8.Bölüm : Yıldızların Hırsızları.
.png)
8.Bölüm : Yıldızların Hırsızları.
Yüz yıllar önce annesini öldüren babası Zeus’un doğum sancısını andıran baş ağrısının sonunda babasının kafasından doğup dünyaya gelen Athena gibi, kendi kendimi dünyaya getirmiş, kendi kendimi var etmiş bir çocuktum ben.
Athena annesinin karnından değil babasının kafasının içinden çıkıp da geldi dünyaya. Bir bebek olarak doğmadı, elinde zırhıyla ve üzerinde savaş kıyafetleriyle bir yetişkin olarak doğdu. Savaşmaya hazır bir halde geldi dünyaya.
Sen ve ben gibi. Doğduğumuz an gibi.
Hiçbir zaman bebek olmadık, hiçbir zaman doya doya bir çocukluk yaşamadık. Biz savaşmak için geldik bu dünyaya, başkalarının önüne sunulan her şeyi savaşarak kazanmak zorunda kaldık.
Sen ve ben. İkimiz.
Seni kovalayıp duran o gölgeyi hisset.
Parlamanı engelleyen her şeyi gör.
Dans etmene engel olan bağlarını tutup kopar.
Sıkışıp kaldığın dünya gerçek dünya değil. Athena’nın babası Zeus’un kafasında sıkışıp kaldığı gibi, geçirdiğimiz sürecin adı bu, “sıkışıp kalmak.” Gün gelecek, elimizde zırhımızla doğacağız yeniden. Ara verdiğimiz her şeyin devamı daha şiddetli olacak. Ben Kumru, ya da herkesin bildiği gibi, “Ben 889.” Buraya, seni tutsak kaldığın enkazdan kurtarmaya geldim. Biliyorsun, değil mi?
---
Büyük salonun büyük yuvarlak masasının etrafında oturmuş evin içinde ne var ne yoksa masaya yığmış bir ipucu arıyorduk. Yaşadıklarımız yarışmanın bir parçasıysa burada bir yerde bir ipucu olmalıydı.
“İyi de bunların anlamı ne?” Bulut’un sesi gergin ortamı daha da gerecek bir inançsızlık içindeydi.
“Kitapların hiçbirinde bir yazar ismi yok. İçinde bize yol gösteren bir şeyler olmalı...” diye açıkladım sessizce. Oysa kitaplar sadece birer romandı. Evet, aralarda farklı anlamlara çekilebilecek cümleler vardı ama bu tarz cümleleri her türlü romanda bulmak mümkündü.
“Saatlerdir bakıyoruz. Yol gösteren bir şey yok.” dedi Uraz, “Bize yol gösterecek olan onlar. Yanlış giden bir şeyler var...”
“Yani?” diye sordum, “Bir hata mı var diyorsun? Onların da beklemediği bir şey...”
“Belki de.” deyip kestirip attığında öfkesi yüzünden belli oluyordu.
“Hani röportajlar yapılacaktı, görevler verilecekti. Kendi kendimize oradan oraya gidiyoruz.” dedi Bulut orta sehpanın çekmecelerini incelerken.
“Ne yapsak bizimle iletişime geçerler?” diye sordu Eren önündeki kitap sayfalarını incelerken.
“Rica etsek?” dedi Nisan. Eren güldü ve başını yukarı kaldırdı.
“Lütfen.” dedi gülümseyerek, “Rica ettim olmadı. Demek ki olmuyormuş...” dedi Nisan’a dönüp gülerek. İkisi kendi aralarında gülüşürlerken ben çaresizce düşünüyordum. Bulut çekmeceleri karıştırıyordu, Uraz ise önümüzde duran kitaplara bakıyordu.
Tam o an odanın içindeki sessizliğin ortasına büyük bir gürültü düşüverdi. Sanki bir şeyler yıkıldı. Beşimiz aynı anda şok içinde bahçeye doğru döndüğümüzde Uraz çoktan ayağa kalkmış evin kapısına doğru yürüyordu.
“Bekle, tek gitme.” dedi Bulut. Uraz için endişelenmiş miydi?
