8.BÖLÜM : SİYAH VE SİYAH.
.png)
8.Bölüm : Siyah ve Siyah.
Öyle bir sabaha uyandım ki evin bahçesini saran karın kalınlığı hayatım boyunca görmediğim kadar fazlaydı. Yataktan kalkar kalkmaz perdesini aralayıp baktığım pencerenin manzarası bembeyazdı. Şövalyeler çoktan uyanmış, dizlerini boylayan karın içinde ahırı temizliyorlardı. Bir süreliğine onları izledikten sonra perdemi kapattım ve banyoya girdim. Ben uyurken küvetim hazırlanmıştı, şöminem yakılmıştı ve kirlenen kıyafetlerimin hepsi yıkanmıştı. Üzerimdekileri çıkarıp küvete girdim, tenimin sıcak suyun temasıyla yanmaya nasıl da yaklaştığını hissettim... Acaba ateş böceklerine dokunmak da tenimi yakar mıydı?
Bir süre küvetin içinde uzandım, ateşin sesini dinledim ve suyun sıcaklığını hafızama iyice kazımaya çalıştım. Buradan ne zaman ayrılacaktık bilmiyordum ama ayrılacağımız kesindi ve bir gün bu anı hatırlamaya ihtiyaç duyacaktım. Bu sebeple bu küvete her girdiğimde bu suyun sıcaklığını hafızama kazımaya çalışacaktım.
Sıcak suyun içinde gözlerimi kapattım ve bir süreliğine orada öylece uzanıp kendi kendime düşündüm. Dışarıdaki manzaraya bakılırsa bugün yola çıkmamız imkansızdı. Kar hala yağıyordu ve kar kalınlığı giderek artacaktı. Atlar bu kar kalınlığında çok mesafe kat edemeyecekleri için konaklayacağımız yer yine karlı bir bölge olacaktı ve bu havada dışarıda bir gece geçirmek hepimizi öldürürdü.
En hızlı da beni öldürürdü...
Küvetten çıkıp vücudumu havlu ile kuruladım. Odama geçip üzerime benim için ayrılan elbiselerden birini geçirdim, yine siyahı seçtim. Saçlarımın nemini havlu ile aldım ve gözlerimi kapatıp saraydaki günlerimi anımsadım. Saraydaki yardımcım saçlarımı havlu ile kurularken önünde oturur, gözlerimi kapatıp hayaller kurardım. Fakat saçlarımı bir başkasına kurutma fikri bana kendimi iyi hissettirmiyordu.
Aşağı inmek için hazırlandıktan sonra ne kadar acıktığımı fark ettim, acaba diğerleri kahvaltı yapmış mıydı? Acaba çok mu uyumuştum? Merdiven basamaklarını birer birer indim ve beni büyük güzel bir kahvaltı sofrası karşıladı. Haşlanmış yumurtalar, küçük haşlama patatesler, kaynatılmış süt ve poğaçalar... Salonun şöminesi çoktan yakılmış, salon sıcacık yapılmıştı. Mutfaktan hizmetlilerin gülüşmeleri geliyor, onlara fokurdayan tencerenin sesi eşlik ediyordu.
“Günaydın,” diye mırıldandım, masaya yemek taşımakla meşgul hizmetlilerden biri başını kaldırıp beni görünce utanarak başını eğdi ve elindekileri masaya bırakıp bana eğilerek bir selam verdi.
“Günaydın Majesteleri. Odanızdan sesler geldiğini duyunca hemen masayı hazırladık.”
“Diğerleri daha yemedi mi?” diye sordum merakla, “Şövalyeler.”
“Hayır.” dedi genç kız, “Kahvaltı için sizi bekleyeceklerini söylediler.”
Kız olsa olsa on dört on beş yaşlarındaydı, diğer hizmetlilerden birinin kızı olmalıydı.
“Peki.” dedim, “Acaba onlara geldiğimi haber verebilir misin?”
