8. Bölüm: Kayıt
“Gece bile şaşkın.
Ama her şekilde,
Gitti giden,
Bitti biten.”
(Hedonutopia – Gitti Giden)
Yer ayaklarımın altında sabit durmuyordu adeta. Akıp giden bir bandın üzerinde bir yerden bir yere götürülüyordum sanki. Baran kaybolduğundan beri yaptığım şeyin ismi yaşamak değil, sürüklenmekti. Her günüm bir paragrafı kapatıyor, bambaşka bir paragrafı açıyordu.
Aziz Ata’nın annesinden “metresin kızı” yaftasını yememişim gibi onun arabasında gelmiştim karakola. Eğer söz konusu çocukluk arkadaşlarımdan biri olmasaydı Aziz Ata’nın asla kabul etmeyeceğim bu teklifini yüzsüzce kabul etmek zorunda kalmıştım.
Aziz Ata’nın arabasından iner inmez karakolun kapısında gördüğüm Dünya Can’a doğru koşturdum.
“Dünya!” dedim telaşla, “Berfu nerede? Ne oldu?”
Dünya stres içinde karakolun kapısının yanındaki duvara yaslanmış alnını ovuştururken beni görünce doğrulup duvardan uzaklaştı.
Aziz Ata da hemen arkamdaydı. Nefes nefese kalmış, çaresizce soruyordum. Dünya Can’ın bakışları ise karmakarışıktı, kafası bir dünya olmuştu.
“Sorguda.” dedi Dünya kafasını toplamaya çalışarak, “Yeliz Teyze ve Recai Amca da içeride, sorgu odasının kapısında bekliyorlar.” Sonra Aziz Ata’ya döndü ve onun için kısaca açıkladı, “Berfu’nun anne ve babası.”
“Avukatı var mı?” dedi Aziz Ata, “Birini ayarlayabilirim. Bu sene stajımı yanında yapacağım bir tanıdığımız var… Ağabeyimi arayıp…”
Aziz Ata konuşurken sözünü kestim.
“Gerek yok.” dedim, “Onların zaten bir aile avukatı var. Ağabeyin vaktini daha faydalı şeylere harcasın, mesele gitsin ve annesine ağzını toplamayı öğretsin.”
Aziz Ata sessiz kaldı. Haklı olduğumu biliyordu. Dünya Can ise o dağılmış haliyle bile bana meraklı gözlerle bakıyordu.
“Ah,” dedim, “Yeliz Teyze hiç iyi görünmüyor. Kadın ağlamaktan mahvolmuş.” Dünya başını salladı.
“Az önce fenalaştı. Biraz hava aldırdık ama sonra tekrar içeri girmek istedi…”
“Ben bir annemi arayayım.” diye mırıldandım, “Gelip arkadaşının yanında olsun.”
Aziz Ata ve Dünya Can’ı karakol kapısında bırakıp telefonumu çıkarırken birkaç adım attım. Annemi arayıp telefonu kulağıma götürdüğümde gözlerim kapıdaydı. Aziz Ata Dünya Can’a neler olup bittiğini soruyordu, bir yandan da içeriyi gözlüyordu.
“Derin?” diye açıldı annemin telefonu, aramama şaşırmış gibiydi.
“Anne sahilin oradaki karakola gelir misin?”
“Yine mi Yiğit-“ derken sözünü kestim.
“Mevzu ben değilim anne. Berfu…” dedim, “Baran’ın telefonundan çıkmayan kayıp hat Berfu’nun odasından, peluş bir ayının içinden çıkmış.”
“Ne?”
Annem şaşkınlıkla kalakalırken bir yandan da ayaklandığını duyabiliyordum, “Ne demek peluş ayıdan çıkmış? Berfu Baran’ın hattını mı saklamış? Neden kimseye söylememiş?”
“Bilmiyorum anne…” dedim derin bir iç çekişle, “Yeliz Teyze hiç iyi değil. Ayakta zor duruyor. Gelip destek olsan iyi olur.”
“Tamam, tamam.” Annem telaşla konuşurken bir yandan da dolap kapaklarını açıp kapatıyordu, “Hemen hazırlanıp çıkıyorum. Birazdan yanınızdayım. Bir şey olursa ara!”
Telefonu kapatıp kapıya yöneldiğimde Dünya Can Aziz Ata’ya bir şeyler anlatmakla meşguldü. Konuşmalarına orta noktadan dahil oldum.
“Yeliz Teyzelerin söylediğine göre Berfu da şok olmuş…” diyordu Dünya Can, “Onlar o hattı oraya bir başkasının koyduğundan emin gibi.”
Aziz Ata endişeli bakışlarla bana döndü.
“Sen iyi misin?” diye sordu.
Ellerimi kollarıma götürmüş, içinde bulunduğumuz durumun vehametiyle ürpermiştim.
“Bir şey yok.” dedim, “İyiyim.”
Aziz Ata bu söylediğime ikna olmadı. Ellerimin kollarımda olması ona üşüdüğümü düşündürtmüş olsa gerekti.
“Ben senin üzerine arabadan bir şey getireyim.” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Aziz gider gitmez Dünya ile birbirimize baktık. Biz bunca zamandır dört kişiydik. Baran, Berfu, Dünya ve ben. Şimdi birimiz kayıptı, birimiz sorgu odasında.
Üstelik zamanında bu kaybın bir diğer şüphelisi de bendim. Ne olmuştu bize böyle? Neyin içindeydik biz? Baran’ın bana bıraktığı “Bul Beni.” notu, aylardır bulunamaması, Berfu’nun odasına saklanmış hat… Tüm bunlar bize ne söylemek istiyordu?