Uraz cevap vermeden, belki de Bulut’un cümlesini bile duymadan çıkıp giderken peşinden ilerledik. Merdivenleri koşarak inip kendimizi bahçenin sonundaki çamur dolu yola attığımızda gördüğümüz manzara hiç hoş bir manzara değildi. Uraz en önde durmuş üzerindeki görüntüyü izlerken şok içinde bakıyordum.
“Hassiktir!” dedi Eren elini şaşkınlıkla ağzına götürürken.
Şoktaydık ve sadece izliyorduk. Üzerimizi kaplayan ve bize gökyüzü ambiansı vermesi gereken ekranın bir kısmı patlamıştı. Evet, bildiğiniz patlamıştı. İçindeki kabloların yanık kısımlarını görebiliyorduk, içinden çıkan dumanlar ise korkunç kelimesinin bile ötesindeydi.
“Nasıl olabilir bu?” diye sordum çaresizce, “Neden?”
“Yangın çıkmaz, değil mi?” diyen Nisan’ın sesi korku doluydu.
İçinde bulunduğumuz durum ne normaldi ne de bir kurguydu. Her tarafımız çamura bulanmıştı, bulunduğumuz platform adı verilen yerin her yeri su sızıntısı alıyordu, elektrik devreleri patlamaya başlamıştı, üzerimizde dumanlar geziniyordu.
“Bir açıklama yapmazsanız bir şekilde yukarı çıkar komple keserim kabloları.” dedi Uraz sessizce, “İçerisi tamamen karanlık oluncaya kadar. Sizin kameralarınız hiçbir bok göremeyene kadar.”
Kısa bir sessizlik anından sonra Uraz’ın tehdidi karşılığını bulmuş olacak ki platformun hoparlörlerinden bir ses duyuldu. Korkuyla etrafıma bakındım.
“Sanırım artık bir açıklama yapmam gerekiyor.” dedi karşıdaki ses, bu programın yapımcılarından biri olan Taylan’ın sesiydi. Sesindeki yorgun, çaresiz tını içimde büyük bir korkuya sebep olmuştu. Sanki artık hiçbir şey açıklamasına gerek yoktu, sesi ters giden bir şeyler olduğunu anlatıyordu.
“Sizi kimse izlemiyor...” dedi, “Kimse görmüyor.”
Gözlerim şaşkınlıkla hoparlörlerden birinin üzerinde donakaldı. Bu da ne demekti? İçimi dolduran üşüme hissi kafamın içinde dolaşıyordu. Sanki kafamın içi üşüyordu.
“Ne demek bu?” diye sordu Uraz.
“Sizi sadece biz görüyoruz. Sadece bizim ekip tarafından izlenebiliyorsunuz.”
“Neden? Yarışmaya ne oldu?” dedi Bulut anlam vermeye çalışarak.
“Yarışmadan çekildik.” dedi karşıdaki yorgun ses, “Size her şeyi içtenlikle anlatacağım. Beni anlayacağınızı umuyorum. Korkacaksınız ve telaşlanacaksınız ama önce beni dinleyin.”
Taylan’ın kurduğu cümleler içinde bulunduğumuz durumun tahmin ettiğimizden daha kötü olduğunu doğruluyor gibiydi. Kulaklarımızın duyacağı cümleler neler olacaktı bilmiyordum, neyin içinde olduğumuzu anlamamız mümkün değildi.