“Emredersiniz.” Kız elindekileri masaya bırakıp kapıya yönelirken masadaki yerime yerleştim ve onu yanıtladım.
“Emretmiyorum,” dedim, “Yalnızca rica ediyorum.”
Kız bana döndü ve ne diyeceğini bilemedi. Utanarak gülümsedi ve başını eğip tekrar kapıya yöneldi. Masanın başındaki sandalyeye oturmuştum, mutfaktan gelen pikap ve sohbet sesleri birbirine karışmış, ortaya ise huzur verici bir gürültü çıkmıştı. Pikaptan çalan güzel müziğin sesi sürekli kesiliyordu ve bu bile öyle tanıdık, öyle huzur vericiydi ki kendi kendime gülümsedim.
“Ah, günaydın Majesteleri!” Helga mutfaktan büyük bir meyve tepsisi ile çıktı ve tepsiyi masaya bıraktı.
“Günaydın. Ellerinize sağlık, her şey harika görünüyor. Ve seni buraya geldiğimden beri ilk defa bu kadar mutlu görüyorum. Gülümsüyorsun!” dedim bilinçli bir şaşkınlıkla.
“Sizin sayenizde...” dedi, konuşmaya devam edecek gibiydi ama evin kapısı açılıp şövalyeler kapıda görününce Helga başını eğip kenara çekildi.
“Başka bir şey ister misiniz efendim?” diye sordu.
“Teşekkürler Helga, istersek sesleniriz.”
Helga mutfağa geçerken gözlerim masaya doğru ilerleyen Hazar’ı takip ediyordu. Paçaları kardan ıslanmış, yüzü soğuktan yanmıştı.
“Günaydın Majesteleri,” dedi ve sandalyelerden birini çekti.
“Günaydın Majesteleri.”
“Günaydın efendim.”
“Günaydın efendim!”
Ben masanın en başında oturuyordum, ve her biri masaya öyle bir yerleştiler ki sanki bana yakın oturmaları bana saygısızlık olacaktı. Derin bir iç çekip sıcak sütümden bir yudum aldım.
“Günaydın.” diye yanıtladım ve onlar yemeklerine başlarken ben konuşmayı sürdürdüm, “Anladığım kadarıyla bugün yola çıkamıyoruz.”
Hazar gözlerini masadan ayırmadan başını salladı.
“İmkansız, efendim.” dedi.
“Kar kalınlığının biraz olsun azalmasını beklemek zorundayız.” diye söze atladı Atlas. Başımı salladım.
Masada kısa bir sessizlik oldu, hepimiz mutfaktan gelen pikap sesi eşliğinde ağır ağır yemeklerimizi yedik. Bir yandan patates yiyor, bir yandan bugünü nasıl geçireceğimi düşünüyordum. Sarayda boş geçecek günlerimi kitap okuyarak değerlendirirdim, acaba Hera Amca’nın kütüphanesinde ilgimi çekecek bir kitap bulabilir miydim?
“Peki atlar?” diye sordum, “İyiler mi? Gece rüzgar da vardı...”
“İyiler.” diye yanıtladı Hazar, “Gece boyunca yanlarındaydım.”
Kaşlarımı çatıp ona baktım. Yüzündeki soğuk yanığının bir sabahta olmayacağı kesindi, yanakları kıpkırmızıydı. Gerçekten de bütün gece uyumayıp atların başında mı beklemişti?
“Neden?” diye sordum, “Uyumadın mı?”
Hazar bir kez daha gözlerini masadan ayırmadan başını salladı.
“Hava felaketti. Ahırın çatısı uçabilirdi.” dedi, “Atlar bize lazım.”
“Çatıyı mı tutacaktın?” diye sordum.
Birinin gülmemek için kendini zorlarken içtiği sütün boğazında kaldığını ve öksürmeye başladığını fark ettim. Bu Atlas’tı.
“Gerekirse evet.” dedi Hazar, “Çatıyı tutacaktım.”
