9.Bölüm : Benim Karanlık Yanım.

Beyza Alkoç
0

9.Bölüm : Benim Karanlık Yanım.

Gece boyunca yolda on beşer dakikalık molalar vere vere yürüdük. Gerçi gece miydi, gündüz müydü bilmiyorduk. Zaman kavramından bile öylesine uzaktık ki içine girdiğimiz an hayranlıkla izlediğimiz bu plato giderek mahvoluyordu. Ellerimizdeki şemsiyeleri bırakmamız ıslanmakla kalmayıp baştan aşağı çamura bulanabileceğimiz anlamına geliyordu. İçerisi giderek soğuyordu. Tam üç evi pas geçmiştik. Yedinci evde dinlenecek ve yola öyle devam edecektik.

“Geldik, kara göründü!” diye bağırdı önden giden Eren, “Yedinci ev!”

Sonunda dinlenecek olduğumuz fikri hayal gibiydi. O kadar yorulmuş ve o kadar üşümüştüm ki saatlerce uyumak istiyordum. Yine de bunu kimseye belli edemeyecek kadar kurtulmak istiyordum buradan. Nisan bile bir kez olsun üşüdüğünden veya yorulduğundan yakınmamıştı. Sanırım hepimizin tek odağı çıkış kapısıydı.

“Yemek isteyen var mı?” diye sordu Eren, “Hazırlayabilirim.”

“Sen hiç yorulmaz mısın?” dedi Nisan şaşkınlıkla.

“Ben odama gidiyorum, hemen uyumam lazım.” diyerek yanlarından geçip hızla odama ilerledim.

Uraz ve Bulut da aynı şekilde odalarına giriyorlardı. Evdekilere dair gördüğüm son görüntüler bunlardı. Kimin ne yaptığı ile ilgilenemeyecek kadar yorgundum. Sanki bilincim yerinde değildi. Koridora uzanıp uyuyakalabilecek kadar yorgundum ama aynı zamanda inanılmaz da bir karın ağrısı çekiyordum. Duşa girmemin ağrımı geçireceğini umarak odama girer girmez hızla bir duşa girdim.

“Hayır ya!” dedim korkuyla, “Bir bu eksikti...” diye mırıldandım. Regl olmuştum. Harika, normalde regl olmama daha on günüm olmalıydı ama o kadar hassas bir vücudum vardı ki çok stresli olduğum zamanlarda olmam gerekenden erken regl olduğum birçok zaman olmuştu.

Bütün gün yorulmamın ve üşümemin üzerine bir de regl olunca bu zamana kadar yaşamadığım kadar büyük bir regl ağrısı çekiyordum. Adeta kıvranıyordum. Duşumu hızla tamamlayıp üzerime pijamalarımı giydim ve çekmecelerin içinde bulduğum paket paket pedlerden birini titreyen ellerimle yırtıp iç çamaşırıma yerleştirdim.

“Ağrı kesici nerede?” diye mırıldandım sabırsızca çekmeceleri karıştırırken. İlaçlar burada olmadığına göre mutfakta olmalıydı. Sanırım mutfakta birkaç ilaç görmüştüm. Odamdan acı içinde çıktım. Regl olmuş gibi değil de bıçaklanmış gibiydim.

Elim karnımda mutfağa ulaştığımda tüm ışıkların kapalı olduğunu gördüm. Herkes yatmış olmalıydı. Çekmeceleri tek tek açıp adeta bir hırsız girmişçesine dağıta dağıta ilaç aradıktan sonra bütün ilaçların yer aldığı çekmeceyi buldum ve hazine bulmuşum gibi rahatladım. Neredeyse mutluluk gözyaşları dökecektim. Çekmecedeki ağrı kesicilerden birini alıp içtikten sonra biraz salondaki koltukta oturdum. Karnım o kadar ağrıyordu ki odama gidemeyecek kadar halsizdim. Koltukta yarım saat kadar yattıktan sonra karın ağrımın hafiflediğini hissettim. Karın ağrım hafiflese de savaştan çıkmış gibi hissediyordum. Yorgun, hasta, uykusuz, stresli ve duygusal.

Gözlerimi açık tutmakta bile zorlanarak ayağa kalktım. Odama gidip yorganımın altına girip uyumak istiyordum. Koridoru resmen gözlerim kapalı bir halde yürüdüm diyebilirim. Odamın kapısını açıp içeriye doğru iki adım attığım an gözlerimin aralanmasıyla şok içinde durdum.

“Kumru?”

Hayretler içinde karşımdaki görüntüye bakıyordum. Uraz altına bir eşofman geçirmiş elindeki havluyla saçlarını kuruluyordu ve üzerinde eşofman altı dışında bir şey yoktu.

Evet, yoktu.

“Bu halde benim odamda ne işin var?” diye sordum şok içinde. Ellerimle gözlerimi kapattığımda olan bitene gerçekten anlam veremiyordum.

