8.Bölüm : Arkadaş

Beyza Alkoç

*Yapayalnızdım, kendime sarıldım.*

(Sekiz Yıl Önce)

“Yüzün sivilcelerle dolu Mine. Bu yüzden seninle konuşmak istemiyorum.”

“Saçlarındaki şeyler kepek mi? Neden saçlarında bu kadar çok kepek var?”

“Neden tırnaklarını yiyorsun Mine, başka yiyecek bir şeyin mi yok?”

Ben Mine. On iki yaşında, gözlerindeki parlaklığı çoktan kaybetmiş küçücük bir kız çocuğuyum. Annesi tarafından bırakılmış, babası tarafından şiddet görmüş, her şeyini kaybetmiş ama en çok gözlerindeki ışığı kaybettiğine üzülmüş küçücük bir kız çocuğu... Yurtta büyütülmüş, bunalımlardan bunalımlara sürüklenmiş, depresyonun en derini içinde boğulmuş minicik bir kız çocuğuyum ben. Bin tane şey duydum, duyduğum her cümle beni benden aldı. Herkes konuştu, herkes bir şeyler söyledi, onlar konuştukça ben sustum. Başım hep öne eğikti benim. Ellerim hep titrerdi, vücudum hep soğuktu, kalbim hep deli gibi atardı. Güzel cümleler de duymadım değil. Oysa duyduğum kötü cümleler o kadar fazlaydı ki güzelleri de yanlarında kaynadı gitti.

“Arkadaşına neden vurdun Mine?”

“Yüzümdeki sivilcelerle dalga geçiyor... Ve saçlarımdaki şeylerle... kepeklerle. Öğretmenim, ben pis değilim. Saçlarımdaki kepeklerin stresten olduğunu söylüyorlar.”

“Güzeller güzeli kızım, saçlarındaki kepekten de yüzündeki sivilcelerden de onlara ne? Ne derlerse desinler gülüp geç. Bak Mine, bazen içimizde yaşadığımız sıkıntılar dışımıza vurur. İçimizdeki sıkıntılar ne kadar büyükse biz de o kadar güçlüyüzdür. Bazen içimizdeki sıkıntılar saçlarımızı döker, bazen bize tırnaklarımızı yedirir, bazen yüzümüzde sivilceler çıkartır, bazen saç derimizi döker, ellerimizi titretir, midemizi bulandırır, bizi zayıflatır ya da bize kilo aldırır. Hayat bu, güzel kızım. Sen yüzündeki sivilcelerden ibaret değilsin, sen saçlarından ibaret değilsin, sen dışarıdan nasıl görünüyorsan o değilsin. Mine Uysal aynanın karşısındaki kız değil. Mine Uysal nerede, biliyor musun?”

“Nerede öğretmenim?”

“Burada.” Eli kalbimde, gözleri gözlerimdeydi. Gözlerimden birer damla yaş akmıştı, sadece birer damla...

“Her şey düzelir, hepsi geçer. Bir tane sivilcen de kalmaz, bir tane kepeğin de. Bir gün ellerin de titremez, aldığın kiloları da verirsin, verdiğin kiloları da alırsın. İnan bana, her şey düzelir Mine. İnsanın düzeltemeyeceği tek şey buradadır. İçinde... Eğer ruhuna böylesine işkence etmeye devam edersen onu toparlayamazsın güzel kızım. Kim ne derse desin sen kendinle konuş, kendi kendine ‘Takma bu salakları!’ demeyi bil. Sen, kendinin en yakın arkadaşı ol. Dışın ne kadar yalnızsa, için o kadar kalabalık olsun. Anlıyorsun, değil mi? Hem sana bir sır vereceğim. İnsanlar hep kusurlarımızı görür, gece karanlık gökyüzünü izlerken nasıl ki sadece yıldızlar dikkat çeker, insanlar da hep bizim kusurlarımızı görür. Kusurlarımız bizim yıldızlarımızdır, bırak parlasınlar...”

İşte İç Ses ve benim maceram böyle başladı.

Yapayalnızdım, kendimle arkadaş oldum.

Yapayalnızdım, kendime sarıldım.

Yapayalnızdım, kendimle dertleştim.