Sonra hemen yanında duran Atlas’a koluyla bir uyarı verdi. Başımı sallayarak önüme döndüm. Yorgunluktan ölüyor olmalıydı. Sütümden bir yudum daha alıp başımı kaldırdım.
“Bir daha böyle bir şey yapma, Şövalye.” dedim, sesim oldukça sertti ama ona çok da sert gelmediğine emindim.
Başını kaldırıp bana anlam vermeye çalışarak baktı.
“Ne yapmamı emredersiniz?” diye sordu.
“Sırayla nöbet tutun. Birinizin tamamen tükenmesindense her birinizin sırayla birer saat nöbet tutması en mantıklısı.”
“Ben tükenmiş değilim.” dedi Hazar.
Önüne döndü ve yemek yemeye devam etti. Onu hiç bu kadar yorgun görmemiştim. Ne söylerse söylesin soğuk ve uykusuzluk gözlerinden okunuyordu.
“Kahvaltıdan sonra odana çıkıp uyumalısın.” diye mırıldandım.
O an yine birkaçının yüzünde durdurulmaya çalışılan gülümsemeler oluştuğunu fark ettim. İnsani koşullarda yaşamak onlara komik geliyordu, içlerinden birine uyumasını söylemem bile onları güldürüyordu. Belki de bu normaldi, sonuçta hepsi birer savaşçıydı... Böyle yetiştirilmişlerdi.
“Kahvaltıdan sonra çocuklara kılıç çalıştıracağım, Majesteleri. Sonrasında bir saat kadar uyurum.”
Hazar’ın söylediği şey ilgimi çekince başımı kaldırıp ona merakla baktım.
“Kılıç mı çalıştıracaksın?” diye sordum.
“Evet, madem yola çıkamadık...”
“Beni de çalıştırır mısın?” diye atlayıverdim söze. Bu heyecanımın sebebini ben bile anlayabilmiş değildim.
Hazar başını kaldırıp bana nutku tutulmuş gibi baktı.
“Size ne çalıştırmamı istiyorsunuz?” dedi. Yanlış duyup duymadığını anlamaya çalışıyordu.
“Kılıç.” dedim, “Hep öğrenmek istemiştim. Fakat onun yerine başka şeyler öğrettiler...”
Başımı önüme eğip tabağımdaki patatesi bıçakla bölmeye başladım.
“Belli ki kılıç öğrenmemeniz gerektiğini düşünmüşler. Bu durumda benim öğretmem de doğru olmaz.” diye yanıtladı Hazar.
“Onlara göre ne bir kız çocuğunun ne de yetişkin bir kadının eli kılıç tutmalı.”
“Böyle düşünmelerinde kötü bir niyet olduğunu düşünmek istemiyorum Majesteleri. Sizi korumak istiyorlar.”
Hazar’a bakıp hayal kırıklığı içinde gülümsedim.
“Eğer kılıç öğrenseydim ben de kendimi koruyabilirdim.” dedim, “Mesele bu değil. Mesele bizi güçsüz görüyor olmaları ve mesele bazı aptal geleneklere fazlasıyla bağlı olmaları... Kadın evde oturur, erkek ise hep sahadadır. Bu sarayda da böyle, halkın içinde de.”
Masada kısa bir sessizlik oldu. İçeriden gelen pikap sesi ve dışarıdan gelen rüzgar sesi birbirine karıştı ve tam o an Hazar’ın sesi duyuldu.
“Peki.” dedi bir anda, “Size kılıç çalıştıracağım, madem istiyorsunuz.”
Ona şaşkınlıkla baktım, bunu kabul etmesi, hem de bu kadar kolay kabul etmesi benim için inanması güç bir karşılıktı.
“Kabul edeceğini düşünmemiştim.” diye mırıldandım.
“Ben çok uzun zamandır kadınların da dövüşmeyi öğrenmesi gerektiğine inanıyorum, Majesteleri.” dedi Hazar, “Üstelik biraz olsun kendinizi korumayı ve karşınızdakine hamle yapmayı biliyor olsaydınız dün gece tek başınıza koşarak bahçeye fırladığınızda bu kadar korkmazdım.”
