8.BÖLÜM : ÖDEŞMEK
8.BÖLÜM : ÖDEŞMEK.
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Gündoğdu Kadın Kapalı Cezaevi’nin demir kapıları, sabah sayımından bu yana ilk kez yeniden ağır ağır açılıp kapanmış, ardından içerideki sessizlik yeniden başlamıştı. Gri boyalı duvarların arasında yankılanan tek şey nefeslerin, iç çekişlerin ve gözyaşlarının sessiz sesiydi. Burada herkesin pişmanlıkları vardı, herkesin acıları ve özlemleriyle kaplıydı bu dört duvarın arası.
Koğuşun ortasında, soğuk fayans zeminin üzerinde yer minderlerine yayılmış altı kadın vardı. Biri, cezaevi gazeteliğinden kesip sakladığı bulmacaları çözüyordu, biri sırtını duvara yaslamış kitap okuyordu, diğerleri ise kendi aralarında fısıltıyla dertleşiyordu. Ortamda hâkim olan sessizlik, alışılmış türden değildi. Bu sessizlik, içinde çok fazla şeyi barındıran bir sessizlikti. Kayıpları, acıları, suçları ve suçsuzlukları içinde taşıyan, kelimelerle bozulmaya korkulan bir sessizlikti…
Ve o kadınların arasında, köşedeki minderin üstüne büzülmüş bir figür daha vardı, Zeynep Karaçay. Eliz’in annesi.
Başörtüsünü başına tam yerleştirememişti, alnından kayan birkaç saç teli ıslak yanaklarına yapışmıştı. Ellerini dizlerinin üzerine koymuştu, parmakları kendi içinde dolaşıyor, bir şeyler arar gibi birbirlerine dolanıyorlardı. Yüzünde sadece üzüntü değil, bir annenin çaresizliği, belirsizlik karşısındaki tükenmişliği ve sabırla bastırdığı feryadı vardı.
Gözleri açık ama ifadesizdi. Uzaklara, duvarın görünmeyen bir yerine bakıyordu sanki. Orada, zihninde kızı Eliz’i görüyordu. O sabah bir kez daha “Belki bugün bir haber gelir” umuduyla uyanmıştı ama saatler geçtikçe umut tükeniyor, yerini yavaş yavaş korkuya bırakıyordu.
Cezaevinde televizyon açıktı. Tavan köşesine sabitlenmiş, zamanla sararmış plastik kasasıyla küçük bir cihazdı bu. Ses kısık ama yeterince açıktı. Ekranda yine o konu dönüyordu : Amerikan diplomatı Mark Benson’ın kaybolması.
Spiker ciddi bir ses tonuyla haberi tekrarlıyordu.
“Amerikan diplomatı Mark Benson’ın Türkiye’de kaybolması, uluslararası gündemin ilk sırasındaki yerini koruyor. İki haftadır süren kriz, hala çözüme ulaşamadı. ABD büyükelçiliği, olayla ilgili gelişmelerin takipçisi olduklarını belirtti…”
Zeynep, başını hafifçe kaldırdı. Gözleri yavaşça televizyona kaydı.
Bir mahkum, televizyonun sesini biraz daha açtı. Diğer kadınlar da sessizce dönüp ekrana baktılar. Bir kısmı olayın ciddiyetini anlamaya çalışıyor, bir kısmı sadece gündemi izliyordu.
Eliz’in annesi Zeynep’in yanında oturan yaşlı mahkum Hafize, hafifçe eğilerek fısıldadı,
“Yine aynı adamın haberi... Büyük bir şeye benziyor bu iş.”
Zeynep cevap vermedi.
Umurunda bile değildi. Kızı ile alakalı bir haber olmadığı sürece dünya yansa umursamazdı.
Kameralar yeniden diplomatın sınırdan geçerkenki görüntüsünü gösterdi. Ardından gri bir sokak, boş bir yol ve uzmanların tahmini açıklamaları. Zeynep’in gözyaşları yine sessizce süzüldü. Kimse ona neden ağladığını sormadı. Çünkü herkes bu koğuşta bir şey için ağlıyordu zaten. Kimi çocukları için, kimi adaletsizlik için, kimi sadece geçen zamanın ağırlığı için. Ama Zeynep Karaçay, kızı Eliz’in bir gün karşısına dimdik çıkacağını hayal ederek ağlıyordu.