“Sence ne oldu?” diye sordu Dünya Can endişeli bir sessizlik içinde.
“Bilmiyorum.” dedim, “Berfu’nun Baran’ın kaybıyla alakası olmadığına elbette eminim ama o hat o peluş ayının içine nasıl saklandı, bunu kim yaptı aklım almıyor Dünya.”
“İlk şüpheli sendin…” dedi Dünya Can, “Dün gece Berfu’larda kaldın ve bugün odasında Baran’ın hattı bulundu. Bu olay yine dönüp dolaşıp sana patlayacak Derin. Bak görürsün. Birisi seninle uğraşıyor.”
Huzursuzca nefes verdim. Gözlerim endişeyle karakolun içine döndüğünde Aziz Ata elinde kahverengi bir ceketle bize doğru yürüyordu.
“Bu da ölüyor sana.” dedi Dünya, “Yeri değil ama… Söyleyeyim dedim.”
“Saçmalama.” Fısıltılı sesim Dünya Can’ı kamufle ederken Aziz Ata ceketini omuzlarıma bıraktı.
“Haber var mı?” diye sordu Aziz Ata.
“Yok.” Dünya Can kafasını umutsuzca içeriye uzattı.
“Gidip bir bakayım.” dedi Aziz Ata, “Güncel durumu sorabileceğim birileri vardır belki…”
Sesimi çıkarmadım. Annesinden dolayı ona da kızgın gibiydim. Kadın bana “metresin kızı” demişti resmen, öfkem nasıl geçerdi? Şu an annesinden dolayı yalnızca Aziz Ata’ya değil, anneme, Aziz Ata’nın ağabeyi de dahil hayatta olan ve olmayan tüm akrabalarına kızgındım.
Omuzlarıma bırakılan ceketi kollarıma geçirip giydim. Aziz Ata içeri girmiş durumu soruştururken Dünya ve ben kapının hemen yanındaki duvara yaslanmış zamanın geçip gitmesini, her şeyin netleşmesini bekliyorduk. Karakolun bahçesine giren tanıdık arabayı gördüğüm an gözlerim önce sürücü koltuğundaki annemi gördü, sonra yanında oturan Deha Yener’i. Hiç kimseden saklanmıyorlardı, hiçbir şeyden çekinmiyorlardı.
“Annen,” dedi Dünya Can, sonra gözlerini kıstı, “Yanındaki adam…” dedi ve çıkarmaya çalışır gibi baktı.
“İl Emniyet Müdürü Deha Yener.” dedim, “Aziz Ata’nın ağabeyi.” Ve hemen sonra bombayı patlattım, “Müstakbel üvey babam…”
Dünya Can bana şok içinde döndü. Kafası merdivenlere sıkıştığında bile bu kadar hayretler içinde görünmüyordu. Bu, kafasının merdivenlere sıkışmasından daha büyük bir olaydı. Onun için bile daha büyüktü.
“Sen şaka yapıyorsun.” dedi. Başımı salladım.
“Gayet ciddiyim.”
“Nasıl yani? Zeren Teyze baya baya Aziz Ata’nın ağabeyiyle mi evleniyor?” Bir kez daha başımı salladım.
“Baya baya.” dedim.
Ben Dünya Can’ın sorularını yanıtlarken annem ve müstakbel üvey babam telaşla bize doğru yürüyordu. Deha Yener bize başıyla selam verip her zamanki ciddi bürokratik tavrıyla kapıdan içeri girerken annem soran gözlerle bize baktı.
“Durum ne?” dedi, “Gelişme var mı?”
Ortamın gergin havası Dünya Can’ın yanıtıyla bıçak gibi kesildi.
“Tebrik ederim Zeren Teyze evleniyormuşsun.”
Annem anlamayarak bana döndü, bunu birilerine söylemek yerine gizleyeceğimi düşündüğüne o kadar emindim ki.
“Vaz mı geçtiniz?” diye sordum, “Yanlış bir bilgi mi verdim?”
“Kızım…” Annem sakinleşmeye çalışır gibi bir nefes aldı, “Şimdi bunun yeri mi Derin? Ben en iyisi gidip Yeliz’e bakayım.”
Annemin topuklu ayakkabılarının sesi kulaklarımızdan süratle uzaklaştı. Bana umursamazca haberini verdiği evlilik planını bir başkasından duyduğunda neden öfkelenmişti? Sanırım annemin birkaç aydır edindiği yeni karakterini hiçbir zaman tam olarak anlayamayacaktım.
“Niye kızdı şimdi?” diye sordu Dünya Can.
“Düğün öncesi gerginliği herhalde…” diye mırıldandım alay edercesine, “Gelinlerin tatlı telaşı.”
İçeriden gelen ağlama seslerinden anladığım kadarıyla Yeliz Teyze’nin sinirleri annemi görünce iyice boşalmıştı. Annemin tesellilerini duyabiliyordum. Duvara yaslanmış henüz yeni kararan soğuk havaya karışan nefesimin buğusunu izliyordum ki kapıya yaklaşan ayak sesleri duyuldu.
“Bu gece burada.” Aziz Ata’nın kapıdan çıkar çıkmaz kurduğu ilk cümle buydu.
Bunun böyle olacağını tahmin etmiştim. Cümleyi duyduğum an derin bir iç çektim ve onu daha net duyabilmek için doğrulduğum soğuk duvara tekrar yaslandım.
Sonra da içimde karşılığı birkaç saat olan ama dünyada birkaç saniyeye denk gelen kısa bir süre içinde düşündüm. İç çekmek neydi? Niye iç çekerdi insan? İçimde biriken huzursuzluğu bir nefesle çekip dışarıya bırakmak mı istiyordum? Mümkün müydü bu? Keşke.