“Enkaz Altındakiler tüm dünyada aynı anda başlayan bir yarışma. Kimseye duyurulmadan, reklamı yapılmadan başlayacaktı. Çünkü eğer büyük reklam bütçeleri harcansaydı hazırlık aşamasında birçok büyük kanal da aynı tarz projelere hazırlanacaktı. Biz rakipsiz olmak istedik. Yarışma formatının asıl yapımcısı bir Alman televizyon kanalının sahibi. Bizler sadece yerel yapımcılarız. Onlar bütçeyi sağlar, biz onlar için alanı bulur, platform haline getiririz, yarışmacıları seçeriz ve çekimleri yapıp onlara göndeririz. İçinde bulunduğunuz alanın üzerinde yaşam alanları var, bu olmaması gereken bir şeydi. Girişi ormandan yaptık ama üzerinizde evler var, insanlar var, su kanalları var... Çıkacağınız yer ise yine bir ormanın içinde. Sizi giriş kapısına gönderdiğimiz sıralarda yapım ekibinde çalışan bir ekip arkadaşımdan çıkışa kurulan şifreli ve elektrikli kapıda bir sorun olduğuna dair bir mesaj aldım. Gidip kontrollerimizi yaptığımızda kapının artık elektrik almadığını fark ettik. Kapıya giden kablolarda bir sorun vardı. Fakat bir sorun daha vardı, kapının bağlı olduğu elektriği veren kablolar platformun iç kısmından geçiyordu. Bu sorunu çözene kadar yarışmanın Türkiye ayağı konusunda bir gecikme yaşanacağını bildirdik, yayına girmedik. Sorun ekipçe çözemeyeceğimiz kadar büyüktü. Kapı sadece elektrikle çalışan, duvara gömme şifreli bir kapı. Bunun için profesyonel bir yardım istemek zorundaydık. Ama isteyemedik...” dedi çaresizce.
“İsteyemedik de ne demek?” dedim şok içinde.
“Ben bir yapımcıyım, çocuklar.” dedi Taylan, “Bu ülkenin en güvenilir isimlerindenim. Bu ülkede bir ton yarışma yaptım, şimdi bu durumun yayılmasına izin veremem. Kariyerim mahvolur. Sadece benim değil, buradaki tüm ekibin...”
“Ne diyorsun yani, orada yaşayın mı diyorsun?” dedi Uraz alaycı bir öfkeyle.
“Bakın, sizi oradan çıkarabilmek adına elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. Ama sizin yardımınıza ihtiyacımız var, içeride olan sizsiniz!”
“İçerisi su alıyor, bunun farkında mısınız?” dedi Eren hesap sorarak.
“Farkındayız... Platform tam anlamıyla, her yanıyla hatalı. Elektrik devreleri, su sistemi, her şey hatalı... İşte bu yüzden bunu çözmesi gereken biziz. Beş tane insanı denetimsizce yerin altında yaptığımız bir platforma koyduğumuz ve başlarına bunların geldiği duyulursa bu haber sadece yayılmaz. Hayatımızı yakarlar...”
“Hayatınızı ben yakacağım.” diyen Uraz’ın sözünü Taylan kesti.
“Uraz, biliyorum öfkelisin. Çok haklısın oğlum. Sana oğlum diyorum, senin yaşında bir oğlum var. Sizleri çocuklarım gibi sevmeseydim sizi bu yarışma için seçer miydim? Tek istediğim sizi oradan bir an önce çıkarmak ama yalvarırım bana yardım edin. Siz yanımda olmazsanız bunu yapamam... Aileleriniz sizi aramaya başladı, beşinizin de ailesi sizi soruşturuyor. Bir ton yalanla olayı ertelemeye çalışıyoruz, yayını canlı yapmayacağımızı ve her şeyin montajlandıktan sonra yayınlanacağını söylüyoruz ve uyku bile uyumadan sizi oradan çıkarmanın yolunu araştırıyoruz. Bunları size anlatamadım, korkmanızı istemedim ama sanırım sizi sizin yardımınız olmadan oradan alamayız. Lütfen bana inanın, lütfen bana yardım edin.”
Sanırım şu an gerçekten de bir enkaz altındaydık. Duyduklarım karşısında yaşadığım korku hissinin dışında kafama bambaşka bir şey takılmıştı. Beşimizin de ailelerimizin bizleri aradığını söylemişti. Annem ve babam beni arıyor olabilir miydi? Böyle bir şey mümkün müydü?
“Ailelerimiz mi?” dedi Uraz içindeki acı dolu öfkeyle, “Yanlış yalanı söyledin Taylan. Benim beni arayacak bir ailem yok.”
“Abin.” dedi Taylan, o an şok içinde Uraz’a baktım.
“Abim mi?” dediğinde kırılganlıktan uzak sesinin titrediğine emindim.
“Araz Kayalar. Seni arıyor.”
“Bu mümkün değil.” dediğinde sesindeki umudu duyabiliyordum. Uraz’ın abisi Uraz buraya girerken bir komadaydı. Uyanmış olabilir miydi?