Bu sabah diğerlerinden daha uzundu. Umutsuzluğun cezaevi duvarları kadar kalınlaştığı, bekleyişin iç acıttığı bir sabahtı. Ve o duvarların ardında, bir anne, sadece tek bir cümle için dua ediyordu, “Allah’ım, Eliz’imi bana geri getir.”
-
-
(GÜNLER SONRA)
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Günler bu odadaki zoraki misafirliğimle geçip gidiyordu. Bu eve, bu odaya geleli tam on beş gün olmuştu. Zaman artık saatlerle değil, “Uyandım mı, yoksa hiç uyumadım mı?” sorusuyla ölçülüyor gibiydi. Bazen uyandığımda hava karanlık oluyordu, bazen ise uyumak için güneşin doğmasını bekliyordum. Ama hepsinde ortak olan tek şey odamın sessizliğiydi.
Bu süre boyunca odamdan bir kez bile çıkmadım. Bu evde yapabileceğim en akıllıca şey bu olacaktı. Çıkıp birileriyle karşılaşmak ve sorgulanmak istemiyordum. Hayatta kalabilmek için kendimi bu dört duvarın arasına gömmüştüm.
Gördüğüm tek yüzler Doktor Oya ve yemek getiren çalışanların yüzleriydi. Doktor Oya her gelişinde aynı sakin ses tonuyla halimi soruyordu. Ben de her seferinde aynı cevabı veriyordum, “İyiyim.”
Yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk ama bazen yalanlar gerçeklerden daha çok katlanılır oluyordu.
Devrim Ali Yöner ise televizyonu getirdikleri günden sonra odama bir kez bile gelmedi. O günden sonra onu ne gördüm ne de sesini duydum. Zaten içinde bulunduğum bu malikane o kadar büyüktü ki kapladığım yer bir robot süpürgeden farksızdı, en azından o çalışırken ses çıkarıyordu ve evin tüm odalarını gezebiliyordu.
Günlerim televizyonla geçti. Uzaktan kumanda bir süreliğine en yakın arkadaşım oldu. Önce her sabah aynı haberleri açıyordum. Amerikalı diplomat Mark Benson’ın kayıp haberlerini elbette. Kafayı yemiş gibi sürekli aynı haberleri izleyip duruyordum. Amerika ve Türkiye hattında kriz derinleşiyordu ve adamın havalimanından ayrıldıktan sonra çekilen yeni görüntüler ortaya çıkmıştı. Komplo teorileri, güvenlik zafiyetleri, casusluk iddiaları… Bu haberleri dinlemek bir süre sonra bana kendimi yabancı bir hikayenin figüranı gibi hissettirmeye başlamıştı. Oysa… O gecenin başrollerinden biri de bendim. Kimse bilmiyordu.
Sonra bir noktada dayanamamaya başladım. Televizyondaki spikerlerin sesleri, ekranın altından geçen altyazılar, görüntülerin gri tonu… Hepsi içimi kasvete boğuyordu. Haberleri kapatıp yerine rastgele çizgi filmler açtım. En azından onlar renkli, neşeli ve güvenliydi. Kimsenin ölmediği, kimsenin kaybolmadığı dünyaları vardı çizgi filmlerin. Kötü karakterlerin bile sonunda ya iyi olduğu ya da cezalandırıldığı hayali dünyaları vardı en azından.
Bir sabah örneğin, sekiz saat boyunca sadece aynı çizgi filmi izledim. Aynı karakterin her defasında aynı şekilde tuzağa düşmesini, sonra sihirli bir şekilde kurtulmasını.
Gerçek hayatın o kadar uzağındaydı ki... işte bu yüzden güzeldi.
Bazen emlak programları izlerken uyuyakalıyordum, bazen de Aşk-ı Memnu’nun tekrarlarını izlerken. Ama içimdeki boşluk hiç dolmadı.
Bir keresinde Doktor Oya bana “Biraz dışarı çıkmak ister misin?” diye sordu, “Bahçeye?”
Cevap bile vermedim. Kararım kesindi. Ortalık durulana kadar bu evden çıkamayacaksam bu odadan da çıkmayacaktım. Bu evde yaşayan kimseyi rahatsız etmek istemiyordum.