“Burası benim odam.” dedi sessizce.

Ellerimi gözlerimden çektim ve önce Uraz’a sonra da odaya baktım. Kahretsin, burası onun odasıydı. Nasıl toparlayacağımı bile bilmiyordum. Gecenin bir vakti duştan yeni çıkmış Uraz’ın odasına dalmış ve ona “Odamda ne işin var?” diye hesap sormuştum.

“Ben... özür dilerim...” dedim ve kapıyı kapatırken aptalca bir cümle daha ekledim, “Kapını neden kilitlemiyorsun ki?!”

“Kilitsiz her kapıyı açıyorsun sanırım.” dediğinde güldüğünü sesinden anlayabiliyordum.

Kapısını kapatıp odama doğru ilerliyordum ki arkamdan sesini duydum.

“İyi geceler 889.”  

“İyi geceler Uraz.”

Sanırım bugün hayatımın en kötü günüydü. İçinde bulunduğumuz duruma dair öğrendiğimiz gerçekler, tüm bu yorgunluk ve üşümenin sonunda regl olmam, acı içinde kıvranırken yanlışlıkla Uraz’ın odasına girmem ve kendimi rezil etmem, her şey o kadar kötü gidiyordu ki üzerine bir de regl duygusallığı eklenince yorganımın altında ağlamaya başladım.

Psikolojim o kadar kötüydü ki ambulansla hastaneye götürülüp psikolojik olarak yoğun bakıma alınmak istiyordum. Kafamda binlerce düşünce vardı. Annem ve babam beni arıyor muydu? Yokluğum fark edilmiş miydi? Beni merak eden tek bir insan tanesi var mıydı yer yüzünde?

Kendimi yapayalnız hissediyordum. Bu koskoca dünyada sandığımdan bile yalnızdım. Eğer dünyada yapayalnız diye bir kelime olmasaydı bile beni gören biri bu kelimeyi türetirdi, işte kendimi böylesine yalnız hissediyordum.

Ölmeden önce son dansını yapan bir kelebek gibi gelip geçmiştim bu dünyadan. Sanki ortadan kaybolmamışım da zaten hiç var olmamışım gibi hissediyordum.

Bir müzik kutusunun içine hapsedilmiş bir balerin figürü gibi hissediyordum. Müzik kutusunun çarkını çevirdiklerinde dans eden, bir köşede unutulduğunda müziği susan ve dansı elinden alınan bir balerin figürü gibi...

O müzik kutusunun içine hapsedilmiş gibiydim.

Bu zamana kadar tüm uğraşım varlığımı dünyaya göstermekten ibaretti. Ben vardım, buna inanmayan ve bunu kabullenmeyen anne ve babama rağmen ben vardım. Bu dünyada bir yerim, bir ağırlığım, bir gölgem vardı. Ben de nefes alıyordum, ben de su içiyordum, ben de uyuyor ve uyanıyordum, ben de herkes gibi yaşıyordum. Herkes gibi vardım. Tüm canlı ve cansız varlıklar gibi benim de bir varlığım vardı.

Ben vardım.

Kimse beni görmezken karşıma çıkan bu yarışmayla hayat bana “Seni gördüm Kumru, hadi gel de seni bir de dünyaya gösterelim.” demiş gibi hissetmiştim. Oysa hayatın benimle ilgili planları yine bambaşkaydı. Şimdi daha da görünmezdim. İnsanlar yerin üzerinde hayatlarına devam ederken ben yerin altındaydım, bu kadar görünmezdim. Hayat beni daha ne kadar gizleyebilirdi?

Yorgundum. Umut etmek bir bataklıktı ve ben o bataklığa çekilmiştim, şimdi ise o bataklığın içinde çırpınıp duruyordum. Bugün ise Kumru’nun hayallerinin öldüğü gündü. Buradan çıkıp gitmeyi istememin tek sebebi başımıza bunu getirenleri tüm dünyaya göstermekti. Ötesi yoktu. İçimde daha fazla umut kalmamıştı, daha fazla hayal kurmak yoktu.

Tek dileğim bu dünyada benden bir toz tanesinin bile kalmamasıydı. Artık her şeyi kendi içimde kolaylaştırma devri bitmişti. Sıra her şeyi zorlaştırmaktaydı.

Bunları gecenin bir vakti üst üste gelen her şeyin etkisiyle düşünüyordum, biliyorum. İçinde bulunduğum bu duygusal bataklık beni her yerden sıkıştırıp bana boğulmuşluk hissini tekrar tekrar yaşatırken uyuyakalacak ve sabah uyandığımda bunların hiçbirini hatırlamayacaktım. Hep böyle olmaz mıydı zaten? Hayat devam ediyordu. Gün bitiyor, yeni bir gün başlıyordu.