“Sorgu bütün gece devam mı edecek?” dedi Dünya Can endişeyle.
“Sorgu bitti,” Aziz Ata’nın sesi netti, “Bu gece gözaltında tutacaklar. Telefon hattı incelemeye gönderildi. Üzerindeki parmak izlerine bakacaklar.”
“Üzerinde parmak izleri çıkarsa?” dedim, devam edemedim.
“Onu o zaman düşünecekler.” dedi Aziz Ata, “Biz de o zaman düşüneceğiz.”
Karakol bahçesini gergin bir sessizlik sararken Yeliz Teyze’nin ağlamalarının yanında annemin sesi duyuldu.
“Bak gel sana bir serum taktıralım, söz hemen geri getireceğim seni. Şimdi çıkarmıyorlar zaten içeriden, seni bu halde mi görsün Yeliz? Gel bir toparlayalım seni.”
İstemeye istemeye yaslandığım duvardan doğruldum, merakla içeriye baktım ve Yeliz Teyze’nin ayakta durmakta zorlanan halini gördüğüm an içimdeki sızıyla hareket ettim.
“Yeliz Teyze,” diyerek içeri girdim, “Berfu seni böyle görmesin. Lütfen annemle git, bak bayıldın bayılacaksın zaten. Biz bütün gece buradayız, Dünya Can ve ben… Recai Amca da burada zaten. Hadi, lütfen.”
Recai Amca donuk gözlerini bana çevirdi, söylediklerimi anlaması uzun sürdü gibi oldu ama anlar anlamaz başını salladı.
“Gidin.” dedi, “Ben buradayım.”
Annem kolundaki Yeliz Teyze ile arabasına doğru ilerlerken bir kez daha bahçeye çıkıp Dünya Can ve Aziz Ata’nın yanına döndüm. Üzerimdeki kahverengi ceketi çıkarıp Aziz Ata’ya uzattım ve o bana ne yaptığımı anlamaya çalışarak bakarken konuşmaya başladım.
“Biz bu gece buradayız gibi görünüyor.” diye söze girdim, “Sen daha fazla yorulma. Annen merak eder.”
Aziz Ata son cümlemi duyar duymaz tahammülsüz bir iç çekti.
“Kimsenin benim ne yaptığımla bir işi yok Derin, olsa da umurumda değil.” Ceketi elimden alıp bir kez daha omuzlarıma bıraktı ve ekledi, “Madem gece boyunca beklemek istiyorsunuz, bekleyelim.”
Ve uzun bekleyiş başladı. Aziz Ata’nın kahverengi ceketi omuzlarımda, aklım içerideydi. Berfu hala sorgu odasından çıkarılmamıştı. Recai Amca boşluğu izliyor, Dünya Can ağrıyan başını ovalayıp duruyor, Aziz Ata ise bahçede volta atıyordu.
Annemden aldığım habere göre yakınlardaki bir sağlık kabinindelerdi, Yeliz Teyze’ye sakinleştirici bir serum taktırmış, uyanmasını bekliyordu.
O gece o karakolun bahçesinin her köşesi şahitti beklemenin nasıl olduğuna, bizim dostumuzu nasıl beklediğimize. Her bankında oturmuştuk bahçenin, her kenarında volta atmışlığımız vardı. Bahçenin baktığı yoldan geçen her arabanın müzik çalarından çalan şarkıyı ezberlemiş, hepsine zihnimizin bir köşesinde yer vermiştik.
“Gece bile şaşkın,” diyordu arabalardan birinden yükselen bir şarkının sözleri,
“Ama her şekilde,
Gitti giden,
Bitti biten.”
Bir arkadaşımız kayıptı, bir diğeri ise içeride sorgudaydı. Zaman geçmiyordu, saatler akmıyordu, biz ilerlesek de yer yerinden oynamıyordu.
“Saat üç oldu.” dedi Aziz Ata.
Dünya Can ve ben karakol binasına en yakın kalan bankta oturmuş çay içiyorduk. Aziz Ata ise doğru düzgün oturup dinlenmemişti bile. Sürekli içeri girip çıkıyor, haber almaya çalışıyordu.
“Sorgu odasından çıkarmayacaklar.” diyerek açıklamaya başladı, “Bu gece orada bekletecekler. Hattın üzerindeki parmak izi sonuçları sabaha karşı gelecekmiş. Yani iki üç saat içinde gelir diyorlar… Ağabeyim hala içeride, ilgileniyor.”
Başımı salladım.
“Teşekkür ederiz Aziz Ata,” dedi Dünya Can, “Bu yaptığın büyük fedakarlık. Hiç unutmayacağız. Yani kendi adıma söyleyeyim, bu iyiliğini unutmayacağım.”
Aziz Ata hüzünle gülümsedi. Ben de akşamdan beri annesinden dolayı Aziz Ata’ya yüklenip durduğum için kötü hissetmeye başlamıştım. Çocuk
“Teşekkür ederiz….” diye mırıldandım, ne diyeceğimi bilemeyerek mahcup bir sesle ekledim, “Gerçekten.”
“Annenler ne durumda?” diye sordu Aziz Ata.
Üzerimdeki kahverengi cekete iyice sokularak burnumu çektim ve onu yanıtladım.
“Annem Yeliz Teyze kendi kendine uyanana kadar uyandırmak istemiyormuş. Dinlenebildiği kadar dinlensin diye. Çünkü belki de yarın daha zor bir gün olacak…”
“Of öyle deme ya,” dedi Dünya Can, “Bizim kızı alıp gitsek şuradan hemen…”
Aziz Ata elini hüzünle Dünya Can’ın omzuna koydu.