Her geçen gün içimdeki bazı şeyler daha da silikleşti. Kendime dair olanlar, geçmişime dair olanlar, geleceğime dair kurduklarım. Hepsi gün geçtikçe daha da silikleşti. Sanki ben yavaş yavaş yok oluyordum da fark eden kimse yoktu.
Ben televizyon karşısında yitip giderken dünya dışarıda dönmeye devam ediyordu.
O gece de her zamanki gibi televizyon açık uyuyakalmıştım. Ekranda tiz sesli bir çizgi film karakteri mutlu mutlu zıplıyordu ama beynim onu duymuyordu bile. Yorgunluk ve çaresizlik uykumla birbirine karışmıştı. Odam sessizdi. Güvenliydi. Ve sanırım bu odanın sessizliğine alışmaya başlamıştım.
Ta ki... Birden kapı şiddetle çalınana kadar.
Bir an için yattığım yerden sıçradım. Kalbim göğsüme değil, boğazıma sıkıştı sanki. Kapı öyle usulca vurulmuyordu, sanki birisi kapıyı kırmaya çalışıyordu. Öyle büyük bir gürültüydü ki neye uğradığımı şaşırdım. Nefesimi tuttum, ses çıkarmak yerine yorganımı üzerime çektim bir kez daha.
Sonra dışarıdan bir ses geldi.
“Eliz Hanım?” dedi sesin sahibi, “Ben Ömer. Yardımınıza ihtiyacımız var.”
Bu Ömer’di, Devrim’in sağ kolu. Sesi o kadar endişeli çıkıyordu ki içeri girmesini söylemek yerine telaşla ayağa kalkıp kapıya gittim. Kapıyı yavaşça açıp geri çekildim.
“Ne oldu?” diye sordum merakla.
İçeriye giren adam daha önce gördüğüm tanıdığım Ömer değildi sanki. Ceketi dağılmıştı, saçları terden alnına yapışmıştı. Kravatı gevşemiş, gömleği buruşmuştu. Nefes nefeseydi. Ve yüzü, gördüğüm en endişeli ifadeye bürünmüştü. Gözleri çaresizce aranıyordu. Beni konuya dair asıl korkutan ipucu ise Ömer’in gömleğindeki kan damlalarıydı.
“Ne oldu?” dedim bir kez daha, karşısında Doktor Oya’nın hediyesi pembe pijama takımıyla durmuş telaşla tekrar tekrar soruyordum, “Ne oldu Ömer?!”
“Eliz Hanım...” dedi, sesi titriyordu, “Sizin tıp okuduğunuzu biliyorum. Devrim Bey’in... yardıma ihtiyacı var.”
Kalbim yeniden hızlandı.
“Ne demek yardıma ihtiyacı var? Ne oldu? Oya Abla nerede?”
“Yardıma ihtiyacı var...” dedi bir kez daha, elleri titriyordu, ne diyeceğini bilemiyor gibiydi, “Doktor Oya bugün izinli. Yarın dönecekmiş. Aradık, ulaşamıyoruz. Ve ben ne yapacağımı bilemeyip size geldim, başka çarem yok!”
Ömer’in sesindeki korku o kadar gerçekti ki düşünmeye vaktim bile olmadı. Hiçbir şey söylemeden yatağın yanındaki berjerde duran siyah uzun sabahlığı üzerime geçirdim.
“Nerede?” diye sordum.
“Beni takip edin.” dedi Ömer.
Koridora adım attığımız anda evi yıllar sonra ilk kez görüyormuşum gibi hissettim. Duvarlardaki tablo gölgeleri, geç saatlerin sessizliği, loş lambaların titrek ışığı… her şey hem tanıdık hem de rahatsız ediciydi. Ömer hızlı ama dikkatli adımlarla ilerliyordu. Onu takip ederken, kalbim sanki her adımda biraz daha hızlanıyordu.
Üst kattaki koridorun sonuna yaklaştığımızda kapısı aralık olan büyük odaya vardık. Devrim’in odası. Şimdiye dek yalnızca hayal edebildiğim, o duvarların ardında neler olduğunu merak ettiğim yer...
Ömer kapıyı sessizce itti. Ve ben gördüğüm manzara karşısında birkaç saniye yerime çakıldım.