“Abin uyandı Uraz, hastaneden çıkmasına izin vermemelerine rağmen sana ulaşamayınca hastaneden kaçıp gitmiş. Sen kimseye bu yarışmadan bahsetmediğin için bize ulaşabilmiş değil. Ama seni arıyor...”
“Yalan söylüyorsun.”
“Yalan söylemiyorum. Size neden sizi kurtarabilmek için yalan söyleyeyim, bu kadar şerefsiz miyim?”
“Belki de.” dedi Uraz.
Taylan çaresizce nefes verdi. Kısa bir sessizlik anında ne onun bize söyleyebilecek bir şeyi vardı ne de bizim. Fakat Uraz Taylan’ın söylediklerinin yalan olması ihtimalinde bile söz konusu abisiyken bunu kestirip atamayacaktı.
“Kapı nerede?” diye sordu, “Bize ne kadar uzak?”
Ona yardım edecekti. Ona yardım edecektik. Taylan umut dolu bir nefes aldı.
“Kapı size sadece iki yüz yetmiş kilometre uzaklıkta.”
“İki yüz yetmiş mi?!” dedim şok içinde.
“İki yüz yetmiş değil,” dedi Eren öfkeyle, “Sadece iki yüz yetmiş. Oradaki sıfatı atlamayalım.”
“Her gün dinlene dinlene yürürseniz günde bazen 30 bazen 40 bazen 50 kilometre bile yürüyebilirsiniz çocuklar. Böyle bir senaryoda sizi oradan bir hafta sonra çıkarabiliriz. Kapıya geldiğinizde önce oranın elektrik problemini düzeltmeniz gerek. Sonra çözmeniz gereken bir şifre olacak, orada bir ton ipucu var. Tüm bunları birlikte sadece bir hafta içinde yapabiliriz. Ben hep burada olacağım, mikrofonun başında. İçeride tonla yiyecek var, size yardımcı olabilecek her şey sizin kullanımınıza hazır. Siz sadece bana yardım edin. Buraya kadar gelin ve sizi oradan alalım.”
“Led ekranın bazı kısımları artık çalışmıyor. Ya tamamen kapanırsa? Ya içerisi zifiri karanlık olursa?” dedi Uraz tahammülsüzce.
“El fenerleriniz var.”
“Siktirin gidin.” dedi Uraz bir anda yükselerek.
“El fenerlerimiz varmış, mucize abi! Gözüm kamaşıyor el fenerlerimizin ışığından, bakamıyorum bile. O kadar aydınlatıyor... Nesiniz siz aydınlatma profesörü mü?” dedi Eren öfkeyle.
Elimi uzattım, Eren’in kolunu tuttum.
“Sakin ol.” diye fısıldadım.
Nisan bir köşede ağlıyordu. İçimden bir ses bu yolun tamamını beş kişi olarak geçemeyeceğimizi söylüyordu.
“Ne yapacağız?” diye sordum sessizce.
“Dediklerini yapmaktan başka çaremiz var mı?” dedi Bulut.
“Eve dönün çocuklar. Dinlenin ve sabah erkenden yola çıkın. Sizi oradan almak için elimizden gelen her şeyi yapacağız ama lütfen, siz de bize yardım edin.”
Hiçbirimizden hiçbir ses çıkmadı. Öfkeliydik. Karşımızda bizi buraya denetim bile yaptırmadan aldığını söyleyen bir yapımcı vardı. Burada hiç kimseyle iletişim kuramaz bir halde kalmıştık. Yetkililere haber vermeleri gerekirken yaptıkları suçun öğrenilmesinden korkup yetkililere haber vermeyen bir avuç yapımcının insafına kalmış bir çaresizlik içindeydik.
“İçeri girelim.” dedi Uraz, “Yoksa gerçekten sağlam kalan kabloları da ben yakacağım.”