“Hadi,” dedi, “Gelin bari arabamda oturun. Ben size haber getiririm. Burada üşümeyin.”
Bizden yalnızca iki yaş kadar büyüktü, ama öyle çok toparlayıcıydı ki ruhunun olgunluğu bizi ikiye katlardı. Bu tavırları yüzünden ona karşı iyice mahcup hissetmiştim.
“Dünya Can,” dedim, “Sen arabaya geç, geliyorum ben de.”
Dünya Can üzerindeki hırkaya sarılmış ellerini ağzına götürmüş, kendi ağzından çıkan sıcak hava ile ısınmaya çalışırken başını salladı ve Aziz Ata’nın kapılarını uzaktan açtığı arabasına doğru koşturmaya başladı.
Aziz Ata Dünya’yı göndermemden onunla konuşmak istediğimi anlamıştı, yüzüme merakla ve umutla bakıyordu.
“Ben…” dedim, “Annenden dolayı sana yüklendiysem özür dilerim.”
“Annemin söylediği şeyi hoş karşılamaman verebileceğin en doğal tepkiydi Derin…” dedi Aziz Ata, “Senin annen ve ağabeyimin ilişkisi ile ilgili düşüncelerini en başından beri biliyorum.”
Başımı salladım.
“Bana söylediği şey kaldırabileceğim bir şey değildi Aziz Ata ama senin suçun yoktu. Şimdi madem bizi ısınalım diye arabana gönderiyorsun sen de gel. Maazallah üzerimize kilitleyip gidersin filan, yapmışlığın var…”
Kalbindeki kırgınlığı almak için tebessüm etmeye çalıştım. Aziz Ata da son cümlemi duyunca kendisini tutamayıp gülümsedi.
“Şu an etkisiz hale getirmem gereken bir Yiğit Nalsız yok ortalıkta.” dedi, “Sıkıntı yok. Hem biriniz önde biriniz arkada oturur rahat ederseniz, ben kalabalık yapmazsam belki biraz da uyursunuz diye düşündüm ben. Beni merak etme.”
“Ama ediyorum,” dedim, “Sen gelmezsen ben de gitmiyorum. Burada bekleriz birlikte, soğukta…”
Aziz Ata’nın gözleri gözlerimi buldu. Derin bir nefes aldı ve hemen pes etti.
“Madem öyle istiyorsun.” dedi.
“Çabuk ikna oluyormuşsun.” dedim arabaya doğru yürürken.
“Beni ikna etmek zordur,” dedi kararlı bir sesle, “Sana kolay ikna oluyorum galiba.”
Yutkundum. Dünya Can’ın saatler önce Aziz Ata’nın arkasından “Bu da sana ölüyor.” deyişi geldi aklıma. Doğru olabilir miydi? Aziz Ata benden hoşlanıyor olabilir miydi?
Bakışları öyle güzeldi, öyle etkileyiciydi ki en soğuk kalbi bile ısıtabilirdi. Kalbimi annesinin modumu darmaduman eden sözlerinden sonra bile ısıtabilmesi mucize gibiydi.
Dünya Can arka koltuğa geçmiş, bayılıp kalmıştı adeta. Aziz Ata ön kapıyı benim için açtıktan sonra sürücü koltuğuna geçti. Biner binmez arabanın ısıtıcısını çalıştırdı ve karakolun içini daha net görebilmek için camı ısıtıp buğusunu temizledi.
“Dünya Can bayılmış.” dedi Aziz Ata bir yandan radyonun kanalları arasında geçiş yaparken, “Neyse ki bu sefer uyumadan önce kusmadı.”
“Siz de iki gecedir berabersiniz ha,” diye mırıldandım, “Ciddi düşünüyor olabilir misiniz?”
Aziz kendini tutamayıp güldü.
“Dünya Can benim çok tipim değil ya.”
“Öyle mi?” dedim, “Ne peki senin tipin?”
Aziz Ata radyonun cızırtısı eşliğinde bana döndü. Gözlerim kumral saçlarındaki sarı ışıltılarda, hafif kirli sakallarında, karakoldan vuran sarı ışığın altında buğday rengine bürünen hafif bronz teninde dolaştı.
Hiçbir şey söylemeden bir süre bana baktı, sanki ben onu izlerken o da beni izliyordu. Kısa ve kaküllü koyu saçlarımı, kahverengi gözlerimi…
O an bir farkındalık yaşadım. Aziz Ata’nın eski sevgilisi Pınar ile alakam bile yoktu. Kız resmen parlıyordu, upuzun sarı saçları, pürüzsüz teni ve deniz gibi mavi gözleriyle tam bir yıldızdı. Bense parlamaktan çok ama çok uzaktım. Rahatsız olarak başımı çevirdim. Sanki sıradanlığımı saklamak istedim ondan.
“Niye çevirdin yüzünü?” diye sordu.
“Bilmem.” dedim utanarak, “Anlamsız geldi.”
Aziz Ata derin bir nefes alıp önüne döndü. Hiçbir şey söylemedi ama belli ki aldığı nefes ona göre çok şey anlatıyordu. Belki temkinin nefesiydi bu, belki de huzursuzluğun.
Aramızdaki sessizliği Dünya Can’ın arka koltuktaki uykusunun bilmem kaçıncı seviyesindeyken öne doğru uzattığı ayakları ve Sünger Bob’lu sarı çorapları bozdu.
Aziz Ata ile aramıza giren Sünger Bob çoraplı bir çift ayağa bakışımız unutulmaz bir andı.