Sivilcelerim geçti, saçlarım güzelleşti, ellerim artık titremiyor, kalbim sakinleşti, tırnaklarım uzadı, kilom düzeldi. Her şey geçti, hepsi bitti. Türbülanstan çıkmış bir uçağın normal uçmaya başlaması gibi sakinleştim, duruldum. Dalgalarla boğuştum ve kıyıya ulaştım. Boğulma hissini tattım ve nefes almanın değerini anladım sanki... Sanki hayatımın ilk on sekiz yılını hep kocaman bir gürültünün altında yaşadım, sanki yıllarca koskocaman bir kalabalığın arasındaydım da sonra sessizliğe ve sakinliğe ulaştım. Her şeyi atlattım, kendime kocaman bir “Aferin kızım.” dedim, bin tane kötü söz işittim ve hepsine cevabını verdim. Hayat beni eğitti, hayat beni büyüttü, hayat beni güçlendirdi. Hayat beni acılarla sınayarak bir süper kahramana dönüştürdü. Bilin ki siz de birer süper kahramansınız. Ve unutmayın, süper kahramanlar pes etmez... Kimse için değilse bile kendiniz için pes etmeyin.

Bir gün bir şarkı dinlemiştim, orada bir söz duymuş ve hüngür hüngür ağlamıştım.

“Şu ömründe yürüdün mü böyle sevgi dilene dilene?” diyordu Ceylan Ertem’in Bile İsteye adlı şarkısının sözleri. Belli bir yaşa kadar hep böyleydim. İnsanların gözlerinin içine bakar “Beni sevin.” diye yalvarırdım sanki. Sevgiye muhtaçtım. Büyüdüğümü anladığım ilk gün ise kendi kendime vereceğim sevginin benim için yeterli olduğunu anladığım ilk gündü. Kimsenin bizi sevmesine ihtiyacımız yoktu, biz bizi sevsek yeterdi. Hadi, kimse için değil ama kendiniz için içinizden veya dışınızdan bir kere “Seni seviyorum.” deyin kendinize. Çünkü içimizdeki ruh, bir başkasının değil bizim sevgimize muhtaç...

(Günümüz)

(5 Eylül 2020, İstanbul)

Kapının önünde oturmuş dışarıda yağan yağmuru izliyordum. Böyle bir yalana nasıl inandığımı, böyle bir yalanın neden söylendiğini sorguluyordum. Efe Duran’ın bir sevgilisi vardı ve bana yalan söylemişti. Ben kendisi için kariyerimden vazgeçerken o bana yalan söylemişti. Peki amacı neydi? Benimle sevgilisini aldatmak filan mı? Beni bu kadar ucuz mu görüyordu?

“Mine...” Kapıdan gelen ses ve kapımın üç kere tıklanmasıyla başımı kaldırdım. Bu Efe’nin sesiydi. Öfkeyle ayağa kalktım. Sonra derin bir nefes aldım, sakinleşmeliydim, sakin olmalıydım. Bana gerçekleri anlatmak gibi bir borcu yoktu, böyle bir yükümlülüğü de yoktu, üstelik aramızda da hiçbir şey olmamıştı. Direkt olarak hiçbir zaman “Sevgilin var mı?” diye de sormamıştım, “Sevgilim yok.” diye bir cümle de kurmamıştı. Belki de fazla alınmıştım, sonuç olarak Efe Duran benim hiçbir şeyimdi. Onun üzerinde hiçbir hakkım yoktu. Kapıyı araladım, hüzünle yüzüne baktım.

“Merhaba.” dedi şefkat dolu bir sesle, “Bana gelmişsin. Öylesine mi geldin yoksa bir sorun mu var? Yukarıda misafirlerim var da... Seni merak ettim.”

“Misafirlerinin yanına dönebilirsin. Ben iyiyim. Sana kek getirmiştim. Kekin burada. Belki misafirlerine ikram etmek istersin. İki kişisiniz değil mi? Birkaç dilim daha ekleyeyim mi?” Efe endişeyle bana baktı.

“Kapıyı Meriç açtı, değil mi?” Kızın ismi ve siması tanıdık gelmişti. Bu kız ünlü filan mıydı?

“İsmini bilmiyorum. Sevgilin olduğunu biliyorum.”

“Öyle mi söyledi?” dedi kaşlarını çatarak.

“Ne demeliydi? Müstakbel eşiyim filan mı demeliydi?”

“Mine... Özür dilerim... Ne söylemeliyim bilmiyorum.” Efe karşımda çaresizce konuşmaya çalışırken acı içinde gülümsedim.

