10.Bölüm: Dokuzuncu Ev.
.png)
10.Bölüm: Dokuzuncu Ev.
Dokuzuncu evdeydik. Platformu neredeyse yarılamıştık ve buraya kalmaya değil yemek yiyip dinlenmeye gelmiştik. İki saat sonra buradan çıkıp onuncu eve kadar yürüyecek ve geceyi orada geçirecektik.
“Makarna suyu koyuyorum.” dedi Eren eve girer girmez mutfak tezgahına doğru ilerlerken.
“Bir dakika,” dedim, “Bence bu konuda bir konuşmalıyız.”
“Hangi konuda?” diye sordu Eren merakla.
“Yemek konusunda. Mesleğin aşçılık olduğu için yemeklerimizi yapmak zorunda değilsin. Bunu dönüşümlü yapmalıyız.”
“Doğru söylüyor.” diye mırıldandı koltukta uzanan Bulut.
“Ben yorulmuyorum ki. Makarna ve sandviçten başka bir şey de yapmadım zaten!” dedi Eren gülerek, “Bırakın böyle kalsın. Bu beni mutlu ediyor.”
“Mutlu mu ediyor?” diye sordum merakla.
“Telaşa kapılmamı engelliyor, stresimi azaltıyor... Bence beni kendi halime bırakın. Ben makarnalarımla mutluyum.” Gülümsedim.
“Madem öyle, sen bilirsin makarna profesörü.” diyerek odama doğru ilerledim.
Uraz da odasına geçmiş olmalıydı, eve girdikten sonra onu gözden kaybetmiştim. Odama girerken Uraz’ın odasının kapısında birkaç saniyeliğine durdum. İçeriden gelen sesleri dinledim. Çekmecelerini açıp kapatıyordu, ne arıyordu? Belki de sadece evi inceliyordu, diğer evlerden farklı bir yanı olup olmadığına bakıyordu. Hem ne yaptığı beni neden ilgilendirsindi ki. Derin bir iç çekip odama geçtim. Tuvalete girdim, ellerimi yüzümü yıkadım, pedimi değiştirdim ve karnımın ağrısına yenik düşüp yorganımın altına uzandım. Biraz dinlenmeliydim, ayakta durmak karın ağrımın şiddetini arttırmaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Yorganın altına girer girmez gözlerimin kapandığını fark ettim. Sanırım on dakika kadar uyumak bile bana çok iyi gelecekti.
“Kumru...”
“Kumru...”
“Kumru... Beni duyuyor musun?”
Uraz’ın sesiyle gözlerimi araladığımda kendimi korkuyla geri çektim. Odamdaydı. Yatağımın tam yanında durmuş bana doğru eğilmişti.
“Uraz?” dedim korkuyla, “Bir şey mi oldu? Ne oldu? Yine mi senin odandayım?”
“Hayır,” dedi, “Burası senin odan. Merak etme.”
“Ne oldu?” diye sordum bir kez daha korkuyla.
“Korkma.” dedi elini bileğime dokundurarak, “Seni uyandırmak için geldim. Çocuklar söyledi, sen odana gideli bir saatten fazla olmuş. Kapına gelip içeri doğru seslendim ama cevap gelmeyince merak edip içeri girmek zorunda kaldım. İyi misin?”
Gözlerimi zar zor açarak etrafıma bakındım. Ter içindeydim, sanki uyumak beni daha çok yormuştu. Karın ağrım artmıştı ve karın ağrıma bir de bel ağrısı eklenmişti. Sanırım bu stresin vücuduma bir etkisiydi.
“İyiyim...” dedim, “İyi sayılırım.” Sonra ekledim, “Sanırım iyi değilim.”
Kendimi yatağa geri bıraktım ve kendime gelmeye çalıştım. Uraz beni endişeyle izliyordu. Elini alnıma götürdü.
“Ateşin var gibi.” dedi endişeyle, “Karnın mı ağrıyor?” Sonra gözleri üzerimdeki yorganın kıvrılmış kısmına kaydı ve kaşlarını çattı.