“Harika,” dedim sessizce, “Ben de ortamda ne eksik diyordum.”
“En azından bugün kafasını bir yere sıkıştırmadı.” dedi Aziz Ata.
Başımı sallayıp onu devam ettirdim.
“Ya da zeytinyağı sürülmüş saçlarını temizlemek için belediyenin havuzuna atlamadı.”
Sessizce güldüğüm sırada radyodaki cızırtılı ses sonunda durdu. Kısa bir müziğin ardından erkek spikerin sesi duyuldu.
“Hava bulutlu ve sıcaklık gece boyunca ortalama altı derece. Yaklaşık iki saat içinde şiddetli bir yağış bekleniyor, sabah saatlerinde ise kuvvetli yağış yerini güneşli bir havaya bırakacak sevgili İstanbullular…”
Aziz Ata uzanıp radyo kanalını değiştirdi, birkaç kanal gezdikten sonra telefonunu bana uzattı.
“Al,” dedi, “İstediğin şarkıyı aç. Telefonum arabaya bağlı.”
Bunu bana ikinci kez söylüyordu. İlkinde arabayı kullanan kişi o olduğu için bunu söylediğini düşünsem de şimdi müzik zevkimi sevdiğinden söylediğini hissediyordum. Telefonunu tereddütle aldım ve müzik uygulamasına girdim.
Aklıma gelen ilk şarkının ismini yazıp açtım ve mesaj bildirimi ile titreyen telefonu Aziz Ata’ya uzatırken göz ucu ile ekrana baktığımda bana kötü hissettiren bir bildirim geldiğini gördüm.
“PINAR SOREL Kişisinden Bir Yeni Mesaj.”
Ben telefonu ona geri uzattığımda eski sevgilisinden bir mesaj geldiğini gören Aziz Ata da telefona göz ucu ile bakıp ekranını kapattı ve arkasına yaslandı. Oysa ben mesaj bildiriminde kalmıştım. Kız Aziz Ata’ya akşamın bu saatinde mesaj atabiliyorsa aralarındaki duygular tam olarak bitmemiş olabilir miydi?
“Ben…” diye mırıldandım ve arabanın kapısına yöneldim, “Bunaldım burada. Gidip içeriye bir bakayım, belki haber vardır.”
“Ben de geleyim.” dedi Aziz Ata.
“Gerek yok ya,” dedim, “İçerideki benim arkadaşım, senin kendini bu kadar yorman gerekmez.”
Ne dersem diyeyim, Aziz Ata umursamadan peşimden gelmeye devam etti. Karakola girer girmez Recai Amca’yı buldu gözlerim. Sorgu odasının hemen yanındaki sandalyelerden birinde oturmuş kahvesini içerek Berfu’yu bekliyordu. Beni görünce gözlerini kırptı.
“Haber var mı?” diye sordum.
“Yok kızım.” dedi, “Ama iki üç saate çıkar herhalde.”
“Ben ağabeyime uğrayıp sorayım.” dedi Aziz Ata.
Karakolun merdivenlerine yöneldi. Ben de Recai Amca’nın yanındaki sandalyeye oturdum ve cep telefonumu çıkardım. Önce kendimi oyalayabilmek için birkaç yerde gezindim, fotoğraflara baktım, haberleri okudum.
Kendimi ne kadar oyalarsam oyalayayım yine aynı noktaya dönüyordum. Gerçekliğime.
Hayatlarımız bir noktada karışmıştı, Baran’ın gidişi her şeyi alt üst ederken bizi hiçbir şeyin üstünde değil, her şeyin altında bırakmıştı. Şimdi altında kaldığımız gerçeklik labirentinin içinde üzerimize yıkılan eşyaları bir bir kaldırıp suçluyu arıyorduk.
Saatler sonra gözlerimi araladığımda oturduğum sandalyenin üzerinde kafamı duvara yaslamış bir halde uyuyakaldığımı fark ettim. Beni uyandıran ses Dünya Can’ın sesiydi.
“Sonunda ya,” diyordu karşısında ayakta duran anneme, “Zeren Teyze yemin ederim şimdi şurada takla atsam atarım he!”
“Aman sen takla atma da çocuğum.”
“Ne oldu?” diye sordum irkilerek.
Doğrulduğum an kendime gelmeye başladım. Annem, Dünya Can, Recai Amca, Yeliz Teyze ve Aziz Ata karşımdaydı. Güzel bir haber almışa benziyorlardı, haberi getiren kişinin Aziz Ata olduğu belliydi.
“Sonuç mu çıktı?” diye sordum endişeyle. Aziz Ata başını salladı.
“Hattın üzerinde Berfu’nun parmak izi çıkmadı,” dedi Aziz Ata, “Hat incelenecek ama Berfu’dan birkaç imza alıp bırakacaklar.”
Duyduklarım sayesinde saatler sonra gerçek bir nefes aldım ve doğrulduğum sandalyeye bir kez daha oturdum. Başımı ellerimin arasına alıp kendime gelmeye, uykumu açmaya çalıştım. Belki de hala rüya görüyordum.
“Berfu çıkar çıkmaz hiç itiraz istemiyorum, hep birlikte bize gidiyoruz,” dedi annem, “Bunu kutlayalım.”
Tamam, annem bir şeyleri kutlamak istediğine göre rüyada filan değildim, bu bas baya gerçek bir andı!
“Bu saatte kutlama mı yapacağız anne?” dedim.
“Kızım kutlama dediysem bir arada olmaktan bahsediyorum ya,” dedim annem gülerek, “Kahvaltıya gelin bize yani. Mahperi’ye haber veririm şimdi, hemen başlar hazırlamaya. Dünya Can, Aziz Ata, siz de çocuklar… Deha Bey de geliyor.”