“Hiçbir şey söyleme. Sevgilinin yanına dön, kekimden yiyin.” Efe öfkeyle gözlerini devirdi ve bir anda merdivenlere göz attıktan sonra beni nazikçe itip içeri girdi.

“Ne yapıyorsun?” diye sordum şaşkınlıkla. Kapıyı kapattı ve bana döndü. Evimin karanlığında, dışarıdaki yağmurun sesinin eşliğinde onun gözlerine bakıyordum.

“Sevgilim filan yok.” dedi öfkeyle.

“Bari sevgilin yukarıdayken söyleme şu yalanı.”

“Dinle beni Mine, Meriç benim prodüksiyon şirketiyle yaptığım sözleşmeye dahil bir isim. Her sanatçının yükseliş döneminde yalandan bir ilişkisi olur ya hani, Meriç’i de o yüzden tuttular. Ben ne kadar karşı çıksam da o aptal sözleşmeleri imzaladığımdan beri hayatımda olup bitene karışamaz hale geldim. Özel hayatımda olup biten her şey benim elimde, evet ama dışarıdan nasıl görüneceğime sadece onlar karar veriyor. Kız eski bir çocuk oyuncu, şimdi ikimizi yan yana birkaç manşete koyacaklar sırf gündem olsun diye. Bizi birkaç hafta iki sevgili gibi gösterecekler, sonra da bitecek. Bu kadar. Kızla daha bugün tanıştım, ismini bile yarım saat önce öğrendim.”

Efe karşımda çaresizce bana kendini açıklamaya çalışırken benim gözlerimde tek bir ışık belirtisi yoktu. Doğru mu söylüyordu yalan mı bununla bile ilgilenmiyordum, artık hiçbir şey umrumda değildi. Kendimi hatırlamıştım, yanlış yolda olduğumu fark etmiştim, asla ama asla bir ünlüyle olamazdım, olmamalıydım.

“Sahte aşk...” diye mırıldandım, “Farklı olduğunu düşünmüştüm. Sen de diğer ünlüler gibiymişsin...” Efe yüzüme hüzünle baktı.

“Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” diye sordu hayal kırıklığı içinde.

“Ne düşünmemi beklerdin Efe Duran? Üstelik bana hiçbir açıklama yapmana gerek yok. Birkaç gün önce hayatında bile değildim. Hem belki de sahte aşkın gerçeğe döner, kim bilir? Kız çok güzel...” Efe yüzüme bakarken içine sığmayan öfkesi gözlerinden okunuyordu.

“Ucuz bir kadınla olmayı tercih etseydim şu an kapımda binlerce kişilik bir sıra olurdu. Meriç’in yüzüne bile bakmadım, bakmam. Üstelik senin dediğin gibi sana bir açıklama yapmama da gerek yok, evet. Ama ben sana açıklama yapmak istiyorum Mine. Anladın mı? Sana açıklamak, kendimi anlatmak istiyorum.”

“Neden?” dedim sinirle, “Neden Efe?”

“Çünkü seni her şeyinle tanımak istiyorum, her şeyini öğrenmek istiyorum, bu şansı bir kere yakalamışken kaybetmek istemiyorum.”

“Neden ben?” dedim bir kez daha hayretler içinde.

“Çünkü senden başka kimse bu soruya ‘Neden ben?’ demezdi Mine. Sen kendinin o kadar farkında değilsin ki içimde sana kendini fark ettirmeyi deli gibi isteyen bir ses var.” Gözlerim gözlerinde dolaştı. İnanmalı mıydım? Ne demeliydim, ne düşünmeliydim, ne hissetmeliydim?

“Benimle...” diye mırıldandım, “Benimle arkadaş olmayı gerçekten bu kadar istiyor musun?” Efe’nin yüzündeki sert ifade yumuşadı, kendini tutamadı ve güldü.

“Arkadaş olmak....” diye tekrar etti, “Senin istediğin bu mu?”

“Evet.” dedim kendimden emin bir sesle. Gözlerime üzgün bir gülümsemeyle baktı, bu bir kabulleniş gülümsemesiydi.

“Madem öyle, seninle arkadaş olmayı gerçekten çok isterim Mine. Seninle birçok şey olmayı isterdim ama madem seçeneklerim arkadaş olmakla sınırlı, onu da olurum. Kabul.”