“Çok kanaman olmuş.” dedi ilgiyle. Kurduğu cümle beni şoka sokarken başımı kaldırıp baktığı kısma baktım ve telaşla yorganımı kapattım. Çarşafımda o kadar çok kan vardı ki regl olmuş gibi değil de vurulmuş gibiydim. Hayatım boyunca hiç bu kadar kanamam olmamıştı.
“Bunu görmeni istemezdim.” dedim, “Lütfen beni yalnız bırakır mısın? Ben halledeceğim. Merak etme, iyiyim.”
Kan revan içinde “İyiyim.” demem pek inandırıcı durmuyordu sanki. Uraz yüzüme bakarken yüzündeki endişeyi görebiliyordum.
“İyi görünmüyorsun.” dedi, “Utanmanı gerektirecek hiçbir şey yok, 889. Ben senin için birkaç ilaç alıp geleceğim ve diğerlerine bu geceyi dokuzuncu evde geçireceğimizi söyleyeceğim. Merak etme, utandığını biliyorum. Diğerlerinin görmesine izin vermeyiz.”
Uraz yanımdan kalkıp gider gitmez yataktan doğruldum. Manzara o kadar kötüydü ki neredeyse bayılacaktım. Üstelik bunu görmesini isteyeceğim en son insan Uraz’dı. Dolabıma yönelip yeni kıyafetler çıkardım. Dolabın üst rafına uzanıp yeni bir çarşaf ve yorgan çıkardım. Bir yandan karnımı tutuyor ve bir yandan yatağa serili çarşafımı toparlamaya çalışıyordum. O sırada odamın kapısının açıldığını duydum ve telaşla arkamı döndüm. Gelen Uraz’dı. Elinde bir tepsi vardı.
“Neden kalktın?” diye sordu.
“Çarşafımı ve yorganımı değiştirmek için.” diye açıkladığım sırada bir yandan hala yorganımı çekiştiriyordum. Uraz elindeki tepsiyi çalışma masama bıraktı.
“Ben hallederim.” dedi.
1.90’a yakın boyuyla ve kilosuyla, neredeyse iki katım olan Uraz karşımda durmuş ve bana kan olan çarşafımı ve yorganımı değiştireceğimi söylüyordu.
“Sen duşa gir. Çıkınca yemeğini yer, ilaçlarını içer ve tekrar uyursun.” Benim çarşafı elimden bırakmadığını görünce tahammülsüzce devam etti, “Bırak hadi.”
Ayakta duracak halde değildim. Sürekli terliyor ve bir yandan da üşüyordum. Tek istediğim Uraz’ın söylediği gibi duşa girip yemek yemek ve ilaç alıp uyumaktı. Kolumu kıpırdatacak halde değildim.
“Tamam,” dedim, “Bunu mecburen kabul ediyorum çünkü başka çarem yok.” Banyoya doğru ilerlediğim sırada yatağıma doğru yönelen Uraz’a döndüm, “Uraz.” dedim.
“Efendim 889?”
“Gerçekten teşekkür ederim.”
“Teşekkür etmeni gerektirecek bir şey yapmıyorum.” dedi sessizce ve çarşafımı katlayıp odanın ucundaki kirli sepetine attı.
Gördüğüm son görüntü buydu. Duşa girip sıcak suyun altında vücudumun rahatlayışına şahit olmak muhteşem bir histi ama duşta on dakikadan fazla duramadım. Bacaklarımın titrediğini hissediyordum. Sadece on dakikalık bir duşun ardından bornozumu giydiğimde banyoya hiç kıyafet almadığımı fark ettim. Yanına bornozla mı gidecektim? Saçmalama!
“Uraz.” diye seslendim kapının ardından.
“İyi misin?” dedi telaşla.
“Sorun yok. Sadece... Kıyafetlerimi almayı unutmuşum, bana onları uzatır mısın? Masanın üzerine koymuştum.”
“Tepsinin yanındakiler mi?”
“Evet onlar.”
“Tamam. Sanırım onları sana uzatabilmem için kapını biraz da olsa açman gerekiyor.”
“Neden?” dedim utanarak. Uraz’ın güldüğünü duydum.
“Kıyafetlerini kapının içinden geçiremeyeceğime göre...”
