorgundu, "Aramız biraz bozuktu da...”

Demir alaycı bir ifadeyle konuştu, “Aaa!” dedi, “Aranız mı bozuk abi? Gayet iyi gibiydiniz az önce.”

“Ne zaman iyiydi ki aranız?" dedi Deha.

Ömer kendini tutamayıp gülerken havanın ağırlığı biraz dağılmıştı ama benim içimdeki huzursuzluk kalıcıydı.  Devrim ise bu esprilerin hiçbirine katılmadı. Yalnızca başını hafifçe salladı ve yorgun bir edayla önüne döndü.

“Öyle işte,” dedi Devrim, “Düzelir. Merak etmeyin.”

“Hiç merak etmiyoruz abi ya.” dedi Demir.

“Tamam DEVA, uzatmasan mı acaba?” dedi Devrim kardeşinin travmatik isim meselesine gönderme yaparak.

Lale’nin gelişiyle birlikte Devrim’in bakışlarındaki değişim belli oluyordu. Her şey üst üste gelmiş gibiydi onun için. Ben de içimde art arda biriken düşünceler ve sezgilerle, sessizliği kendime bir kalkan yapmıştım o andan sonra.

Devrim sandalyesine geri yaslanmış, kadehine bir daha hiç dokunmamıştı. Gözleri ara sıra manzaraya, ara sıra boşluktaki bir noktaya takılıyor, zihninde dönüp duran meselelerin izleri yüzüne yansıyordu. Onun da keyfi kaçmıştı, bu belliydi.

Ama Ömer ve ikizler, Lale’nin kısa baskınının etkisini üzerlerinden atmış gibiydi. Gerçi onlar bu baskından pek etkilenmemişlerdi hatta bu baskın onları fazlasıyla eğlendirmiş gibiydi.

Ömer kadehini hafifçe kaldırıp şarabı ışığa doğru tutarak söze girdi. Sözleri bana olmalıydı çünkü doğrudan bana bakarak anlatıyordu.

“Bu şarap, Floransa’daki bağlardan geldi. Devrim Bey’in orada yıllardır sahibi olduğu bir çiftlik var. İnanmayacaksınız ama bu üzüm bağlarının ilk fidanlarını dedeleri diktirmiş. Şimdiyse her yıl sadece çok sınırlı sayıda şişe ürettiriyor ve yalnızca özel günlerde açtırıyor.”

Demir araya girdi.

“Yani bu şaraptan içebilmek için Floransa’da bir bağın olması gerekir Eliz.”

O sırada Deha söze atladı.

“Ya da Devrim Ali Yöner’in misafiri olmak gerekir...”

Gülümsedim.

“Şanslıyım,” dedim imalı bir ses tonuyla.

Yüzümde ise hiç de şanslı hissediyormuşum gibi bir ifade yoktu. Muhabbet uzamasın diye boğazımı temizledim ve sandalyemi kibarca geriye doğru ittirdim. Çünkü artık bu gecenin de bu misafirliğin de bitmesini istiyordum.

“Müsaadenizle,” dedim, “Ben lavaboya gideceğim.”

Ömer hemen yerinden kalktı ve nazik bir ifadeyle yanıtladı beni.

“Ben size eşlik edeyim isterseniz, restoranın tuvaletleri biraz karışık.”

Ama Devrim, Ömer daha masadan yeni kalkmıştı ki elini hafifçe kaldırarak onu durdurdu.

“Gerek yok, ben eşlik ederim.” dedi, sesi yumuşaktı ama aynı zamanda da tartışmaya kapalıydı, “Ne de olsa benim misafirim.”

Ömer sandalyesine geri otururken ben boğazımı temizleyerek hiçbir şey söylemeden beni bekleyen Devrim’in peşine takıldım. Salonun yüksek tavanında yankılanan hafif müzik eşliğinde loş koridordan geçerken adımlarımızın sesleri birbirlerine karışıyordu. Sanki her adımım bir öncekiyle çelişiyor gibiydi, gitmekle kalmak arasında, güvenmekle korkmak arasında...

Lavabonun bulunduğu kapının önünde durduğumuzda ona bakmadan başımı salladım.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım, “Sen masaya dön istersen, yolu kendim bulabilirim.”

“Bekliyorum.” dedi Devrim.

Bekleyeceğini söylemesi üzerine birkaç saniye daha baktım ona. Ardından başımı hafifçe eğerek kapıdan içeri girdim.

Lavabonun başına geldiğimde ellerimi lavabonun iki kenarına koydum ve başımı öne eğdim. Bir süre öylece durduktan sonra başımı kaldırıp kendime baktım. Yansımam bir yabancı gibiydi. Sarı bir peruk, kemik gözlükler, bu kıyafetler... Ama asıl yabancı olan dış görünüşüm değil, içimdekiydi.

