7.Bölüm : Sesimi Duyan Var mı?
.png)
7.Bölüm : Sesimi Duyan Var mı?
“Hades Persephone’yi yeraltı dünyasına kaçırdığında
yeryüzünün baharı da gitti yaşayanların elinden.
Persephone yeryüzüne adım attığında açan çiçekler,
o yeraltına döndüğünde solardı.
O yeryüzüne çıktığında yaz gelirken,
yeraltına indiğinde kış gelirdi.
Persephone yeryüzünün baharıydı.
Gitmesi kış demekti.”
Bu bölüm 3 yaşında olmasına rağmen tam 65 saat boyunca bir enkazın altında aç, susuz, karanlıkta, ne olduğunun bile farkında olmadan, tek başına bekleyen, sadece bekleyen ve hayatta kalan, arama kurtarma ekipleri öldüğünü sanıp üzerini örtmek için battaniye getirirken gözlerini açıp onlara gülümseyen ve içlerinden birinin parmağını tutup ambulansa kadar hiç bırakmayan Elif’e gelsin.
Bu bölüm 14 yaşında tam 58 saat boyunca o karanlıkta beklemiş, hayatta kalmış, kardeşinin acısını yaşamış, kim bilir aklından neler geçmiş ama hiç pes etmemiş ve tüm bunları muhteşem bir güçle göğüsleyip sadece kurtarılmayı beklemiş İdil’e gelsin.
Bu bölüm 16 yaşında 17 saat boyunca enkazda kalmış, daha oradan çıkarılmadan onu kurtarmaya çalışan ekiplere “Ben keman çalıyorum, yaralarım iyileşir mi?” diye soran İnci’ye gelsin.
Bu bölüm Günay’a, Buse’ye, Ares’e, kurtarılmış ve kurtarılmayı bekleyen herkese gelsin...
İpek’e, Eda’ya, Mert’e, Ateş’e ve kaybettiğimiz herkese...
Elif’in elinin o parmağı tutuşu gibi tutunalım hayata, İnci’nin keman çalmaya olan tutkusuyla ve İdil’in gücüyle.
Her zaman umut vardır, hiç umut kalmadığında bile...
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Ben 889, Kumru Sonat.
Buradayım, enkaz altında.
Sesimi duyan var mı?
Ellerimizde şemsiyelerle yürüdüğümüz bu yol sonsuzluğa uzanırcasına uzun gelmişti. Peki sonsuzluk neydi? Sonsuzluk zaman kavramının ortadan kalkması mıydı? Yoksa zamanın senin için durması mıydı? Peki hiç zamanın senin için durduğunu hissettin mi?
Ben çok hissettim.
Başımı her kaldırdığımda gördüğüm şeyin şemsiyemin karanlığı olması hayatımın fragmanını izlemek gibiydi. Karanlık olan her şey hayatıma benziyordu. Şemsiyenin siyah tonu bana kendimi gösteriyordu sanki. İçinde bulunduğumuz bu enkaz, bizi karartan bu şemsiyeler, içimdeki boşluk, zamanımın durduğu hissi, hepsi öylesine tanıdıktı ki sanki zaten hayatım boyunca verdiğim mücadelenin devamını yaşıyordum.
Sanki çark dönmüyordu, dişliler birbirine değip akmıyordu, akrep ve yelkovan birbirini takip etmiyordu, zaman ilerlemiyordu, hayat akmıyordu. Sanki hayat yolumdaki taşlar hep pürüzlüydü, her şey ben ilerlerken canımı yakmak üzerine kurgulanmıştı, üzerinden geçtiğim yollar beni yaralıyordu, bana giden yollar hep kapalıydı. Hayatım bana bunu neden yapıyordu?
Sanki bu dünyaya incitilmek için gelmiştim, yok sayılmak için, görmezden gelinmek için gelmiştim. Israrla ve inatla gülüyordum. Israrla ve inatla ayakta kalıyordum. Hayat beni görmezden geldikçe ben ısrarla ve inatla onun önüne atlıyordum...
Uzun süredir yoldaydık, tek yaptığımız sessizce ilerlemekti ve tek yaptığım kafamın içinde bir kendimi bir hayatımı yerden yere vurmaktı.
“Kumru, iyi misin?” dedi Eren’in sesi, “Düşüncelisin.”
“Düşünceliyim.” dedim sessizce. Başka hiçbir şey sormadı. Beni kendi halime bıraktı.