Doğru söylüyordu, ne aptaldım. Kapıyı araladım ve elimi uzattım. Uraz kıyafetlerimi elime bıraktı ve kapıyı kapattım. Tam o an gözlerim aynadaki yüzüme çevrildi. Kıpkırmızıydım. Uraz’ın kendi kendine gülmeye devam ettiğine emindim. Hızlıca giyindim ve saçlarımın nemini havluyla alıp banyodan çıktım. Uraz çalışma masamın önünde oturmuş kahve içiyor ve masamdaki kitapları inceliyordu. Beni görünce başını kaldırdı.
“Daha iyi misin?” diye sordu.
“İyiyim. Ne okuyorsun?”
“Tüm bu isimsiz kitapların arasında dövüş sanatıyla ilgili bir kitap buldum. Ona göz gezdiriyordum. Gel, yemeğini ye. Sen ilaçlarını içtikten ve yattıktan sonra gideceğim. Merak etme.”
“Sorun değil, varlığın beni rahatsız etmiyor.” Uraz camın önündeki berjere geçerken ben çalışma masamın önündeki sandalyeye oturdum ve masanın üzerindeki tepsiyi kendime doğru çektim.
“Eren makarna yapmadı mı?” diye sordum.
“Tavuk çorbası ve mantarlı erişte yapmış. Erişte de bir makarna çeşidi.” diyerek belli belirsiz güldü Uraz.
Gülümseyerek önüme döndüm ve o kitabıyla ilgilenirken yavaş yavaş yemeğimi yedim.
“Bana Kumru dedin.” dedim sessizce çorbamdan bir kaşık alırken.
“Ne?” diye sordu.
“Beni uyandırmaya çalışırken bana Kumru dedin. 889 demedin...” Uraz’ın derin bir nefes aldığını duydum.
“Farkında değilim.” dedi. Gülümsedim.
Bana 889 değil, Kumru demişti ve geçen yarım saatin sonunda aklımda kalan tek şey buydu ve hep bu olacaktı. İşte bu yüzden dokuzuncu evi hiç unutmayacaktım. Ev sessiz ve sakindi, diğerlerinin salondan gelen sohbet eden kısık seslerini duymak bana huzur veriyordu. Dokuzuncu ev planlarımızı bozmuştu, dinlenmeye geldiğimiz bu evde bu geceyi geçirmek zorundaydık. Üstelik bunun sebebi bendim. Kilometrelerce yol boyunca sürüklenmiş gibiydim, öyle yorgun ve öyle yıpranmıştım ama beni yıpratan yerin altında yaşadıklarım değildi. Beni yıpratan doğduğum günden beri yaşadıklarımdı.
Gözlerim yeni ağlamış bir bebeğin gözleri gibiydi. Etrafa bomboş bakıyordum, bir umutlu bir umutsuz, dengesiz suların içinde bata çıka yüzüyordum. Boğulmaya hem çok yakın hem de çok uzaktım.
“Her ay böyle mi oluyor?” diye sordu Uraz.
Maskülen ses tonu ile regl düzenim hakkında bilgi almaya çalışıyordu ve bu oldukça garipti. Birazdan genelde hangi ped markasını kullandığımı sorarsa şaşırmayacaktım.
“Hayır,” diye açıkladım, “Genelde çok daha hafif yaşıyorum... Gerçekten merak ediyor musun?”
“Sadece her ay böyle oluyorsa nasıl hayatta kalıyorsun diye soracaktım. Merak ettiğim buydu.”
Beni bir bilim adamının bir deney sonucunu izlediği gibi izliyordu. Sanki hayatında ilk defa bir karşı cins hakkında bu kadar çok şey öğreniyordu.
“Sadece stresli dönemlerimde böyle ağır geçiyor...”
“Anladım,” dedi, “Peki genelde stresli misindir?”
“Aslında evet ama hiçbir zaman bu kadar stresli olduğumu hatırlamıyorum. Genelde gözlerimi hayatımdaki tüm acı gerçeklere kapatmaya çalışırım. Kötü olan her şeyi arkama alır ve hayallerime odaklanırım. Dansıma.”