Yaklaşık yarım saat sonra odamda oturmuş dışarıdaki karanlığı izliyordum. İçine düştüğüm şey televizyonculuk tarihinde bir kez olsun bile görülmemiş bir çekim kazasıydı. Hiç kimsenin haberinin olmadığı bu kaza duyulduğu anda sadece içinde bulunduğumuz ülkede değil tüm dünyada sansasyon yaratacak türden bir kazaydı. Bizler bir avuç televizyoncunun aptallığı yüzünden burada mahsur kalmıştık ve kimse yardım çağırmıyordu. Hayatımda hiçbir zaman içimde şu an hissettiğim kadar büyük bir korku hissettiğime tanık olmamıştım. Sanki saçma sapan bir panik atak yaşamak üzereydim. Nefes almakta zorlandığımı hissediyordum. Elim boğazımda odanın içinde bir ileri bir geri oradan oraya gezinip duruyordum. Burada böylece durup uyuyacak mıydık? Odanın kapısını açıp kendimi koridora attığım an Uraz’ın odama doğru yürüdüğünü gördüm. Koridorda karşı karşıya kaldığımız an korkuyla yüzüne baktım.
“Yola çıkalım mı?” diye sordu. Başımı salladım.
“Yola çıkalım.” dedim titreyen sesimle.
Belli ki o da benimle aynı haldeydi. O sırada Bulut’un kapısı açıldı.
“Çıkıyoruz, değil mi?” dedi. Başımı salladım.
“Çıkıyor muyuz?” dedi odasının kapısından çıkan Eren. Odasından çıkan Nisan yağmurluğunu bile giymişti.
“Ben hazır bir şekilde bekliyordum...” dedi, gözleri kıpkırmızıydı.
“Tamam, o zaman hazırlanıp çıkalım.” dedim odama doğru ilerlediğim sırada.
“Çantalarınıza alabildiğiniz kadar el feneri alın.” dedi Uraz, “Başımıza ne geleceğini bilmiyoruz.”
En kötüsü de buydu işte, başımıza ne geleceğini bile bilmiyorduk.
Hazırlanmak için odalarımıza döndüğümüzde ellerim titriyordu. Üzerime yağmurluğumu geçirdim, çantamın içine odanın içinde bulunan ve işimize yarayabilecek her şeyi aldım. Kapüşonumu başıma geçirip elime şemsiyemi aldım ve kendimi odanın dışına attım. Tek istediğim önce bu evden sonra bu lanet olası yerden çıkıp gitmekti.
Ben hazır bir halde kendimi evin bahçesine attığımda Uraz’ın duvara aynı yazıyı yazıyor olduğunu gördüm.
“URAZ KAYALAR BURADAYDI.”
Eğer o yolun sonuna ulaşabilecek tek bir kişi varsa bu da Uraz’dı.
“Selam.” dedim sessizce, “Her şeye rağmen senin adına sevindim...” diye mırıldandım.
“Ne için?” diye sordu yazı yazdığı duvarın karşısında durmuş duvarı izlerken.
“Abin için... Yani eğer haber doğruysa... Umarım doğrudur...” diye tereddüt içinde konuştuğum sırada Uraz’ın yüzündeki yorgun ama savaşçı ifadeyi görebiliyordum.
Uzun uzun duvara baktı.
“İçimde bir yerde hissediyorum.” dedi.
“Neyi?”
“Abimin uyandığını.”
Duygu dolu bir gülümsemeyle baktım yüzüne.
“Belki o da yukarıda bir yerde bir duvara ‘Araz Kayalar buradaydı.’ yazıyordur şimdi. Kim bilir...”
Uraz istemsizce gülümsedi. Gözleri duvardaki yazının üzerinde gezinirken kafasının içinden umut dolu düşünceler geçtiğini biliyordum.
“Peki sen?” dedi, “Sen iyi misin?”
“Bilmem. Sanırım iyi değilim.”
“Korkuyor musun?” diye sordu gözlerini gözlerime çevirmeden.
“Korkuyorum.” dedim tereddütsüzce. Uraz bakışlarını yüzüme çevirdi.
“Zorlaştırma 889.” dedi, “Kolaylaştır.”
Gözlerinin içine uzun uzun baktım, gülümsedim. Uraz’ın içinde içimdeki ruhu gören bir ruh vardı. Beni anlayan, beni duyan bir ruh.
“Korkma.” diye ekledi, “O kapıyı bulup bizi buradan çıkaracağım.”