Devrim yatağında yatıyordu. Gömleği kan içindeydi. Sol tarafı kaburgalarının altından gelen koyu kırmızı bir leke ile sırılsıklam olmuştu. Kan, yorganın beyazına da bulaşmıştı. Yüzü solgun, gözleri yarı açıktı... ama bakışları boştu. Yalpalayan bir bilince tutunmaya çalıştığı her halinden belliydi.
Yatağın iki yanında kardeşleri vardı. Demir bastırdığı bez parçasıyla yaranın üzerini tutarken alnından soğuk terler akıyordu. Deha ise ellerini saçlarına geçirmiş, ileri geri yürüyordu. İkisinin de gözünde aynı panik, aynı çaresizlik vardı.
“N-ne oldu ona?” dedim kısık bir sesle.
Demir başını kaldırdı, gözleri kan çanağı gibiydi.
“Vuruldu.” dedi boğuk bir sesle.
“Ama daha fazlasını söyleyemeyiz Eliz Hanım...” dedi Ömer arkamdan.
Bir şey düşünecek halde değildim, bir şeyleri sorgulayacak halde de değildim.
“Ambulans...” diyebildim sadece, “Ambulans çağıramaz mısınız? Ya da başka bir doktor?”
“İmkansız.” dedi Ömer çaresizce, “Bu olanları bizden başka kimse bilmemeli. Çaresiz kalmasam size gelmezdim.”
Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Hızla yanına çömeldim. Göğsündeki kanlı gömleği dikkatlice inceledim. Yara sağ tarafına denk geliyordu, bu iyi haberdi, kalbine yakın değildi. Ama çok fazla kan vardı. Aşırı kayıp yaşanmış olabilirdi ve ben tam olarak ne yapacağımı bilmiyordum.
“Bana hemen şey getirin...” diye geveledim ağzımda, “Hemen temiz bez, havlu ve sıcak su getirin. Bir tane de cımbız lazım. Antiseptik ve dikiş seti de bulmamız lazım, Oya Abla’nın odasında vardır kesin!”
Demir emir almış gibi hızla çıktı. Deha birkaç saniye tereddüt etti ama sonra o da gözlerini kaçırarak odadan fırladı. Geriye sadece Ömer, ben ve Devrim kalmıştık.
Devrim’in yüzüne doğru eğildim.
“Devrim?” dedim. “Beni duyuyor musun?”
Göz kapakları hafifçe oynadı. Dudakları belli belirsiz kıpırdadı.
“Eliz...” dedi, neredeyse fısıltıyla, “Onun ne işi var burada?”
Bu soru Ömer’eydi ama yanıtlayan taraf ben oldum.
“Yardım etme sırası bende sanırım.” diye mırıldandım, “Sakin ol, her şey kontrolüm altında. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim, tamam mı? Şimdi lütfen sakin kalmaya ve uyumamaya çalış, tamam mı?”
Elimi uzattım, soğuk parmaklarını tuttum, parmaklarına bile kan bulaşmıştı. Sanki bir şeyler söylemek ister gibi bakıyordu ama sözcükler boğazına takılmıştı.
O sırada kapı yeniden açıldı, Demir içeri girdi, ardından Deha da malzemelerle birlikte peşinden geldi.
İkisi de ellerindeki malzemeleri hızla yere bıraktılar. Küçük bir metal kutunun içinden antiseptikler, sargı bezleri ve makas çıktı. Deha yanında getirdiği sıcak suyu dikkatle taşırken Ömer Devrim’in uyuyup uyumadığından emin olmak için gözlerini üzerinden ayırmıyordu.
Malzemeleri kontrol ettikten sonra kendimden emin görünmeye çalışarak ayağa kalktım ama korkudan ölüyordum.
Üçüne dönüp başımla pencere önünü işaret ettim.
“Bir saniye gelir misiniz?” diye sordum.
“Ben kalayım,” dedi Ömer, “Uykuya dalmasın, kontrol edeyim.” “
“Dalacak gibi olursa vur ona,” dedim Ömer’in şaşkın bakışları altında, “Ufak bir tokat yani. Kendine gelmesi için.”
“Ama ben patronuma vuramam ki!” dedi Ömer çaresizce.
Bir anlığına anlamsız bir ifadeyle yüzüne baktım.
“Tamam,” dedim, “Beni çağır, ben vururum.”
Koskoca malikanede vurulan birine tıbbi yardım yapabilecek tek kişinin ben olması gerçek olamayacak kadar saçma ve benim için fazlasıyla sarsıcıydı. Deha ve Demir’i kenara çektiğimde onlara söyleyeceğim şey ise asıl bombaydı ve bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum.