“Dansın hangi türleriyle ilgileniyorsun peki?” diye sordu. Bunları gerçekten merak ediyor muydu?
“Modern dans.”
“Modern dans...” diye tekrar etti, “Tek kişilik mi yani?” Yüzüne kaşlarımı çatarak baktım.
“Nasıl yani?” diye sordum.
“Yani yalnız mı dans ediyorsun?” diye sorunca gülümseyerek önüme döndüm ve yemek yemeye devam ettim.
“Sen yalnız mı dövüşüyorsun?” diye sordum karşılık olarak.
“Kum torbasıyla yaptığım çalışmaları sayarsan evet, yalnız olduğum çok oluyor.”
“Ben kum torbasıyla dans edemem ama.” diye açıkladım.
Uraz’ın yüzündeki ciddi ifade yerini canı sıkılmış bir ifadeye bıraktı ve başını kitabına eğdi. Yaklaşık iki dakika boyunca hiçbir şey söylemeden kitabını okudu, ben de yemeğimi yemeye devam ettim.
“Yani tek başına dans etmiyorsun.” dedi bu iki dakikanın sonunda. Galiba içinde kalmıştı.
“Modern dans çok geniş bir dal aslında. Tek başına olabildiğin gibi grup dansların içinde de yer alabiliyorsun.”
“Anladım...” dedi ve başını bir kez daha kitabına doğru eğdi. Yine sessiz bir iki dakika geçirdik. O kitabını okudu ve ben yemeğimi yedim.
“Peki sonuç olarak?” diye sordu, “Tek başına mı dans ediyorsun yoksa grup olarak mı? Hangisini tercih ediyorsun?” Derin bir nefes aldım.
“İkisini de tercih ediyorum. Birini seçmem gerekmiyor. Dediğim gibi, geniş bir dal bu. Bazen tek, bazen grup olarak.”
“Anladım.” dedi bir kez daha ve kitabına döndü. Bu söylediğim onu sinirlendirmiş miydi? Neden?
Yemeğimi bitirip Uraz’ın getirdiği ilaçlara göz attım. Güçlü bir ağrı kesici ve multivitamin getirmişti. İkisinden de birer tane içtikten sonra yatağıma geçmek için ayağa kalktım.
“İyisin, değil mi?” diye sordu Uraz.
“İyiyim. Merak etme.” dedim.
“Uyuyacak mısın?”
“Uyusam iyi olur. Yoksa yarın yola devam edemem. Çok halsizim.”
“Sorun değil. Bir gün daha bekleriz.” dediğinde yüzüne şaşkınlıkla baktım.
“Bir an önce dışarı çıkmak istediğini sanıyordum.” dedim şaşkınlıkla, “Abinin uyandığını öğrendin.”
“Hastasın.” diye açıkladı, “Doğru olup olmadığını bile bilmediğim bir haber uğruna seni burada bırakıp kapıya gitmemi mi beklerdin? Üstelik doğru olduğundan emin olsam bile bunu yapmazdım. Seni almadan çıkmazdım.” Birkaç saniye durup yüzüme baktıktan sonra devam etti, “Yani hiçbirinizi almadan çıkmazdım.”
“Kimseyi ardımızda bırakmayacağız.” dedim sessizce, “Buradan birlikte çıkacağız.”
Uraz uzanıp odamın ışığını kapattı ve masanın üzerindeki masa lambasını açtı. Odanın loş aydınlığının arasında kitabının kapağını kapatıp ayağa kalktı.
“Gidiyor musun?” diye sordum. Belli belirsiz başını salladığını gördüm.
“Seni yalnız bırakayım. Dinlen.” dedi ve bana doğru eğilip elini alnıma dokundurdu.
“Hala ateşin var ama düşüyor gibi... Ara ara gelip seni kontrol ederim.” diye açıkladı ve doğruldu.
“Tamam, görüşürüz. İyi geceler, 533.” diye mırıldandım gözlerim kapanırken.
“İyi geceler 889.” dedi ve ekledi, “Bu gece bana emanetsin. Merak etme.”