Kurduğu cümlenin son kelimesini duyduğum an başımı kaldırdım ve karmakarışık duygular içinde ona baktım. O ise kaşlarını çatmış, masaya bakıyor ve sanki kendi söylediklerini sorguluyordu. Masadaki sessizlikte az önce kurduğu cümleyi kafamda bir kez daha tekrarladım...
“Üstelik biraz olsun kendinizi korumayı ve karşınızdakine hamle yapmayı biliyor olsaydınız dün gece tek başınıza koşarak bahçeye fırladığınızda bu kadar korkmazdım.”
Korkmak mı? Hazar dün gece ben bahçeye koşunca korkmuş muydu? Yutkunup başımı kaldırdım.
“Haklısın.” dedim, “Sizin göreviniz beni korumak ve başıma bir şey gelirse suçlusu siz olacaksınız. Korkman çok doğal...”
Hazar başını kaldırmadan başını salladı ve sandalyesini itip ayağa kalktı. Sanki konuyu bir an önce kapatmak istiyor gibiydi. Belki de gerçekten de başıma bir şey gelirse suçlu olmaktan korkmuştu?
“Önce çocuklarla çalışayım.” dedi, “Siz biraz izleyin. Neyle karşılaşacağınızı görmüş olursunuz.”
Gülümseyerek başımı salladım.
“Korkup vazgeçeceğimi mi düşünüyorsun?”
Hazar merdivenlere doğru ilerlerken dönüp bana baktı.
“Böyle düşünmek ne haddime, Majesteleri.” Dudakları yukarı kıvrıldı ve ekledi, “İzninizle. Yukarıdan kılıçlarımızı alalım.”
Başımı sallayıp masadan kalktım ve büyük zümrüt yeşili koltuğa doğru ilerledim. Şövalyeler bir bir odalarına çıkarken hizmetliler masayı toparlıyordu. Koltuğa oturmadan önce pencereye yanaşıp perdeyi araladım, kar yağışı azalmak yerine giderek artıyordu. Hava bir anda bir mucizeyle ısınıp kar birikintilerini eritmediği sürece bu evden çok da erken ayrılamayacaktık.
Ben dışarıyı izlerken Hazar kılıcını alıp salona dönmüştü, diğerleri ise ortada yoktu. Perdeyi biraz daha açıp ona baktım.
“Sanırım yarın da yola çıkamayacağız.” Başımla pencereyi gösterdim. Hazar elinde tuttuğu ve üzerinde Vegvisir simgesini taşıyan kılıcını sol elinden sağ eline geçirdi ve başını kaldırıp gösterdiğim manzaraya baktı.
“Belli olmaz,” dedi, “Ama endişelenmeyin. Biz yol alamıyorsak kimse alamaz. Yani güvendesiniz.”
Diğer şövalyeler de merdivenlerde göründüklerinde basamakları ağır ağır iniyor ve ellerindeki kılıçlar hakkında sohbet ediyorlardı. Birkaç adım atıp dikkatlice koltuğa yerleştim. Hazar kılıcını bırakmadan yerdeki halıyı ayağıyla salonun merkezinden uzaklaştırdı ve başını kaldırıp tavan yüksekliğine baktı. Salonun tavanı oldukça yüksekti, üst kattaki odalar salonun üzerine değil, yemek masasının ve mutfağın üzerine denk geliyordu.
“Bir şey içer misiniz, Majesteleri?” Yanı başımda beliren Helga’nın sorusunu duyduğumda irkildim. Dalmıştım.
“Kahve içerim.” dedim, “Kendime gelmem lazım.”
Helga gülümseyerek başını salladı ve birazdan yapacakları çalışmaya sohbet ederek hazırlık yapan şövalyelerin arasından geçip gitti. Gözlerimi yeniden Hazar’a çevirdim. Ben onun diğerleriyle konuşmasını izlerken o bir anda bana döndü.