“Şimdi sizden bir şey rica edeceğim,” dedim, “Ama sizden isteyeceğim bu şey sizi korkutmasın.”
Deha ve Demir beni merakla dinlerken ne söyleyeceğimi asla tahmin edemeyeceklerini biliyordum.
“Tamam,” dedi Deha, “Ne isteyeceksin?”
“Bana...” diye mırıldandım sessizce, Devrim’in duyamayacağı bir sesle, “Bana Youtube’tan ‘İnsan Vücudundan Kurşun Nasıl Çıkarılır?’ videosu açar mısınız?”
Deha’nın gözleri bir anlığına şaşkınlıkla açıldı. Demir ise başını eğdi, bir şey söylememeye çalıştı ama gözlerinde “Şaka yapıyor olmanı dilerim.” bakışı vardı. Ben ise ciddiydim. Ve bunu fark ettiklerinde, gerginlik yerini daha çok korkuya bıraktı.
“Eliz...” dedi Demir kısık sesle, “Sen daha önce hiç...?”
“Hayır.” dedim dürüstçe. “Ben daha öğrenciyim! Benim bunu yapmam suç bile sayılır ama başka çareniz yok! Teorik bilgim var. Temel anatomi, yara bakımı, kanama kontrolü, en azından bunları biliyorum. Tek eksik kurşun çıkarma...”
Deha anlık bir kabullenme ve deli cesaretiyle cebinden telefonunu çıkarırken dudaklarının arasından “Allah yardımcımız olsun!” cümlesinin çıktığını duyabilmiştim.
Tam o an Ömer’in bize seslendiğini duyduk.
“Göz kapakları ağırlaşıyor, Eliz Hanım. Uyanık tutmaya çalışıyorum ama zorlanmaya başladı gibi, söylediklerime cevap vermiyor.”
“Geliyorum!” dedim hemen. Hızla geri döndüm, sabahlığımı üstümden çıkardığım gibi yere attım ve Devrim’in yatağına çıktım. Dizlerinin hemen yanına oturup yarasına doğru eğildim.
Yaranın üzerindeki bezi dikkatlice kaldırdım. Kan durmamıştı ama akışı yavaşlamıştı, bu iyiye işaretti. Derin bir nefes aldım.
“Steril bez hazır mı?” diye sordum.
“Hazır!” dedi Ömer telaşla.
“Cımbız hazır mı?” diye sordum.
“Hazır.” dedi Deha ve kaynar suya soktuğu cımbızı çıkarıp kurulayıp bana uzattı.
“Peki Youtube hazır mı?” diye sordum sessizce.
Sorumu duyunca Ömer’in gözlerindeki dehşet ifadesini görmeniz lazımdı ama yapabilecek hiçbir şeyimiz yoktu.
Demir telefondan açtığı hızlandırılmış kurşun çıkarma videosunu görebileceğim bir yerde tutarken ben bir yandan yarayı temizliyor, bir yandan videoyu izliyordum. Böyle bir anı dünyanın en absürt filmlerinde bile izleyemezdiniz.
O an kendi içimde de inanılmaz bir ikilemdeydim. Bu yaptığım şey aslında o kadar yanlıştı ki duyulsa okuldan atılmama bile yol açabilirdi. Ama şu an Devrim’i yaşatabilmek için bir şeyler yapabilecek tek kişi bendim.
Demir, Deha ve Ömer açık yaraya bakamıyorlardı bile. Hepsinin gözleri odanın bambaşka yerlerindeydi.
Kurşun deriye çok yakın sayılmazdı ama görünüyordu. Kaburganın hemen altındaydı. Eğer oraya düzgün bir açıyla girmeyi başarırsam bunu zararsız atlatabilirdik. Yanağımı stresle ısırdım. Gözlerim stresten dolu doluydu, hatta ateşimin çıktığını bile hissediyordum ama benim bunu başarmamdan başka şansımız yoktu.
Üstelik bir noktada kendimi hayatımı kurtaran bu yabancıya borçlu hissediyordum. Onu kanlar içinde gördüğüm ilk anda bile onu kurtaramayacağımı bir saniye bile düşünmemiştim, çünkü böyle bir seçenek yoktu kafamın içinde. Bunu ona borçluydum ve onu kurtaracaktım. Bu hale gelmesine sebep olan şey ne olursa olsun. Önce onu kurtaracak, sorgulamalarımı sonraya saklayacaktım.