Uraz odamdan çıkar çıkmaz yaşadığım yoğun halsizlik hissi içinde uyuyakaldım. Ter damlalarının yanaklarımdan dudaklarıma doğru süzüldüğünü hissedebiliyordum. Vücudum hem sıcaktı hem üşüyordu. Kötü hissetmekten yorulmuştum ama Uraz’ın beni kontrol etmek için gelip gidecek olması bana güven veriyordu. Kendimi bırakabilirdim, kendimi bırakıp uyuyabilirdim.
Ne de olsa bu gece Uraz Kayalar’a emanettim. Onun söylediği gibi...
(Saatler Sonra)
Gözlerimi karanlık odama araladığımda ne kadar uyuduğumu bilmiyordum. Evin için sessizdi, dışarısı zifiri karanlıktı. Simülasyonun yanıp sönen ışıkları bile yanmıyordu, hala gece vaktinde olmalıydık. Yatağımdan kalkıp banyoya geçtim. Ellerimi yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Ağrım geçmişti, enerjim yerine gelmişti. Uykuya dönemeyecek kadar dinçtim. Üzerime siyah polar hırkamı geçirdim ve odamdan çıkıp mutfağa doğru ilerledim. Mutfak tezgahının üzerinde duran su ısıtıcısına bastığımda arkamdan gelen sesle irkildim.
“Kahve vakti mi?” Uraz’ın arkamdan gelen sesi beni korkuturken merakla ona döndüm. Salonun büyük koltuğunda uzanmış kitap okuyordu.
“Sen... neden uyanıksın?” dedim şaşkınlıkla.
“Uyku tutmadı.” diye mırıldandı. Yalan söylüyordu. Uykusunun olduğu her halinden belliydi.
“Gözlerin öyle demiyor ama.” dedim. Başını kitabından kaldırıp bana baktı.
“Bu gece bana emanetsin demiştim, iş üzerindeyken uyuyamazdım.”
Su ısıtıcıdan gelen ses bana suyun ısındığını haber verirken kahve yapmak için tezgaha döndüğümde yüzümde aptal bir gülümseme vardı.
“İş üzerindeyken mi?” diye sordum, “Ben bir iş değilim. Sen benim korumam değilsin Uraz. Üstelik artık uyandığıma ve iyi olduğuma göre gidip uyuyabilirsin. Gözlerin kapanıyor.”
“Gece bitmedi.” dedi ve başını kitabına çevirdi.
“Pekala, madem sabaha kadar uyumamaya kararlısın o zaman sana da kahve yapıyorum, itiraz istemiyorum.” Belli belirsiz gülümsediğini gördüm.
“Sandviç?” diye sordum, “Yer misin?”
“Beraber yaparsak yerim.” dedi ve kitabını koltuğa bırakıp bana yöneldi, “Benim sana bakmam gerekiyordu. Senin bana değil.” diye devam etti.
“Söylediğim gibi, ben koruyup kollaman gereken biri değilim Uraz.”
Ben kahvelerimizi yaparken Uraz buzdolabını açtı. Domates, marul, krem peynir, mısır ve turşu çıkardı. Uraz sebzeleri yıkarken iki sandviç ekmeği çıkarıp mutfak tezgahına koydum.
“On yedi yaşımdayken,” diye başladı anlatmaya, “Bir adamdan bir telefon aldım. Türkiye’nin en zengin iş adamlarından biri, Necip Eldan. Elli dokuz yaşında çok zengin ve çok başarılı bir iş adamı.”
Uraz bir yandan sebzeleri kesiyor bir yandan konuşuyordu. Anlatacaklarının nereye varacağını görmek için merakla bekliyordum.
“Kendisi abimden yıllardır Judo eğitimi alıyordu. Judo bir Japon dövüş sanatı...” diye açıkladıktan sonra devam etti, “Özel ders alıyordu. O kurstayken onun bulunduğu kata başka hiç kimse alınmazdı. Sadece o ve korumaları... Ben ise kursta daha çok boks eğitimleriyle ilgilenirdim. Bir gün abim üst katta Necip Eldan’a özel judo dersi verirken ben bir alt katında üç kişilik bir arkadaş grubunu boks çalıştırıyordum. Necip Bey abimin ofisine uğramak için alt kata indiğinde korumalarıyla birlikte benim dersime şahit olmuş, biraz izlemiş. Sonra bir gün ondan bir telefon aldım. Krem peynir mi yoksa beyaz peynir mi?”
