7.Bölüm : Yeşil Küpeler

Beyza Alkoç

*Kimin bana ilaç olacağını düşünsem o benim yaram oldu.*

“Çok tatlı insanlarmış...” diye mırıldandım hastaneden çıktığımız sırada. Efe gülümseyerek arabanın kapısını benim için açtı. Arabaya geçip oturdum ve Efe’nin de yerine oturmasını bekledim. Efe’nin anne ve babasını görmüş ve tanışmıştım fakat uzun uzun konuşamamıştık çünkü odada neredeyse yirmi tane teyze otuz iki tane dayı yüz elli tane de kuzen(!) vardı. Herkes gülüşerek ve imalı bakışlarla bize bakarken teyzelerinden biri durumu anlayıp Efe’ye, “Hadi sen git. Bu akşam ben buradayım, baban da burada... Git dinlen yavrum.” demişti. Annesi çoğunlukla uyuyordu, babasına da günün yorgunluğunu atabilmesi ve sakinleşebilmesi için serum takmışlardı. Nihayet Efe koltuğuna oturduğunda yola çıkabildiğimize şükrettim. Bu kadar büyük bir kalabalığa en son girdiğimde üç yaşındaydım ve semt pazarında kaybolmuştum.

“Çok garip...” dedi Efe yola çıkar çıkmaz.

“Garip olan ne?”

“Bu zamana kadar hiçbir sevgilimi bile anne ve babam ile tanıştırmadım, şimdi alt katımıza yeni taşınan kiracımızı onlara getirdim.” Gülmeye başladım.

“Bir sonraki seviye nikah salonu.” deyiverdi bir anda, hiç düşünmeden karşılıklı olarak gülmeye başladık. Sonra gülüşüm sakinleşti.

“Abartmayalım.” diye mırıldandım. Efe gülerek başını salladı. Sonra tekrar radyoyu açtı ve bu sefer bir başkasının şarkısı çalmaya başladı.

“Bu şarkıyı çok severim...” diyerek şarkının sesini açtı Efe.

“Anıl Bektaş’ın şarkısı bu, değil mi?” diye sordum.

“Evet öyle...” Sonra şarkıcı ile birlikte söylemeye başladı şarkının sözlerini, “Gündüzüm gece oldu... Güneşim sende soldu...” Sesi o kadar güzeldi ki dünyanın sekiz harikası arasına dokuzuncu olarak alınmalıydı. Tam sesinin güzelliğini düşünürken aklıma gelen bir soruyu nasıl soracağımı bilemeden sormanın bir yolunu bulmaya çalıştım.

“Acaba...” diye mırıldandım, “Acaba kime yazdı bu şarkıyı?” Efe kaşlarını çattı.

“İlla birine yazması mı gerekiyor?” diye sordu. Biraz rahatladım ve ona baktım.

“Yani... Öyle yapmıyor musunuz? Sana sormuyorum, hepinize soruyorum. Sanatçılar olarak hepiniz... bu şarkıları birilerine yazmıyor musunuz?” deyiverdim zar zor. Efe’nin dudağının sağ kenarının yukarı doğru kıvrıldığını gördüm. Ne sormak istediğimi anlamış olabilir miydi?

“Hayır,” dedi, “Ben bu zamana kadar yaptığım hiçbir şarkıyı birine yazmadım. Merak ettiğin de buydu sanırım.” Utanarak başımı öne eğdim.

“Hayır, bunu neden merak edeyim?” dedim gülmeye çalışarak, onu yalanıma inandırmaya çalışıyordum ama inanacağını sanmıyordum.

“Anladım, merak etmiyor olabilirsin. Bana öyle geldi sanırım.”

“Sorun değil...”

Salaksın Mine, söyle gitsin işte, merak ettim desen ne olacak?

“Eee, şey...” dedim bir anda, bu durumu tam olarak öğrenmesem rahat etmeyecektim, “Yani o zaman nasıl oluyor?”

“Ne nasıl oluyor?”

“Şarkıların aşk acısıyla dolu, aşk acısını çekmeden bunları nasıl yazabilirsin ki?”