Gözlerimi karanlığa açtığımda anladım ki platformun içi bir daha asla tam olarak aydınlanmayacaktı. Buradan çıkana kadar asla tam olarak bir aydınlığın içinden geçip gidemeyecektik. Sonsuz bir gecenin içine hapsedilmiş gibiydik. Odamın bir yanıp bir sönen ışığını açıp tekrar duşa girdim. Saçlarımı hızla kurulayıp üzerime dışarıda üşümemek adına kat kat giyindim. Yanıma almam gereken her şeyi aldım ve odamdan çıkıp mutfağa doğru ilerledim. Nisan ve Eren mutfakta kahvaltı hazırlıyorlardı.

“Günaydın.” dedim gülümsemeye çalışarak.

“Günaydın!” dedi Nisan neşeyle.

“Pek de aymış sayılmaz ama günaydın, mantarlı omlet yapıyoruz. Kahvaltı hazır sayılır.”

“Ellerinize sağlık.” Eren ve Nisan’ın gülüşerek mantarlı omlet yapmalarını izlerken bir şey fark ettim, ciddi ciddi iyi anlaşıyorlardı. Onları uzaktan uzağa izlemek bile beni gülümsemeye itiyordu.

“Diğerleri uyandı mı?” diye sordum, “Bulut ve Uraz...”

“Bulut nerede bilmiyorum ama Uraz dışarının durumuna bakmaya gitti.” diye yanıtladı Eren. O sırada Bulut’un odasından çıktığını gördüm. Hazırlanmıştı, bu saate kadar uyumuş olmalıydı ki gözleri şişmişti.

“Günaydın.” dedi bana göz kırparak. Başımı salladım.

“Günaydın, iyi uyudun mu?” diye sordum.

“Sadece odama girişimi ve odamdan çıkışımı hatırlıyorum. Deliksiz uyumuşum. Kabus dolu bir geceydi.”

“Öyle mi? Ne gördün ki?” dedim merakla.

“Eski kız arkadaşımın beni aldatma hikayesinden bahsetmiştim. Sabaha kadar aynı kız arkadaşım tarafından farklı farklı senaryolarla neredeyse on kez aldatıldım.” İstemsizce güldüm.

“Artık bu meseleyi aşmış olmalısın.” Kendine kahve alırken başını salladı.

“Çoktan aşmıştım.”

O sırada Uraz’ın yağmurluğunu ve şemsiyesini kapıda bırakıp içeri girdiğini gördüm. Üzerinde siyah boğazlı bir kazak vardı. Merdivenden çıkarken gözleri Bulut ve benim üzerimdeydi.

“Dışarıda durum nasıl?” diye seslendi Eren mutfak tezgahından, sonra Nisan’a doğru eğilip sessizce mırıldandı, “Sumak da omlete çok yakışıyor, dene istersen...”

“İyi.” dedi Uraz, “Her taraf çamur içinde, aydınlatma sistemi tamamen kapanmak üzere, ısınma sistemi aynı şekilde neredeyse hiç çalışmıyor, yerlerdeki su birikintisi ayak bileğimin boyunu geçiyor.”

“Yani buna iyi mi diyorsun?” dedim şaşkınlıkla. Başını salladı.

“Öldürmez, merak etme.” dedi ve bir fincan kahve doldurup masaya geçti.

Birlikte kahvaltı yaptığımız sırada dün gece içtiğim ağrı kesicinin etkisi tamamen geçmişti. Karnımın tekrar ağrımaya başlayacağını hissediyordum. Zar zor birkaç parça yedikten sonra ayağa kalkıp ilaçlarla dolu olan çekmeceyi açtım. Çekmeceden bir kutu ağrı kesici alıp masaya döndüğümde Uraz’ın soran gözleri elimdeki ilaca bakıyordu.

“Ağrın mı var?” diye sordu. Başımı salladım.

“Başın mı? Ateşin var mı?” dedi Bulut merakla.

Elini alnıma koydu ve ateşim olup olmadığını kontrol etti. O sırada gözlerim Uraz’a kaydığında çatalını ve bıçağını oldukça sesli bir tepkiyle tabağına bırakıp kalktı ve tabağını mutfak tezgahına bıraktı. Bulut’un bana yakın olması onu gizliden gizliye rahatsız ediyor gibiydi. Bunu belli edemiyordu ve bunun herhangi bir sebebi de yoktu.

“Ateşin yok.” dedi Bulut.

“Başım ağrımıyor. Karnım...” dedim, “Regl ağrısı.”

Uraz kendine bir fincan daha kahve alıp masaya geri döndü.  

“Karın masajı regl ağrısına çok iyi geliyor. Hiç duydun mu?” diye sordu Bulut ilgiyle.

“Masör olduğunu bilmiyordum.” Uraz’ın karşıdan gelen sesi ortamı gerdiğinde Eren sessizce güldü.

“Onu bunu bırakın da omlet nasıl olmuş?” diye sordu Eren ortamı yumuşatmak için.