“Ne?” dedim şaşkınlıkla.
“Sandviç için soruyorum. Beni arayıp bunu sormadı, merak etme.” dedi gülümseyerek.
“Haa, anladım.” dedim kafa karışıklığıyla, sonra gülmeye başladım, “Krem peynir.” diye mırıldandım ve Uraz anlatmaya devam etti,
“Benden onun korumalarından biri olmamı istedi.”
“O yaşta mı?”
“O yaşta. Abim buna karşı çıksa da ben deneyim kazanmak istiyordum ama bunu bir şekilde abimden gizlemem gerekiyordu. Necip Bey ile konuştum ve abimin öğrenmesini istemediğim için bana sadece özel davetlere katıldığı gecelerde koruması olmamı teklif etti. Adamın düşmanı çoktu. Onunla büyük davetlere katıldım, sabaha kadar bir adamın korumalığını yapıp ertesi gün nasıl uykusuz görünür iyi biliyorum.”
“Nasıl?” diye sordum merakla.
“Biraz zencefil suyu, limon ve biraz maydanoz. Bir dikişte içtiğin zaman uykusuzluğa dair eser kalmıyor.”
“Ben uyanmadan içecektin, değil mi? Sanırım biraz erken geldim.” Başını salladı ve sandviçleri birer tabağa yerleştirdi.
“Beni yakaladın.” diye mırıldandı ve tabaklardan birini bana uzattı.
“Teşekkür ederim.” dedim. Kahvemi ve sandviçimi alıp masaya geçtim. Uraz da aynı şekilde beni takip ediyordu.
“Zor değil miydi?” diye sordum.
“Ne zor değil miydi?”
“On yedi yaşındayken böyle bir hayat... Bir adamın koruması olmak.”
“Hiçbir zaman bir çocuk gibi hissetmedim, sanki hep böyleydim. Bu dünyaya hep birilerini korumak için geldiğimi, hep birilerinin kahramanı olmak için geldiğimi hissettim.” dedi kahvesinden bir yudum alarak.
“Abin gibi.” diye mırıldandım.
“Abim gibi...” diye tekrar etti sessizce.
“Senin hikayen abinin seni korumasıyla başladı aslında. Şimdi hayat amacının birilerini korumak olduğunu hissetmen çok normal. Bu senin hayat travman Uraz. Abin senin kahramanın ve sen bu yüzden ona hayranlık duyuyorsun. Sen de bunu istiyorsun.”
“Ne istiyorum?” diye sordu merakla.
“Kahraman olmak...” dedim, “Sana göre birilerini korumak hayranlık uyandırıcı bir davranış. Güçlü hissetmek istiyorsun ve güçlüsün zaten. Bunun için birilerinin kahramanı olmana gerek yok.”
Gözleri bir süre üzerimde dolaşırken sandviçimden bir ısırık aldım. Çok acıkmıştım ve bu Uraz’ın ellerinden yediğim ilk yemekti. Aldığım her bir ısırık Persephone’nin Hades’in ellerinden yediği nar taneleri gibiydi... Persephone yediği nar taneleri yüzünden yer altı dünyasına ve Hades’e bağlanmıştı. Hades yeraltı dünyasının karanlık tanrısıydı. Ben rengarenk elbiselerle dans etmeyi hayal eden naif bir ruhtum, Uraz ise tüm hayatını kavgaya, korumacılığa, kahramanlığa adamış naiflikten uzak, sert bir ruhtu.
“Gidip dışarının durumuna bakayım.” dedi Uraz sandviçini bitirdikten sonra.
“Zencefilli uyandırma içeceğinden içmeyecek misin?” diye sorduğumu duyunca güldü.
“Zencefilli uyandırma içeceği mi?” diye tekrar etti, “Dönünce içerim 889.”