“Aslında elbisenizi değiştirseniz iyi edersiniz.” dedi. Kaşlarımı çattım.
“Neden? Böyle iyi hareket edemez miyim?”
“Hayır, zaten çok hareket etmeyeceksiniz Majesteleri. Fakat elbiseniz siyah, kılıç kazara bir yerinizi keser ve kanarsa elbisenizin rengi yüzünden fark edemeyebiliriz.”
Hazar’ın açıklaması beklediğim açıklamadan çok uzaktaydı, bu hiç aklıma gelmemişti. Omuz silktim.
“Beni öldürecek bir darbeyi fark ederiz sanırım.” diye yanıtladım, “Elbise kalsın. Ben siyah severim.”
Kimilerine göre siyah matem günlerinin ve yas tutanların rengiydi. Oysa ben zaten doğduğum günden beri yas içindeydim, benim hayatım matemdi zira doğduğum gün annemi yitirdiğim gündü. Kalbim hep siyahı seçerdi, ruhum hep siyaha çekilirdi. Küçük bir çocukken bile, siyah hep en sevdiğim renkti. Bir keresinde bakıcılarımdan birinin benim için dikilecek birkaç elbise için benden renk istediğini hatırlıyorum, henüz çocuktum, ona “Siyah.” dediğimde benden bir renk daha söylememi istemişti ve bu sefer de “Siyah ve siyah.” demiştim. Çünkü siyahın matem rengi olduğunu hep biliyordum ve siyahtan başka bir rengi taşımak bana hep kötü hissettirmişti...
“Buyurun Majesteleri, afiyet olsun.”
“Teşekkürler, Helga.” Helga bana bir fincan kahve uzatırken gözlerim hala şövalyelerin üzerindeydi.
Siyah giymemi kabullenmişlerdi ve kendi işlerine dönmüşlerdi. Hazar şövalyelere kılıcı tutuş şekilleri ile ilgili tavsiyeler verirken kahvemden bir yudum aldım, onu dikkatle dinliyordum.
“Böyle tutarsan sen karşındakini öldüremeden o seni öldürür.” diye azarladı Deha’yı.
O an içimin ürperdiğini hissettim. Hazar’ı ve diğerlerini birilerini öldürürken hayal etmeye çalıştım, yapamadım. Oysa savaşlar vardı, insanlar ölüyor ve hayatta kalabilmek için öldürüyordu, bunları kabullenmek o kılıcı elime alıp nasıl kullanacağımı öğrenmekten daha önemliydi. Önce bunu kabullenmeliydim. Sonra bir anlığına Hazar’ın karısını, sevdiği kadını öldürdüğünü, acılarını dindirmek için hayatına son verdiğini hatırladım. Gözlerim hüzünle Hazar’ın yüzünü buldu.
“Bileğini böyle yapacaksın.” diyordu karşısındakine, “Üst kaslarından değil bileğinden sıkacaksın.”
Hırs, güç ve merhametin uyumsuzluğu Hazar’ın hayatının tanımıydı. Hayata karşı hırslıydı ve bu onun en büyük silahıydı ama gözlerindeki merhamet onun zayıf noktasıydı. İçimde onu tanımaya, keşfetmeye, çözmeye dair derin bir istek vardı. Kendi içimdeki matemi onun gözlerinde de görüyordum. Belki de sebebi buydu.
Hayatlarımız farklıydı ama acılarımız ortaktı. İkimizin de birer mezar taşı başında beklemişliğimiz vardı.
Gözlerimin önünde iki kılıç birbirine değdi, iki savaşçı bir kavgaya, bir saldırıya ya da bir savaşa hazırlanmak uğruna birbirlerine doğru yürüdü.
Kılıç sesleri kulaklarımı buldu, kafamın içinde yankılandı. Ve kalbim muhafızını izlemeye daldı...