“Çok güzel!” diye yanıtladı Nisan.

“Sen yaptın.” dedi Eren gülerek.

“Doğru ya, ben yapmıştım.”

Eren ve Nisan’ın ortamı yumuşatma çabaları sonuç vermiş gibiydi. Ben ağrı kesicimi içerken konu sonsuza kadar kapandı. Nisan ve Eren kendi aralarında gülüşürlerken ben bir köşede oturmuş ağrımın geçmesini bekliyordum. Uraz salondaki kitaplıktan bir kitap almış ve onu inceliyordu. Bulut ise ilaç çekmecesindeki tüm ilaçların ne işe yaradığını bakıyordu.

“Geçti mi?” diye sordu Uraz başını kitaptan kaldırıp.

“Ne geçti mi?” dedim merakla.

“Ağrın.”

Uraz sadece ikimiz varken çok daha kibar ve duygusal bir insanken etrafta diğerleri olduğunda duygusuz ve tekdüze bir kişiliğe dönüşüyordu. Bu onun kendini koruma mekanizması mıydı? Kaşlarımı çattım.

“Yola çıkmak için ağrımın geçmesini mi bekliyorsunuz?” dedim şaşkınlıkla, “Ben dinleniyorsunuz sanıyordum.”

“Ağrın geçmeden yola çıkmayacağız.” dedi, “Geçtiğinde haber ver.”

Başını önündeki kitaba eğdiğinde ağrım elbette ki geçmiş değildi ama benim yüzümden ilerlememiz durmamalıydı.

“Ağrım geçti.” dedim, “Zaten az bir ağrım vardı. Merak etmeyin. Çıkabiliriz.”

Uraz emin olmak için bana bakarken ben çoktan ayağa kalkmış ve sırt çantamı takmıştım. Ağrım hala şiddetini koruyordu ama ilaç içmiştim ve on beş yirmi dakika içinde geçmesini umuyordum. Bu da beni yolda idare ederdi. Kaybedecek bir on beş dakikamız bile yoktu.

Gitmek istiyorsak ilerlemeliydik.

Yedinci evden çıkıp yola ulaştığımızda Uraz evin üzerine adına dair bir işaret bırakmak için gerimizde kaldı. Geçtiğimiz her evin duvarına meşhur cümlesini yazmaya devam ediyordu. Uraz peşimizden gelirken çoktan yola çıkmıştık. Yola çıkar çıkmaz burayı birkaç gün içinde terk etmezsek yola bir çamur havuzunun içinde devam etmek zorunda kalacağımızı anladım. Kollarım şemsiye taşımaktan yorulmuştu. Bacaklarım bata çıka ilerlemekten yorulmuştu. Yaklaşık elli dakikalık ilerlemenin sonunda en arkada kalan bendim. Karın ağrım giderek artarken çözümü yavaş yürümekte bulmuştum.

Eren, Nisan ve Bulut sık sık nasıl olduğumu sorarken Uraz sadece arkasına dönüp bana bakmakla yetiniyordu. Uzun uzun bakıyordu, yüz ifademi izleyip ağrım olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Sormak bu kadar mı zordu?

“On dakika mola.” dedi Uraz. Bulunduğumuz yerde yan yana sıralanmış birkaç bank vardı. En yakınımdakine oturup çantamdaki su matarasını çıkardığımda Uraz bana doğru geliyordu.

“Çok şükür!” Nisan nefes nefese banklardan birine oturduğunda Eren onun yanındaki banka uzanmıştı.

“Beni on dakika sonra uyandırın.” dedi Eren, ciddi ciddi uyuyacak mıydı? Ciddi ciddi uyuyacaktı. Bulut ise çantasında atıştırmalık bir şeyler arıyordu.

“D vitamini düşüklüğü var sende.” diye mırıldandı Bulut, Eren’e, “Çabuk yoruluyorsun.”

“Tıp profesörü konuştu...” Eren’in cevabı Nisan’ı kahkahalarla güldürürken Bulut’u da ilk defa bu kadar eğlenirken görüyordum.  

Bulut Eren için çantasındaki ilaçlardan vitamin bulmaya çalışırken Uraz ve ben yan yana oturmuş onları izliyorduk.

“Çok ağrın var, değil mi?” diye sordu Uraz sessizce.

“Nereden çıkardın bunu?” dediğimde bile sesimdeki ağrı sonrası halsizliği duyabiliyordum.

“Kendini dışarıdan görmen lazım.” dedi.

“Var ama kalıp dinlenmek istemiyorum. İlerlemek ve buradan bir an önce çıkmak istiyorum. Şu hale bak, çok bir vaktimiz yok gibi...”

Uraz sıkıntıyla önümüzdeki çamur deryasına baktı.

“Buradan bir an önce çıkmamız lazım.” dedi sıkıntıyla, “Onlara bileğinin burkulduğunu söyle.” dedi. Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım.

“Ne? Neden?”