Ayağa kalktı ve koltukta duran yağmurluğunu üzerine geçirdi. Kapıya doğru ilerleyip yağmur botlarını giydi ve siyah şemsiyesini açıp karanlığa doğru ilerledi. Arkasından bakıyordum, Uraz’ın şemsiyesine düşen su damlalarının sesleri bana kadar geliyordu. Derin bir nefes alıp kahvemden bir yudum daha aldım. Bu gece hayatımın en garip gecesiydi.
Hayatta hiçbir şey hesapladığımız gibi olmazdı. Sen saniye saniye hesap yapsan da hayat karşına bambaşka senaryolar çıkarırdı. Bu geceyi onuncu evde geçirmeliydik, bu sabaha onuncu evde uyanmalıydık ama olmadı.
“Günaydın Kumru! İyileştin mi?” Eren neşeli bir sesle mutfağa doğru yürürken duygulandığımı hissettim.
“Günaydın Makarna Profesörü. Daha iyiyim, merak etme. Dünkü yemekler harikaydı.” O sırada koridorda beliren Nisan’ı gördüm.
“Günaydın! Gerçi sabah mı bilmiyoruz ama... Kumru! İyi görünüyorsun! Dün gece uyuyorsun diye gelemedik, uykunu bölmek istemedik. Uraz hallediyor gibi görünüyordu.” dedi Nisan gülümseyerek buzdolabına yönelirken.
“Daha iyiyim, nasıl iyi olmayayım ki? Uraz’ın çabası, Eren’in çorbası, senin salatan olduğunu tahmin ettiğim salata...” diye saymaya devam ederken Bulut’un sesini duydum,
“Ve benim ilaçlarım.” diyerek odaya girdi Bulut, “Reçeteni ben yazdım.”
“Benim ilaçlarım deyince sen ürettin sandım.” diye mırıldandı Eren.
“Reçeteni ben yazdım derken?” diye sordum merakla.
“Şaşırtıcı ama gelip hangi ilaçları kullanman gerektiğini bana sordu.” dedi Bulut masaya otururken ve başıyla pencereyi işaret etti.
Başımı Bulut’un işaret ettiği yere çevirdiğimde Uraz’ı gördüm.
Uraz’ın Bulut’tan nefret ettiğine emindim, onunla muhattap bile olmamaya çalışırken ona gidip benim için ilaç sormuştu. Bu konuda ne hissedeceğimi bile bilmiyordum, sadece mutlu olmuştum. Çok mutlu olmuştum.
Benim yüzümden kapıya ulaşmamız belki birkaç saat belki de bir gün kadar gecikecekti ama bu kimsenin umrunda değildi. Sanırım hayatımda ilk defa birilerine ayak bağı oluyor gibi hissetmiyordum. Benim yüzümden burada kalmak zorunda olmalarının onlara hiçbir şey ifade ettiğini sanmıyordum. İşte bu yüzden burası ve bu gün benim için hep özel kalacaktı.
Dokuzuncu ev benim hayatımda ilk defa birilerine ayak bağı olmadığımı hissettiğim evdi.
Dokuzuncu ev Uraz’ın beni korumaya başladığı evdi.
Bütün gece benim için uykusuz kaldığı evdi.
Bana ilk kez burada, dokuzuncu evde “Kumru” demişti.
Bunu hiçbir zaman unutmayacak ve unutturmayacaktım.
Sanki burası geçerken uğradığım, gördüğüm öylesine bir yerdi. Sanki bir gün yolda yürürken bir enkaz görmüştüm ve o enkazın altında sadece ben vardım. Enkazın altında olmaktan da öte, o enkaz bendim.
Hayatım boyunca sesimi duyurmaya çalışmıştım, o çaresizliği yıllarca her saniyemde tatmıştım ve artık sesimin duyulmaya başlandığını hissediyordum.
Ben Kumru ya da herkesin bildiği gibi 889.
Bu enkazın altında seninle birlikteyiz ve sana söz veriyorum buradan birlikte çıkacağız. Sen beni duyuyorsun, ben seni. Bu dünyada yalnız değiliz. Biz kendi enkazı altında kalanlarız, biz enkaz altındakileriz. Sana söz veriyorum, buradan birlikte çıkacağız.