“Söz mü?” deyiverdim bir anda kendimden beklemediğim çocukça bir korkuyla. Uraz soruma şaşkınlıkla kaşlarını çatarak belli belirsiz güldü.
“Söz.” diye fısıldadı, “Uraz kayalar buradaydı.” dedi. Sonra başıyla yolu işaret etti.
“Orada da olacak.” diye devam etti, “O kapının önünde.”
Diğerlerinin de merdivenden indiğini gördüğümüz anda aramızdaki konuşma da öylece kendi kendine son bulmuş oldu.
“Çıkıyor muyuz?” diye sordu Eren.
“Çıkıyoruz.” dedim sessizce.
Beraber bahçenin dışına doğru ilerledik. Şemsiyelerimizi aynı anda açtık. Yukarıdan akan su damlaları bizim yağmurumuzdu.
Yerin altındaydık. Sizin yeryüzünüz şimdi bizim gökyüzümüzdü.
Gökyüzümüz kırık bir ekrandan ibaretti...
“Bu ses de ne böyle?” diye sordu Nisan merakla.
“Ne sesi?” diye sordum.
“Bu.” dedi olduğu yerde durup parmağıyla yukarıyı göstererek. Olduğumuz yerde durduk. Hiç sesimizi çıkarmadan yukarıdan gelen sese odaklandık.
“Müzik...” dedi Eren, “Bu bir şarkı...”
Yukarıdan gelen sesleri dinlediğimizde şaşkınlığımız kat ve kat arttı. Bu bize çalınan bir müzik sesi değildi. Bağıran insan sesleri, şarkıya eşlik edenler ve sesin kalitesinden anladığımız tek bir şey vardı.
“Bu bir konser.” dedim şok içinde, “Üzerimizdeki alanda bir konser var.”
Şaşkınlıkla birbirimize baktığımız sırada Eren şok içinde gülümsedi,
“Madrigal konseri!” dedi sevinerek, “Hep gitmek istemiştim.”
Bir anda kendimi tutamayıp güldüm. Aslında durum hepimiz için aynıydı. Sinirlerimiz bozulmuştu. Orada öylece durmuş Eren’in dediğine gülüyorduk. Uraz’ın tepemizdeki kablolara göz atarken bir yandan şarkıyı dinlediğine ve gülmemek için zor durduğuna emindim.
“Hizmette sınır yok.” diye mırıldandım. Eren ufak bir kahkaha attı sonra ellerini kaldırdı,
“Durun durun!” dedi, “Bu en sevdiğim şarkıları!”
“Gerçekten burada durup konseri mi dinleyeceğiz?” dedi Bulut.
“Neden olmasın?” dedi Uraz.
Ve biz o an konuşmayı kestik. Eren’in mutluluğu susmaya değerdi. Üzerimizde bir konser vardı, eğlenen insanlar vardı.
“Başka bir evrende,
en güzel halinle,
sen hayata karış,
ben daha da biteceğim...” diyordu şarkının sözleri.
Yaşadığımız durum hayatın özetiydi. Bir yerlerde birileri eğlenirken bir yerlerde birileri kendi felaketlerini yaşıyordu. Biz evlerimizde huzur içinde otururken belki de alt katımızda yaşayan biri hayatının en büyük korkusunu, en büyük üzüntüsünü yaşıyordu. Bir evde kahkahalar, bir evde gözyaşları. Dünya acı ve sevincin acımasız harmonisiydi.
Şarkının dediği gibi, yıldızların hırsızları vardı.
Bizden gökyüzümüzü, yıldızlarımızı çalmışlardı. Bizi buraya bırakmış ve kendi kendimizi kurtarmamızı istemişlerdi. Bunca kilometreyi bu şartlar altında beş kişi yürümemiz mümkün değildi ama elbette ki gerekirse bazılarımızı geride bırakıp o kapıya ulaşacak ve sonra onları da alacaktık. Buraya beş kişi girmiş ve beş kişi çıkacaktık. Sonra mı? Sonra her şeyi tüm dünyaya anlatacaktık.
Ben 889, buradayım. Ayaklarının bastığı o noktanın tam altında. Sesimi duyuyor musun?