“Deha Bey?” dedim imalı bir bakışla. Annem bana baktı ve gözlerini devirip sorumu duymazdan geldi.
Ve dediğini de yaptı… Yaklaşık bir saat sonra hepimizi bizim evin salonundaki büyük masanın başında toplamayı başardı annem. İnanılması güç bir senaryoydu ama Berfu, ailesi, Dünya Can, Aziz Ata, Deha Yener, ben ve annem aynı masada oturmuş kahvaltı yapıyorduk.
Mahperi Abla masaya getirmesi gereken son kahvaltılıkları da bıraktıktan sonra en köşede oturan bana doğru eğilip kulağıma sessizce fısıldadı.
“Kolonya lazım mı ablam?”
İçtiğim bir yudum çayı ağzımdan püskürtmemek için çabalarken öksürdüm.
“Teşekkürler Mahperi Abla,” dedim herkesin duyabileceği tonda, nazik bir sesle, “Başka bir şeye ihtiyacımız yok. Olursa sesleniriz.”
Mahperi Abla bana göz kırpıp doğruldu.
Masanın ortasındaki yumurtalı ekmeklerden bir dilim alıp yanımda oturan Berfu’nun tabağına koydum. Berfu o kadar yorgun ve üzgün görünüyordu ki gözleri “Benim burada ne işim var?” der gibi bakıyordu.
Karşımda oturan Aziz Ata aynı şekilde “Bizim burada ne işimiz var?” diye soran gözlerle Deha Yener’e bakıyordu, onun hemen yanındaki Dünya Can ise halinden memnun bir şekilde Mahperi Ablanın meşhur pırasalı böreklerinden yiyordu.
Sanırım bu uzun masada mutlu olan tek ikili annem ve Dünya Can’dı.
Berfu’yu bu haldeyken zorlamamak adına konuyla ilgili hiçbir şey soramamıştık. Elbette ki kendine geldiğinde her şeyi soracak, konuşacaktık ama şimdilik önceliğimiz onun iyi olduğundan emin olmaktı.
“Sana…” diyerek söze girdi Recai Amca, “Kaba davranmadılar, değil mi kızım?”
Evet, biz gece boyunca yaşananları konuşmak için Berfu’nun iyi olmasını beklemeye kararlı olsak da belli ki babası aynı şekilde düşünmüyordu, onun farklı endişeleri vardı.
“Merak etmeyin Recai Bey,” diyerek söze girdi Deha Yener, “Her şey kontrolüm altındaydı.”
Deha konuşurken gözlerimi devirip Berfu’ya döndüm.
“Kötü davranmadılar…” diye mırıldandı halsizce, “Ben yaşananlara anlam veremiyorum sadece…”
“Tamam,” diye mırıldandım sessizce, “Şimdi düşünme bunları.”
Oysa Berfu da konuşmak, anlatmak istiyor gibiydi.
“O peluş ayı…” dedi titreyen sesi ile, “Bana Baran’ın hediyesiydi. Hattının içinde olduğunu bilmiyordum. Ama benim asıl anlayamadığım şey şu. Baran bana o peluş ayıyı verdikten sonra da o hat üzerinden konuşmaya devam ettik zaten, hediyesinden neredeyse üç ay sonra kayboldu. Nasıl oldu da o hat daha sonra saklandı oraya?”
“Baran son zamanlarda hiç evinize gelip gitti mi?” diye sordu Deha Yener.
“Hayır,” diye mırıldandı Berfu. “En son gelişi kaybolmadan iki ay kadar önceydi.”
“Bize gelip giden daha çok Derin olur hep…” diye söze girdi Recai Amca.
Masada kısa bir sessizlik oldu. Başımı kaldırdığım an gözlerim karşımda oturan Aziz Ata’nın gözleri ile buluştu. Kısa bir bakışmanın ardından başımı çevirip masanın arkasında kalan büyük tabloya çevirdim bakışlarımı.
“Evet,” dedim, “Dün gece de oradaydım. Soruşturmaya bir faydası olacaksa… Gerçi siz bunu biliyorsunuz zaten.”
“O yüzden söylemedim kızım.” dedi Recai Amca, “Ben bilgi vermek için…”
“Tamam,” diye mırıldandım, “Biliyorum Recai Amca, bir sorun da yok zaten. Sadece bu yaşananlardan fazlası ile sıkıldım artık. Ben izninizle arka bahçeye çıkıp biraz hava alayım.”
“Ben de.” dedi Berfu, “Ben de geleyim biraz.”
Berfu ile birlikte hava almak için arka bahçeye geçtik. Annemin özel yaptırdığı ferforje masa takımında yan yana oturduk ve bir süre baş başa kalıp konuşmadan kuşların sesini dinledik.
“Derin…” dedi Berfu sessizce.
“Efendim Berfu?”
“Benim bir suçum yok.” dedi titreyen sesiyle, “Yemin ederim sana.”
Gözleri dolmuştu, dağınık turuncu saçlarının arasındaki yanakları kıpkırmızıydı.
“Biliyorum Berfu ya,” dedim hüzünle, “Biliyorum tabi ki. Ama ne döndüğünü de anlamıyorum işte. Bana bıraktığı not, sana bıraktığı hat, ne halt etti de gitti bu çocuk başına ne geldi anlamıyorum! Kafayı yiyeceğim ya.”
Ben öfke ile konuşurken kapıda Dünya Can göründü, elinde bir tabak kurabiye vardı.