“Dayan,” dedim Devrim’e, artık uyanık olmadığını bilsem de, “Lütfen dayan. Gitme. Lütfen bana böyle bir travma yaşatma!”
Cımbızla derinlemesine ilerledim. Metalin metale çarpma sesini nihayet duyduğumda anladım ki kurşuna dokunmuştum.
"Tamam." dedim, nefesimi tutarak, “Çekiyorum.”
Ne Ömer’den, ne Deha’dan, ne de Demir’den cevap geldi. Hepsi gözlerini kapatmış korkuyla bekliyordu. Ve o an hiç beklenmedik birinden, az önce kendinden geçen Devrim’den bir cevap geldi.
“Çek...” dediğini duydum Devrim’in boğuk sesiyle, yeniden kendine gelmişti. Heyecanla yüzüne baktım, gözleri bir açılıyor bir kapanıyordu.
Nefesimi tuttum. Elim cımbızı tutarken tir tir titriyordu. Yavaşça, dikkatlice tuttum kurşunu ve çekmeye başladım. Önce bir milim, sonra bir milim daha...
Ve sonra... Kurşun artık elimdeydi.
Parmaklarım hala titriyordu. Ellerim kana bulanmıştı ama başarmıştım. Devrim’in gözleri biraz olsun açıktı ve nefesi sabitti. Yorgundu ama hala oradaydı.
“Ömer, temiz gazlı bezi ver!” diye bağırdım. Ömer bezi uzatır uzatmaz sargıyı hazırlayıp yaraya baskı uygulamaya başladım.
“Steril bandaj.” diye mırıldandım ter içinde.
Ardından Deha hemen steril bandajı uzattı. Yarayı temizledikten sonra dikkatlice sardım. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu. Yani videoda gösterildiği gibi!
Bir süre sonra Devrim’in alnındaki ter azaldı. Solunumu biraz daha düzeldi. Ve sonra gözlerini biraz daha araladı.
“Ömer...” dedi güçsüz bir sesle.
“Efendim abi?” dedi Ömer duygularını bastırmaya çalışarak.
“Siz...” dedi Devrim halsiz ve sitemkar bir sesle, “Siz benim misafirime iş mi yaptırıyorsunuz?”
Odadaki herkes, ben dahil, rahat bir nefes aldık. Devrim’in yüzü, geçen gün yeni keşfettiğim dövmesi ve çıplak göğsü komple ter içindeydi ama en azından artık kendindeydi.
“Özür dilerim abi,” dedi Ömer, “Bir daha olmaz.”
“Misafire iş yaptırmasalardı şu an konuşamayabilirdin.” dedim sessizce.
Devrim başını biraz kaldırıp yorgun gözlerle bana baktı, sanki iyi göremiyor da bakarken zorlanıyor gibiydi.
“Peki öldüm mü?” diye fısıldadı.
“Hayır,” dedim, “Ama az kalsın bana kocaman bir travma bırakıyordun.”
“Hala bırakabilirim.” diye mırıldandı, dudakları seyrekçe kıpırdayarak.
İkimiz de aynı anda gülecek gibi olduk ama o kadar yorgundu ki sadece gözlerini kapattı. Hepimiz kabus gibi geçen bir yarım saatin sonunda derin birer nefes alabilmiştik. Devrim hayattaydı ve iyiydi. Önce o benim hayatımı kurtarmıştı ve ben ona borcumu ellerimle ödemiştim.
Ama geriye onlarca soru kalmıştı zihnimin içinde. Kimdi bu kurşunun sahibi? Devrim’den kim, ne istiyordu? Hayatım artık hep böyle mi olacaktı? Ömrüm boyunca belanın çevresinde dolaşacak, kendimi her daim kurşunların etrafında mı bulacaktım?
Geceden geriye Deha’nın dördümüzü de güldüren sessiz sorusu kaldı, “İşiniz bittiyse Youtube videosunu kapatıyorum artık?”
-
-
HİKAYENİN INSTAGRAM HESABI : misafirkitapresmi
YAZARIN INSTAGRAM HESABI : beyzalkoc (tek a ile)