“Seni kucağımda taşıyabilmem için en mantıklı sebep bu olur.” diye mırıldandı çok olağan bir durumdan bahsediyormuş gibi.

“Beni neden kucağında taşıyasın ki?”

“Hobi olarak.” diye mırıldandı, sonra bana dönüp gülümsedi, “Yürüdükçe acıdan kıvrandığını kabullen artık 889. Bırak da yardımcı olayım.”

“Ağrım birazdan geçecektir. Şimdi bir ağrı kesici daha içerim.” Uraz’ın etrafa bakarken burnundan güldüğünü duydum.

“Ağrın geçtiğinde söylersin, o zaman kendin yürürsün. Anlaştık mı?”

Aslında bu fikir ister istemez kabul etmem gereken bir fikirdi. Yürüdükçe canım yanıyordu, ağrımın geçmesi için vücuduma gerekli imkanı tanıyamıyordum. Uraz’ın kucağında geçireceğim bir on beş yirmi dakika bile ağrımın geçmesi için bana yardımcı olacaktı. Üstelik çok soğuktu ve onunla temas halinde olmak karnımın ısınmasını da sağlayacaktı.

“Tamam.” dedim, “Onlara bileğimi incittiğimi söyleyeceğim.” Uraz yüzüme bakmadı, ileriye bakarak başını salladı.

“Annemle büyüyemedim, birkaç kısa deneme dışında bir ilişkim de olmadı, tüm hayatım dövüş eğitimi veren bir okulda yüzlerce erkekle ve abimle geçti. Bu yüzden kadınsal problemlerden pek anlamam ama çektiğin acıyı yüzünden okuyabiliyorum.” dedi, “Ve sen işini kolaylaştırmıyorsun 889. Zorlaştırıyorsun. Sanki kendini cezalandırıyorsun.”

“Belki de artık içimde yaşananları kolaylaştırmaktan yorulmuşumdur.” diye açıkladım, “Belki de bir cezayı hak ediyorumdur.”

“Neden bir cezayı hak edesin ki?” dediğinde kaşlarını çatmış beni izliyordu. Söylediğim cümlenin anlamını merak ettiğine emindim ama açıklayacak gücüm yoktu. Ayağa kalktım.

“Hadi,” dedim, “Beni kucağına al.”

Hayatımda kurduğum en garip cümleydi bu. Uraz’ın karşısına geçmiş ona beni kucağına almasını söylüyordum. Uraz’ın hala bir cevap beklediğine emindim ama benden cevap gelmeyince pes edip ayağa kalktı. Beni tek hareketiyle hiç zorlanmadan kucağına aldığında kollarının arasında küçücük kalmıştım.

“Taşıyabilecek misin?” diye sordum endişeyle.

“Beş saniye öncesiyle herhangi bir fark hissetmiyorum.” dedi ve buruk bir gülümsemeyle yüzüme baktı.

Hayatımda ilk defa birine böylesine yakın olmak ve bu kişinin Uraz olması beni heyecanlandırmıştı. Vücudu sıcacıktı, resmen ısı yayıyordu. Sanki bir sıcak su torbası tarafından taşınıyor gibiydim.

“Siz önden gidin. Bileği incinmiş.” diye açıkladı bizi izleyen Nisan, Bulut ve Eren’in önünden geçtiğimiz sırada.

“Çantamda kas gevşetici krem olacaktı. Seni rahatlatır.” Bulut çantasını açarken sıkıntılı bir nefes verdim. Uraz kendini zor tutuyor gibiydi. Bulut çantasından bahsettiği kremi çıkarıp yanımıza yaklaştığında Uraz elini uzatıp kremi Bulut’un elinden aldı.

“Teşekkürler doktor,” dedi alaycı bir tavırla, “Siz önden gidin. Biz sürer geliriz.”

Bulut kremi sürmek amacıyla bize yaklaşmıştı, Uraz’ın bu hareketinin Bulut’u öfkelendirdiği belliydi. Hiçbir cevap vermeden arkasını dönüp ilerlerken Nisan ve Eren endişeyle bana bakıyorlardı.

“İyiyim, merak etmeyin.” diye mırıldandım sessizce.

“O zaman biz ilerliyoruz?” dedi Eren.

“İlerleyin. Size yetişiriz.” Uraz onları cevaplandırıp beni kucağından önümüzdeki banka indirdi ve bacağımı kucağına alıp pantolonumu kıvırdı.

“Neresiydi?” diye sordu.

“Ne neresiydi?” dedim anlam vermeye çalışarak.

“İncinen yerin...” Şaşkınlıkla güldüm.

“Yalan söylemiştik Uraz. Unuttun mu?”

“Doğru ya.” dedi, “Şu çocuk dengemi bozuyor. Unuttum.”