“Gelebilir miyim?” diye sordu, “Size kurabiye getirdim.”
“Gel tabi.” dedim hüzünle, “Ne zaman gelme dedik.”
“Unuttunuz galiba yıllar önce beni oyunlarınıza almadığınız günleri…” diyerek yaklaştı Dünya Can, “Gelme Dünya Can parfümcülük oynuyoruz! Ben şimdi odunsu bir parfümmüşüm sen de şekerimsi bir parfüm!”
Oyunu hatırladığımız an kendimizi tutamayıp güldük.
“Kim oyun oynarken parfüm olur ki?” dedim zar zor.
“Değil mi?” dedi Berfu, “Öğretmen olursun, anne olursun filan… Odunsu parfüm ne ya!”
Biz gülerken bu sefer kapıda Aziz Ata göründü.
“Gelebilir miyim?” diye sordu. Gülmeyi kestim ve başımı salladım.
“Tabi ki.” diye mırıldandım sessizce.
Aziz Ata ve Dünya da karşımızda yerlerini aldığında Mahperi Abla dünyanın en hızlı servisini yaparak bize neredeyse on saniye içinde çay getirdi. Dünya Can’ın aklı ise aynı konuda kalmıştı.
“Öyle demeyin,” dedi Dünya Can, “Biz de şey oynardık… Top olma oyunu.”
“Top olma oyunu mu?” dedi Aziz Ata.
“Evet kanka, siz oynamaz mıydınız?” Dünya Can’ın şaşkın bakışlarından anladığım kadarıyla bunun bütün erkekler tarafından oynanan bir oyun olduğunu düşünüyordu.
Ufak bir kahkaha attım.
“Top derken?” diye sordu Aziz Ata.
“İşte ben futbol topuyum, sen basketbol topusun, öbürü voleybol topu mesela… gibi.”
Aziz Ata anlamaya çalışarak Dünya Can’a bakarken gülmekten gözlerimden yaş gelmişti.
“Peki sen ne topu oluyordun Dünya Can?” diye sordu Berfu.
“Ben tenis topuydum.” dedi Dünya Can.
Ve önemli bir detay ekliyormuş gibi ciddiyetle ekledi, “Ama masa tenisi topuydum.”
Berfu ve ben kahkahadan yıkılırken Aziz Ata elini Dünya Can’ın omzuna koydu.
“Lütfen,” dedi Aziz Ata, “Lütfen daha fazla devam etme Dünya.”
“Ne oldu ya? İnanmadınız mı bana? Şaka yapıyorum filan sandıysanız bizim Burhan’ı arayayım bak, hatta telefonumda ne diye kayıtlı bakın… Basketbol Topu Burhan!”
Dünya Can telefonunun ekranını sırası ile hepimize gösterirken ekranda acı ama gerçek bir şekilde aynen öyle yazıyordu, BASKETBOL TOPU BURHAN!
“Buluşma da yapıyor musunuz?” dedi Berfu, “Toplar buluşması gibi bir şey.”
Berfu’nun cümlesini duyar duymaz elimi ağzıma götürüp ona döndüm, gülmekten nefessiz kalmak üzereydik.
“Dünya lütfen,” dedi Aziz Ata, “Ben seni arkadaşın olarak uyarıyorum bak, yetmiş beş yıl kadar daha dalga geçecekler bu anlattığınla. Anlamadın mı hala?”
“Kanka bırak onlar cinsiyetçi şakalarına istedikleri kadar gülsün!” dedi Dünya Can ani bir yükselişle, sonra bize döndü ve ekledi, “Rezilsiniz.”
“Tamam, tamam!” dedim gülerek, elimi uzatıp gözümden gelen yaşı sildim, “Özür dileriz ama sen de bu kadar koz vermemeliydin Dünya.”
“Bu iyi geldi ama.” dedi Berfu, “Sorgu odasında bütün gece ağladıktan sonra…”
Çayımdan bir yudum aldığım sırada bahçedeki sessizlik Aziz Ata’nın masaya bıraktığı telefonun titremesiyle bölündü. Aziz Ata telefonunu eline aldı ve sandalyesini itip ayağa kalktı. Göz ucuyla ona baktığım sırada telefonunu açtı ve birkaç adım uzaklaştı.
Moralim bozularak önüme döndüm. Dün gece tam bir aptal gibi Aziz Ata’nın benden hoşlanabileceğini düşünmüştüm oysa. Böyle bir şeyi nasıl düşünmüş olabilirdim ki?
“Bu Deha Yener…” dedi Berfu sessizce, “Meselesi ne bunun? Niye bu kadar ilgileniyor bizimle? Adam koskoca İl Emniyet Müdürü!”
Tam o an bakışlarım Dünya Can’ın bakışlarıyla buluştu. Benden dün gece öğrendiği gerçeği Berfu’ya söylemek için sabırsızlıktan ölüyor gibiydi.
“Tamam,” dedim, “Söyle hadi.”
Berfu soran gözlerle bir bana bir de Dünya Can’a baktı.
“Ne söyleyecek?”
Dünya Can heyecanla doğruldu.
“Zeren Teyze…” dedi sessizce, “Deha Yener ile evleniyormuş!”
Berfu şok içinde bana döndü.
“Siz ciddi misiniz?” dediğinde eli ağzındaydı.
Başımı salladım. Ama Dünya Can benden önce yanıt verdi.
“Bu yaz düğün varmış!” dedi.
“Yok artık!” dedi Berfu, “Bu kadar çabuk mu? Ne ara oldu bu Derin, bize neden anlatmadın!”
Omuzlarımı silkip derin bir nefes aldım ve “Ben de yeni öğrendim.” diye mırıldandım.