“Yetenek de burada devreye giriyor işte. Ortaya bir aşk acısı varken onun üzerine yazmak kolay olan, zor olan olmayan bir acıyı yazmak. Aslında bakarsan bu zamana kadar kimseyi düşünerek bir şarkı yazmadım derken bir şarkım gözümden kaçmış... Birini biri için yazdım.” Bu cümleyi duyduğum an içime oturan sıkıntıyla elimi karnıma götürdüm. Kime yazdığını sormalı mıydım? Bu beni neden bu kadar rahatsız ediyordu ki?

“Anladım.” deyip sustum. Kim olduğunu sormamam daha iyi olacaktı sanırım.

“Sormayacak mısın?”

“Neyi?”

“Kime yazdığımı.” dedi sırıtışını gizlemeye çalışarak.

“Özeline girmek istemiyorum.”

“Öyle mi? Peki... Girmeyelim özelime.” Efe’nin yüzündeki hafif mutlu ifade beni delirtiyordu.

“Ama senin için mutlu oldum. Ne güzel uğruna şarkılar yazılacak kadar güzel bir aşk yaşamışsın.” deyiverdim bir anda, üstelik bunu laf sokar gibi söyledim. Ne yapıyordum ben? Efe ufak bir kahkaha attı.

“O günleri hatırladın herhalde, sürekli güldüğüne göre...” Ben laf sokmaya devam ederken Efe gülüşünü bastırmaya çalışıyordu.

“Aşk şarkısı değil...” dedi, “Üstelik sana yazdım, unuttun mu? Rengarenk Acılar’dan bahsediyorum Mine.” Efe bu cümleyi kurar kurmaz gözlerim arabanın saatine kaydı. Saat 15.46’ydı.

Not edin, 5 Eylül 15.46 : hayatımın en utanç verici anını yaşadığım andı bu. Nasıl unutmuştum bunu? Şarkıyı benim için yazmıştı, ne aptaldım! Şimdi ne yapmalıydım? Kahkaha atıp “Nasıl şaka yaptım ama!” desem çok mu saçma olurdu?

Çok saçma olur, geç...

“Doğru ya, kusura bakma. Unutmuşum...”

“Sorun değil. Çok defa senin için şarkı yazılmış olmalı, böyle bir şeyi unuttuğuna göre... Sevindim senin adına, güzel bir aşk hayatın olmuş olmalı.” Bu sefer bozulan Efe’ydi. Gülümseyerek başımı kaldırdım.

“Bu zamana kadar sadece bir sevgilim oldu, onun da benim için yaptığı en büyük şey kaldığım yurda gelirken kendine aldığı meyve suyundan bir tane de bana almaktı.” Efe kaşlarını kaldırdı.

“Sadece bir sevgili mi?” diye sordu.

“Evet, senin koleksiyonun var galiba?” Bozulma sırası bendeydi.

“İç açıcı bir geçmişim olduğunu söylemiyorum, ama hiç aşık olmadığımı söyleyebilirim.” dedi.

“Neyse ya, kapatalım bu konuyu. Biraz camı açayım...” Camı açtım ve başımı dışarı doğru çevirip derin bir nefes aldım. Uzun süreli bir sessizlik oldu. Araba No 26 yazısının önünde durana kadar tek kelime etmedik. Konuştuğumuz konulardaki bir takım cümleler ikimizin de sinirlerini bozmuştu belli ki. Birlikte arabadan indik, hiç konuşmadan binaya girdik ve yine hiç konuşmadan merdivenlere yöneldik. Benim katıma geldiğimizde ise birbirimize doğru döndük.

“O zaman... Görüşürüz, annenin durumunu bana haber ver, merak ederim.” diye mırıldandım.

“Görüşürüz Mine, eğer yine kötü hissedersen aramaktan çekinme.”

“Tamamdır. Şimdiden iyi geceler.”

“İyi geceler Mine. Küpelerin güzelmiş...” dedi ve merdivenlere yöneldi. Efe merdivenleri çıkarken ben de evimin kapısına doğru yöneldim ama aklım Efe’nin kurduğu cümlede kalmıştı.

“Küpelerim mi güzel?” diye mırıldanarak hızla eve girdim, “Hangi küpeyi takmıştım ki ben?” Koşar adım banyoya geçtim ve aynanın karşısına geçip kulağımdaki dikkat çekici yeşil küpelere baktım.

Küpelerin cidden güzel, Yeşil Küpeli Kız....