“Ne yapıyorum ben burada?” diye geçirdim içimden.

“Ne yapıyorum?”

Eğilip ellerimi yıkadım. Tuvalete gelme sebebim bile yalnız kalmak ve kendimle yüzleşebilmekti. Gözlerime bakmak istemiştim yalnızca. Gözlerimdeki yorgunluğu görmek, kafamdaki uğultuyu tanımak istemiştim. Kim olduğumu hatırlamak istemiştim. Sonra gözlüğümü düzelttim, peruğumu hafifçe çekiştirdim ve kendimi toparladım.

Derin bir nefes aldım. Ama içime dolan hava bile yetmedi bana çünkü kendimi artık güvende hissetmiyordum. Devrim’in beni yanında tutma sebebinin beni “susmam için kontrol altında tutmak” olabileceği ihtimali beni mahvetmişti. Sanki göğsümün ortasında görünmeyen bir ağırlık vardı ve ne kadar derin nefes alırsam alayım oraya ulaşamıyordu. Devrim’in kapıda beni beklediğini biliyordum ve bu da beni iyice geriyordu.

Bir anlığına burası çok sıcakmış gibi hissedince kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açtığımda loş koridorun ışıkları bile gözlerime fazla geldi. İçimdeki stres artık çok olmaya başlamıştı. Yüküm giderek artıyordu ve ben artık bu yükü kaldıramayacak gibiydim.

Adımlarımda bir gariplik vardı sanki, ayaklarımın altı tam olarak yere basmıyordu adeta. Her şey yavaşlamıştı. Tavandaki ışıklar, duvardaki gölgeler…

Sonra birden kulaklarım uğuldadı. Bir anlık bir kararma yaşandı gözlerimin önünde. Devrim’i görmeye çalışır gibi oldum ama her yer bulanıklaşmıştı. Duvardan destek almaya çalıştım ama elim boşluğa denk geldi.

O anda bir ses duydum. Duymayı umduğum ses bu olmasa da en azından tanıdıktı.

“Eliz?”

Sendelemiştim, lavabodan dışarı adım attığım an yere düşecek gibi olmuştum ama biri beni tuttu.

“Devrim.” diye mırıldandım güçsüz bir sesle.

Bir kolunu sırtıma dolamış, diğer eliyle belimden kavramıştı.

“Neyin var?” diye sordu endişeyle.

Başım istemsizce göğsüne yaslandı çünkü boynumu asla dik tutamıyordum. Gözlerimi kapattım. Orada birkaç saniye boyunca sadece onun kalp atışlarını duyduğum bir an yaşadım.

“Bir şeyim yok,” dedim fısıltıyla, “Sadece biraz başım döndü...”

“Nasıl bir şeyin yok?” dedi Devrim, sesi hala çok endişeliydi.

Gözlerimi yavaşça açtım. Kendime gelir gibi olduğumu anladığım an kaşlarımı çatarak elimi alnıma götürdüm ve beni saran kollarına baktım.

“Bırakabilirim istersen,” dedi beni tutmasından rahatsız olduğumu düşünerek, “İyi misin?”

Gözlüğümü düzelttim ve hafifçe doğruldum.

“Sadece biraz başım döndü.” dedim, “Şimdi iyiyim.”

“Gel,” dedi beni koridordaki puf koltuklardan birine çekerken, “Otur şöyle. Su getirteyim.”

Başımı ‘hayır’ der gibi salladım.

“Masaya döneyim ben.” dedim, “Daha iyiyim, gerçekten. Sadece başım döndü.”

Adımlarım hala sendeler gibiydi ama bu sefer aynı duruma düşmeyecektim. Bu gece bana ne oluyordu bilmiyordum ama artık bu stresle başa çıkamıyor olduğumu kabullenmeliydim.

Devrim arkamdan endişeyle gelirken ben önden masaya doğru ilerliyordum ve kalbim içimdeki huzursuzlukla öyle hızlı atıyordu ki adeta çırpınıyordu. Ruhumun ne istediğini ve ne istemediğini biliyordum.

Bana istediğim cevapları vermediği müddetçe hayatımı kurtaran bu adama güvenemezdim ve o evde kalmaya devam edemezdim. Bundan sonrasında tek başıma olacaktım ve bu kaçış bana bambaşka felaketler getirecekse de bunu kabul edecek, kaderimle yüzleşecektim.

Misafirliğim buraya kadardı...

Kararımı vermiştim.


-

YAZARIN INSTAGRAMI : beyzalkoc
HİKAYENİN INSTAGRAMI : misafirkitapresmi