Berfu ve Dünya Can annemin meselesini konuşmaya devam ederken Aziz Ata da nihayet telefonunu kapatmış ve yanımıza dönmüştü ama gözleri hala telefonunun ekranındaydı.
“Arayan üniversitedeki profesörümdü…” dedi Aziz Ata dalgın bir sesle, sonra başını kaldırıp bana baktı ve açıkladı, “Musa Hoca.” dedi.
Başımı salladım. Dünya Can ve Berfu bir açıklama bekliyor gibi bakıyorlardı.
“Onlara da anlatabiliyor muyuz?” diye sordum.
“Tabi,” dedi Aziz Ata, “Kimseye anlatmadığınız sürece sorun yok.”
“Aziz Ata’nın fakülteden bir hocası var. Adam kriminal meselelerle ilgileniyor, polisle beraber çalışıyor ve bir süredir Baran’ın kaybını da araştırıyor.”
“Ve bir şey bulmuş…” dedi Aziz Ata telefon ekranına bakmaya devam ederken.
Dışarıda bir gök gürledi. Gece boyunca yağması gereken yağmur adeta ertelenmiş ve sabahı beklemiş gibi bir anda yağmaya başladı. Üçümüz sessizlik içinde endişeyle Aziz Ata’dan gelecek haberi beklerken yağmurun kasvetli sesi eşliğinde anlatmaya başladı.
“Baran,” dedi Aziz Ata, “Bir süredir düzenli olarak bir yazılımcıya gidip geliyormuş. Elinde bir hard disk varmış, hard diskin içinde de bozuk bir ses kaydı dosyası…”
Oturuşumu dikleştirdim ve duyacaklarıma hazırlanmaya çalıştım.
“Bir süredir o ses dosyasını düzelttirmek için uğraşıyormuş.” dedi Aziz Ata ve devam etti, “Sonunda kayıt düzeltilebilmiş ama hard diski teslim etmek ve dosyayı düzelttiklerini haber vermek için aradıklarında Baran’a ulaşamamışlar. Yani ses kaydı dosyası düzetildiğinde Baran çoktan kayıplara karışmış.”
Aziz Ata’nın gözleri benim gözlerimi buldu, dışarıda şiddetli bir gök gürlemesi daha duyuldu ve Berfu hepimizin aklından geçen o soruyu sordu.
“Peki ne varmış ses kaydında?”
Aziz Ata başını telefonuna eğdi. Bir süre ekrana baktı ve birkaç şeye bastı.
“Ben de şimdi dinleyeceğim.” dedi, “İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Dinlemek istediğinize emin misiniz?”
Birkaç saniye içinde aklımdan binlerce şey geçti. O ses kaydından her şey çıkabilirdi, her şey. Duyacaklarımız hiçbir şey ifade etmeyebilirdi veya çok şey ifade edebilirdi. Duyacaklarımız hiçbir şeyi değiştirmeyebilirdi ama her şeyi de değiştirebilirdi.
“Eminiz.” diye mırıldandım, “Eminiz, değil mi?” dedim soran gözlerle Berfu ve Dünya Can’a bakarak.
“Eminiz.” dedi Berfu ve Dünya Can devam etti,
“Aç gitsin.”
Aziz Ata bizden emin olduktan sonra telefon ekranına döndü. Birkaç şeye bastıktan sonra dışarıdaki yağmur giderek şiddetlenirken telefonunun sesini sonuna kadar açtı ve önce bozuk bir ses duyuldu telefondan. Sonra ise bir kadın sesi.
“Kimse bilmiyor.” dedi tanıdık bir kadın sesi…
Ve devam etti konuşmaya…
“Kimse bilmiyor. Ve kimse öğrenmeyecek.”
Bakışlarımız ortak bir noktada buluştu. Bu masada dört kişiydik. Aziz Ata, Berfu, Dünya Can ve ben. Önce Berfu’ya baktım soran gözlerle, sonra Dünya Can’a döndü dehşet içindeki bakışlarım.
Üçümüz bu sesin sahibini öyle yakından tanıyorduk, öyle iyi biliyorduk ki Baran’ın günlerce ulaşmaya çalıştığı bu ses kaydında konuşan isim herkesten çok bize tanıdıktı.
Aziz Ata tepkimizi merak içinde beklerken aramızda konuşması gereken bir kişi vardı.
Tek bir kişi.
“Bu,” dedi Dünya Can tereddütle, “Benim annem.”
Telefonun hoparlöründen dönüp duran bu sesin sahibi Dünya Can’ın annesi Elmas Teyzeydi. Elmas Kıraç…
Baran bu ses kaydına ulaşmak için neden bu kadar çabalamıştı, bu dosyayı nereden bulmuştu ve en önemlisi Elmas Teyze’nin ses kaydında bahsettiği sır neydi?
Kimsenin bilmediği ve kimsenin öğrenmeyeceği o şey neydi?
Yer bir kez daha sarsılır gibi oldu ayaklarımın altında. Artık hiçbir şey sabit değildi hayatlarımızda, zırıl zırıl çalıyordu kafamın içindeki alarmlar, titriyordu hücrelerim. Öyle bir oyunun içindeydik ki her ipucu bize çıkıyordu, her yansıma bizdendi, her gölge bizimdi.
Anladığım tek bir şey vardı, Baran bir süre önce bir şeylerin peşine düşmüştü ve peşine düştüğü şey her ne ise Baran’ı artık ortalıkta istemiyordu.
Artık çözmeye çalıştığımız her şey daha da karmakarışıktı ve belli ki biz dur demezsek giderek daha da karışacaktı…