İç Ses bana imalı bir laf sokarken içime büyük bir endişe düşmüştü. Neden böyle bir şey söylemişti ki? Sabah “Mor renk yakışmış.” demesi gibi basit bir cümle miydi yoksa Efe bir şeyler mi biliyordu? Banyonun içinde endişeden delirdiğim birkaç dakika geçirdikten sonra duşa girdim. Bir şeyler biliyor olsaydı bunu böyle üstü kapalı bir şekilde söylemezdi. Değil mi? Üstüne düşünmemeliydim. Banyodan çıkıp üzerime rahat bir şeyler giydim ve canımın deli gibi kek çekmesiyle sipariş vermek yerine kek yapmaya karar verdim. Bilgisayarımı açıp kek tarifleri arasında gezinmeye başladım. Havuçlu tarçınlı kek tariflerinden birini seçip tarifi yapmaya başladım. Bir yandan da Efe’nin şarkılarını dinliyordum.

Sesini kıssak mı, duyup gururu okşanmasın?

Şu an ülkede her evde onun şarkıları çalıyor, İç Ses. Boşver, duysun...

Keki yapıp fırına atmıştım ki telefonum titredi. Efe’den gelen mesajı gülerek okumaya başladım.

“Kimin şarkısı bu? Güzelmiş.” Gülerek cevap yazmaya başladım.

“Senin:)”

Gerçekten bunu yazmadın, değil mi Mine?

Gerçekten yazdım İç Ses. Maalesef.

Yazdığım mesajın salaklığına bakar mısınız? Çocuk bana espri yapıyor, “Kimin şarkısı bu?” diye soruyor ben de aynen şöyle diyorum : SENİN! Tam o an üst kattan duyduğum kahkaha sesiyle başımı yukarı doğru çevirdim. Benim mesajıma gülüyor olamazdı, değil mi? Umarım benim mesajıma gülmüyordur.

“Güzel yapmışım.”

Efe’nin cevabı gelir gelmez kendimi utanarak koltuğa attım. Yastıkların arasında öylece yatıp tavanı izlerken ve Efe’nin şarkılarını dinlerken uyuyakalmışım. Fırının alarmıyla uyandım. Gözlerimi açar açmaz fırına doğru koştum. Keki aceleyle fırından çıkardım ve yanmadığını görünce rahat bir nefes aldım. Keki soğumaya bırakıp üzerime bir hırka almak için içeri girdim. Gözlerim dolabımdaki hırkalar arasında gezinirken Efe’nin bu sabah bana kurduğu cümleyi hatırladım “Mor çok yakışmış.”

Mor hırkamı aldım ve üzerime geçirdim. Yüzümde salak bir gülümsemeyle içeriye geçip yaptığım kekten birkaç dilim kesip bir tabağa koydum ve tabağı elime alıp evimden çıktım. Merdivenleri yine aynı salak sırıtışla çıktıktan sonra Efe’nin kapısının önünde durdum. Saçlarımı düzeltip kapıyı çaldım. Kapı ben çalar çalmaz açıldı. Kapıya umutla baktığım an gözlerim sarı saçlı uzun boylu güzeller güzeli bir kadınla karşı karşıya kaldı. Karşısında küçücük, basit ve sıradan kalmış bir halde ona bakakaldım.

“Merhaba,” dedim çaresizce, “Efe yok mu?”

“Efe balkonda, misafirleriyle ilgileniyor.”

“Siz?” dedim umutsuzca, içimden Allah’a yalvara yalvara sordum.

“Ben sevgilisiyim.”

Duyduğum cümle karşısında elimdeki tabak ellerimin arasından kayıp düşerken kendimi merdivenlerde buldum. Tek hatırladığım koşarak merdivenleri indiğim ve kendimi eve atıp kapıyı kapatıp şaşkınlıkla karşımda duran aynaya bakakaldığımdı.

“Bu ne şimdi?” deyiverdim şok içinde.

Efe’nin bir sevgilisi mi vardı? Varsa bunu neden benden saklamıştı? Yoksa bana gösterdiği gibi, tahmin ettiğim gibi biri değil miydi? Yaşadığım şokla birlikte kapının hemen önüne eğilip yere oturdum ve başımı dizlerimin üzerine koydum. İçimde dolaşan hayal kırıklığı hissi bana kimseye güvenmemem gerektiğini hatırlatırken yapayalnız olduğumu hatırladım. Kimin bana ilaç olacağını düşünsem o benim yaram oldu.