Uraz ayak bileğime öylesine krem sürerken onu izliyordum. Elleri kocamandı, neredeyse benim iki elimin büyüklüğü ile onun tek elinin büyüklüğü eşdeğerdi. Eğer karnım ağrıyor diye beni kucağına alsaydı kendimi zayıf ve nazlı hissedecektim. Bunun farkındaydı, bu yalanı benim için söylemişti ve şimdi bir de sırf bu yalanı devan ettirebilmek için bileğime krem sürüyordu. Parmakları ayak bileğimden kayıp giderken kalbimin hızlandığını hissettim. Pantolonumu ilgiyle katlayıp kremin kapağını kapattı.

“Hazırsan çıkalım 889.” dedi. Başımı salladım.

“Hazırım. Ve bana neden böyle diyorsun?” diye sordum merak dolu bir sesle. Beni kucağına alırken sorumu cevapladı.

“Ne diyorum?”

“Artık herkes ismimle hitap ediyor ama sen hala 889 diyorsun. Neden?” diye sordum merakla.

“Hoşuma gidiyor. Sana yakışan bir isim bu.” Gülümsedim.

Bir süre hiç konuşmadan ilerledik. Eren, Nisan ve Bulut’u önümüzde görebiliyorduk. Eren arada dönüp el sallıyordu.

“Bulut’tan neden hoşlanmıyorsun?” diye sordum Uraz’a bir anda.

“Ondan hoşlanmadığımı nereden çıkardın?” dedi.

“Salak olmayan herkes bunu anlayabilir.” Başını salladı.

“Bir sebebi yok.” dedi, “Birinden hoşlanmamak için bir sebebe ihtiyacım da yok. Hobi olarak girdiğim ortamlarda bazı insanları seçiyor ve onlardan hoşlanmıyorum. Dümdüz hoşlanmıyorum, sebepsiz.”

“Anladım...” diye mırıldandım, “Mantıklı. Hem beni taşıyıp hem konuşmak seni yoruyor mu?” diye sordum endişeyle. Sonra gözlerim kollarına kaydı. Bu kolları hiçbir ağırlık yoramazdı sanırım.

“Beni hiçbir şey yormaz.” dedi. “Ama bir şeyler anlatan taraf sen olsan daha mutlu olurum. Konuşmayı değil dinlemeyi severim.”

“Ne anlatmamı istersin? Ortak bir ilgi alanımız yoktur sanırım.” Bu cümlem Uraz’ı güldürdü.

“Dövüşle ilgilenmiyorsundur, değil mi?” dedi.

“Sen de dansla ilgilenmiyorsundur, değil mi?” diye sordum gülümseyerek.

“İçinden ne geliyorsa anlat. Konu önemli değil...” dedi yolumuza devam ettiğimiz sırada.

Sanki içerisi giderek soğuyordu. On metrelik yol aydınlıkta iki metrelik yol karanlıktı. Uraz bir elinde şemsiye tutarken bir yandan beni taşıyordu. Simsiyah giyinmiş bu haliyle, elindeki simsiyah şemsiyesiyle bana Yunan mitolojisinin yeraltı tanrısı karanlık Hades’i anımsatıyordu.

“Yunan mitolojisiyle ilgilenir misin?” diye sordum.

“Elbette.” dedi, “Sanırım ortak bir yanımızı buldun.”

“Peki Hades ve Persephone’nin hikayesini bilir misin?”

“İsimlerini biliyorum. Persephone bereket tanrısı Demeter’in kızıydı, değil mi? Hades de yeraltı tanrısı.”

Yüzüne uzun uzun baktım ve anlatmaya başladım.

“Dediğin gibi, Persephone bereket tanrısı Demeter’in kızı. Bir gün arkadaşlarıyla kırlarda gezerken yeraltı tanrısı Hades tarafından görülüyor. Persephone’nin güzelliği karşısında Hades’in nutku tutuluyor. O an Persephone’yi bırakamayacağını anlıyor ve onu yeraltı dünyasına kaçırıyor. Kendi dünyasına. Demeter aylarca kızını arıyor. Sonra kızının yeraltına kaçırıldığını anlıyor ve ‘Ey toprak, madem kızımı bana geri vermiyorsun öyleyse ben de sana bereket vermiyorum.’ diyor ve toprağın bereketini alıyor. Toprak kuruyor, ne bitki yetişiyor ne meyve ne sebze. Yukarıda büyük bir kuraklık başlıyor. Bu durumdan haberdar olan diğer tanrılar dünyayı bu kıtlıktan ve kuraklıktan kurtarmak için Persephone’yi bulup onu yeraltı dünyasından almaya gidiyorlar. Hades persephone’nin gitmesine izin veriyor. Hades Persephone’ye ‘Onlara kötü olmadığını anlat Persephone, kimse beni kötü bilmesin. Seni sevsem de gitmene izin vermek zorundayım. Ama geldiğinden beri hiçbir şey yemedin, gitmeden önce bari bir kere meyvelerimden ye.’ diyor. Persephone Hades’in kendiğine uzattığı küçük nar tanelerinden birkaç tane yiyor ve Hades’e veda edip evine, annesine dönüyor. ‘Yeraltında hiçbir şey yemedin, değil mi Persephone?’ diye soruyor Demeter kızına. Persephone sadece birkaç küçük nar tanesi yediğini anlattığında annesi mahvoluyor çünkü dünyada öylesine bir kural var ki yeraltı dünyasından tek bir şey yersen yer üstünde bir yıl içinde dokuz aydan fazla kalamazsın, kalırsan ölürsün. Persephone mecburen yer üzerinde dokuz ay geçirdikten sonra üç ayını geçirmek için yeraltı dünyasına dönüyor. Hades bunu Persephone’sine tekrar tekrar kavuşmak için yapıyor. Bu ömür boyu böyle sürüyor. Persephone her yıl üç aylığına yeraltına indiğinde Demeter’in laneti yüzünden yeryüzünde toprak bereketsizleşiyor ve insanlar her yıl üç ay boyunca kuraklık yaşamak zorunda kalıyor. Persephone yukarı çıktığında ise önce bahar sonra yaz geliyor. Hala buna inananlar var. Kış geldiğinde ‘Persephone yeraltı dünyasına indi galiba.’ diyenler ve kendileri için üzülenler  var.”