Yüzüne baktım ve başımı salladım. Sonra bir anda bana işaret parmağını uzattı. Kaşlarımı çattım ve anlam vermeye çalışarak bir işaret parmağına bir ona baktım.

“Ne yapmam gerekiyor?” diye sordum şaşkınlıkla. Efe gülümsedi.

“İşaret parmağını işaret parmağıma dokundurabilirsin, tabi istersen. Bu da bizim antlaşmamız olsun. Arkadaşlık antlaşması.” Gülümsedim. İşaret parmağımı kaldırdım ve onun işaret parmağına dokundurdum.

“Arkadaşız.” diye mırıldandım.

“Maalesef...” dedi sessizce, sonra tekrar etti, “Arkadaşız.” Başımı salladım.

“Artık misafirlerinin yanına dönsen iyi edersin, neredeyse yirmi dakikadır buradasın.” Efe kolunu kaldırıp saate baktı.

“Umarım ben gelmeyince gitmişlerdir. Haklısın, artık dönmem lazım. Sen ne yapacaksın? Bir planın var mı?” Nedense bu sorusunda ufak bir kıskançlık sezmiştim.

“Müzik dinleyip yağmuru izleyeceğim.”

“Gerçekten mi? Artık yağmuru ve günbatımlarını kaçırmıyorsun sanırım.” Gülümseyerek omuz silktim.

“Kaçırmıyorum. Önemli birinden öğrendim...” Efe yüzüme hayranlık dolu bir gülümsemeyle baktı.

“Kimden öğrendiysen onu dinlemeye devam et Mine. Sana mutluluğu öğretecek...” Gözlerim uzun uzun gözlerine baktı. Sonra gözlerimi ondan kaçırdım ve Efe kapıyı araladı.

“Ben gidiyorum... Balkonda uyuma.”

“Tamam. Görüşürüz.” diye mırıldandım buruk bir gülümsemeyle. O da aynı buruk gülümsemeyle bakıyordu yüzüme.

“Hoşça kal...” Gözleri arkasında kalırken merdivenlere yöneldi. Kapıyı kapattım ve kendime iki dilim kek alıp balkona çıktım. Sonra ne mi yaptım? Bir yandan yağmuru izlerken bir yandan ağlayarak kek yedim. İçimde dolacağına inanmadığım bir eksiklik hissi vardı, kocaman bir eksiklik hissi...

Zaten hayat bu değil midir? Yaşamak hiç dolmayacak bir eksiklik hissini tamamlamaya çalışmak ve tamamlayamamaktır. Büyümek ise o eksiklik hissini hiçbir zaman dolduramayacağını kabullenmektir. Ben çok erken büyüdüm, büyümek zorunda kaldım. Derin bir nefes alıp yağmur kokusunu içime çektiğim sırada telefonum titredi. Gelen mesaj Efe’dendi. Merakla okumaya başladım.

“Misafirlerim gitmemiş. Kendi aralarında konuşuyor ve benim hayatım hakkında planlar yapıyorlar. Ben ise balkonda oturmuş senin karşı binaya vuran yansımanı izliyorum.”

Hüzünle gülümsedim ve cevap yazmaya başladım.

“Arkadaşlarına karşı hep mi böylesin?”

“Hiçbir zaman.” yazdı ve bir mesaj daha gönderdi.

“Az önce yıldız kaydı, görmemişsindir, yukarı bakmıyordun... Kayan yıldıza bakıp dedim ki, ‘Sevgili Kayan Yıldız, dilek hakkım bu seferlik arkadaşım Mine’nindir...’ Hadi, dilek dile...”

Başımı kaldırdım, gözlerim Efe’nin karşı binanın camlarından birine vuran yansımasına takıldı. Balkonunda oturmuş gülümseyerek telefonuna bakıyordu. Sonra başını kaldırdı, yansımalarımız göz göze geldi. Derin bir nefes aldım ve hayatımda ilk defa bir dilek diledim ne dilediğime kendim bile şaşırarak.

“Beni sevsin...”

Bu masum dilek bana çocukluğumu, sevgi dilendiğim zamanları hatırlattı. Öylesine masum, öylesine üzgün ve öylesine duyguluydum. Ve farkında olmadan onu gördüğüm ilk andan beri her saniye arta arta bu hale gelmiştim. Sevilmek istiyordum... Efe Duran tarafından.