Uraz anlattığım hikayeden çok etkilenmişti. Bunu yüz ifadesinden anlayabiliyordum. Benim hayatımda duyduğum en etkileyici hikayelerden biriydi bu. Yeraltına indiğimiz ilk günden beri her an aklımdaydı bu hikaye.

“Herkes dünyanın yaşadığı kışı umursuyor.” dedi Uraz, “Aşık olduğu kadın onu bırakıp yukarı çıktığında Hades’in içinde yaşanan kış kimsenin umrunda değil.”

Uraz’ın cümlesi sanki Hades’in duygularını tamamen hissediyormuş gibiydi. Aşık olmayı ve ayrı kalmayı anlıyordu, bunun ne kadar acı verici olabildiğini tahmin ediyordu. Uraz’ın bu duygular tarafından yönetilebileceğini hiç düşünemezdim ama görünen oydu ki Uraz kalbine ve içinde olan bitenlere tahmin edebileceğimden çok daha fazla önem veriyordu.

“Artık beni indirebilirsin.” dedim, “Karnım ağrımıyor.”

“Olsun. Belki yürürsen ağrın başlar...” Beni indirmek istemiyor muydu?

“Başlamaz. Vücudumu tanıyorum. Uzun bir süre ağrıyacak gibi değil.”

“Tamam, madem öyle.” dedi sessizce ve beni dikkatlice indirdi.

“Teşekkür ederim, 533.” dedim gülümseyerek.

“Önemli değil, 889.”

Kendi şemsiyemi açtım ve yan yana yürümeye devam ettik. Diğerlerini yakalayana kadar geçen on dakikada bir daha hiç konuşmadık. Aramızdaki arkadaşlığın garip bir dinamiği vardı. Uraz çözmesi zor bir insandı ve ben de pek kolay çözülen biri değildim.

“Peki ya verilen bir antibiyotik hastaya alerji yaparsa, o zaman ne oluyor?” Eren Bulut’u bulmuşken tıp dünyasıyla ilgili merak ettiği her soruyu sormaya niyetlenmişti.

“Birçok belirtisi olabilir. Yüzde şişlik, kaşıntı, solunum problemleri. Kişiden kişiye değişiyor...”

“Bunu gerçekten merak ediyor musun?” diye sordu Nisan Eren’e.

“Gerçekten merak ediyorum. Ah, aramıza dönmüşsünüz! Bileğin nasıl oldu?” Eren’in sorusu karşısında kısa bir şaşkınlık yaşadım.

“Ne bileği?”

“İncinen bileğin.” dedi Uraz. Yalan söyleme konusunda söylediğim yalanı bile unutacak kadar beceriksizdim.

“Daha iyiyim.”

“Krem işe yaramış. Yürüsen de geçerdi, iyi bir krem.” diye mırıldandı Bulut, sanki Uraz beni taşıdığı için değil de tamamen krem sayesinde iyileşmişim gibi...

“Çantama koydum. Acıyan bir yerin varsa söyle vereyim.” Uraz’ın Bulut’a cevabı ise Bulut’un kurduğu cümleden çok daha can yakıcıydı.

“Ne diyorduk, antibiyotik alerjisi...” diye araya girdi Eren, “Demek yüzde şişlik yapıyor. Ne gibi şişlikler bunlar?”

“Benim de bir kere antibiyotik alerjim tutmuştu. Hem de durup dururken.” diye devam etti Nisan. İkisi olmasa ortamı nasıl yumuşatırdım bilmiyordum.

“Durup dururken olmamıştır, antibiyotik kullanmışsındır.” dedi Eren gülerek.

“Doğru ya, kullanmıştım.”

İkisinin diyalogları Uraz ve Bulut’u sakinleştirip susturmaya yetiyordu ama aralarındaki bu gerginliğin kötü bir sonuca ulaşma ihtimali beni korkutuyordu. Aralarındaki problem neydi bilmiyordum. Bir çeşit grup lideri olma savaşı mı?

Birlikte ilerlemeye devam ettiğimiz sırada Eren ve Nisan’ın yanında olmayı tercih ediyordum. Uraz’ın da Bulut’un da kendi kendilerine kalmaya ihtiyaçları vardı belli ki.

“Dokuzuncu ev göründü!” dedi Eren sevinçle, “Mola ve yemek vakti!”

Bugünlük hedefimiz dokuzuncu evde yemek yiyip dinlenmek ve tekrar yola çıkıp günü on birinci evde bitirmekti. Uraz ile birlikte merdivenlerden çıkarken parmaklarımla hesap yapmaya çalışıyordum. Kafam karmakarışıktı.

“Ne hesaplıyorsun?” diye sordu Uraz.

“Önümüzde kaç ev olduğunu. Beynim durdu sanki. Hesaplayamıyorum.”

“Taylan bize önümüzde iki yüz yetmiş kilometre var dediğinde üçüncü evdeydik. Her iki evin arasında on beşer kilometre varsa önümüzde on sekiz ev olmalı. Eğer son evden on beş kilometre sonrası bir ev değil de kapıysa on yedi ev olmalı. Yani toplamda yirmi ya da yirmi bir ev var. Dokuzuncu evde olduğumuza göre platformu yarıladık sayılır.”

Bu cümle bile tek başına umut vericiydi. Yolu yarılamıştık. Duş alıp yemek yedikten ve biraz dinlendikten sonra günü on birinci evde bitirdiğimizde yolun yarısını bile geçmiş olacaktık. Dün gece yaşadığım umutsuzluk giderek kayboluyordu.

“İyi akşamlar, çocuklarım.” Dışarıdaki hoparlörlerden gelen sesi duyup evin kapısının önünde durduğumuzda Taylan’ın sesini duymak bile öfkeden içimi titretiyordu.

“O kadar iyi gidiyorsunuz ki sizi heyecanla izliyorum. Biz de bir yandan kapıyı size gerek bile kalmadan açabilmek için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Sizlerle gurur duyuyorum. Eğer böyle giderseniz belki iki belki üç, en geç dört gün içinde sizi oradan çıkaracağız. Dinlenmeye bakın, sizi sabırsızlıkla bekliyoruz.”

Sesi o kadar içten, o kadar babacan geliyordu ki samimiyetine inanmamak çok zordu. Ne olursa olsun kendi kariyeri uğruna bizi canımızı tehlikeye atarak burada tutmak ve kimseden yardım istememek büyük bir kötülüktü. Bu insan iyi olamazdı.

“Siz bizi buradan çıkarmayacaksınız, biz kendimiz çıkacağız.” dedi Uraz sessizce içeri girerken.

Doğruydu. Yardıma ihtiyacı olan bizler değildik, onlardı. Bizim buradan çıkmamızı istemelerindeki tek sebep kendilerini kurtarmaktı, bizleri değil.

İçimde korku ve cesaretin, umut ve karamsarlığın, mutluluk ve üzüntünün yeri dengesizce değişip duruyordu. Yenik düşen hiçbir duygum yoktu, yenik düşen sadece bendim. Korku, üzüntü, umutsuzluk... Tüm bu hisleri hayatımda belki de ilk defa hissediyordum. İlk defa karamsar bir Kumru’yla tanışıyordum. 889 benim karanlık yanımdı.

Fakat her şeyden öte yenildikçe güçlendiğimi hissediyordum. Her şeye pozitif bakarken hissetmediğim kadar güçlü hissediyordum içimde. Kötüye dair her şeyden kaçmıştım. Kötü olan her şeye gözlerimi kapatmıştım. Gerçeklerle hiçbir zaman yüzleşememiştim. Bazen pes etmek, umutsuzluğa kapılmak, korkmak, yılmak ve pes etmek insanın yaşaması gereken duyguları ve ben kendimi bunlardan mahrum ederek güçsüzleşmiştim.

Dünya böylesine güzel bir yer değildi ve içindeki kötülüğü tanımadığınız bir yerde en ufak bir kötü bile sizin felaketiniz olabilirdi. Enkazın altı bana gözlerimi açmayı öğretmişti. 889 beni derin uykumdan uyandırmıştı. Artık bembeyaz, tertemiz, saf bir Kumru değildim ben.

889 beni büyütmüştü ve artık farkındaydım beyazı siyahla harmanlamanın en güzeli olduğunun...

Ben 889. Buradayım, enkaz altında.

Sesimi hala duymuyor musunuz?