Başımı kaldırdığım her an gördüğüm tek görüntü kenarlarından su damlaları akan şemsiyemin görüntüsüydü. Bu görüntü beni bambaşka bir zamana götürdü. Küçücük bir çocukken dedemin ölüm haberini aldığım anı hatırlıyordum. Çocuklarına birer ev bırakmıştı. Uzunca da bir mektup kalmıştı ondan geriye... Mektuba dair hatırladığım tek kısım mektubun son satırlarıydı.
“Ve şemsiyemi Kumru’ma bırakıyorum. O çok istediği şemsiyem artık onun. Umarım beni hayatım boyunca koruyan eski dostum onu benden daha iyi korur. Kumru’m, güzel kızım, hayatın boyunca hiç korkma. Sen sadece akışa güven.”
Bu cümleyi yıllarca düşünmüştüm. Hayatın akışına güvenmiştim. Hayat benim için ilerlemiyordu, hayat tek başına ilerliyor ve beni de peşinde sürüklüyordu. Dedemin bir şemsiyesi vardı, yanından hiç ayırmazdı. “Hayat bu. Ne zaman yağmura yakalanacağını bilemezsin...” derdi. Çok küçüktüm, teyzemin makyaj malzemeleri nasıl ilgimi çekiyorsa dedemin şemsiyesi daha çok ilgimi çekerdi. Bazen şemsiyesini alıp bahçeye kaçar, yağmurun altında elimde dedemin şemsiyesi ile koşturur dururdum. Beni gülerek izlerdi ve gelip şemsiyesini alırdı. “Bazı eşyalar özeldir,” derdi ve şemsiyesinin bastonunda yazılı ismini gösterirdi : “Akman Sonat.”
Ne kadar istersem isteyeyim bana o şemsiyeyi hiç vermedi. Ta ki ölene kadar... O şemsiye dedemin bana tek mirasıydı ve ben onu asla kullanmadım. Çünkü onun dediği gibi, bazı eşyalar özeldir ve benim tek görevim onu saklamaktı... Sadece şemsiyeyi değil, onun bir cümlesini de hep aklımın bir köşesinde saklardım, “Her zaman umut vardır. Hiç umut kalmadığında bile.”
Saatler boyunca yürüdüğümüz yolda tek aradığımız su sızıntısının duracağı herhangi bir noktaydı. Ne kadar yol alırsak alalım, kaç adım atarsak adalım su sızıntısı durmuyordu. Zaman zaman azalıyordu, zaman zaman normale dönüyordu ama asla artmıyor ve durmuyordu.
“Ne yapacağız?” dedi Nisan sızlanarak.
“Çok fazla yürüdük. Sanırım artık geri dönemeyiz.” dedi Bulut.
“Üçüncü eve yaklaşmış olmalıyız, geceyi orada geçireceğiz. Geri dönmemiz saçmalık olur.” diye açıkladı Uraz.
“Dur bir dakika.” dedi Bulut, “Geçireceğiz derken, buna sen mi karar verdin?”
Yolun ortasında durduk. Ellerimizde şemsiyeler, her yerimiz sırılsıklam bir halde Uraz’ın Bulut’a cevap vermesini bekliyorduk. Bulut’un sorduğu soru saçmalık sınırlarını zorluyordu. Tabi ki geri dönemezdik.
“Hesabıma göre geride bıraktığımız evden sonra yaklaşık on üç kilometre yürüdük. Önümüzdeki eve ulaşmamıza iki kilometre kadar yolumuz kalmış olmalı. Ben on üç kilometre yolu geri yürümeyi değil kalan iki kilometre yolu yürüyüp sıradaki eve ulaşmayı tercih ediyorum. Geri dönmek istersen dönebilirsin, hadi eyvallah.”
Uraz önüne dönün yola kaldığı yerden devam ederken sessizce konuştum.
“Aynı fikirdeyim...”
Bulut’un önünden geçip Uraz’ın peşine takıldığımda Eren ve Nisan da bizimle birliktelerdi. Bulut ise sesini çıkarmadan peşimize takılmıştı.
“Gider gitmez bir makarna iyi olmaz mı?” dedi Eren keyifle.
“Gider gitmez bir uyku iyi olmaz mı?” dedim ama bu fikir Eren tarafından onaylanacak bir fikir değildi.
“Önce yemek, sonra uyku. Umarım hepiniz duymuşsunuzdur.”
“Ama bu şekilde kilo alacağız...” diye mırıldandı Nisan.
“Her gün on beşer kilometre yürüdüğümüz halde mi?” dediğimde ikisi de gülmeye başladı.
“O zaman ikişer tabak makarna!” dedi Eren kahkahalarla.
Derdimiz nerede kalacak olmamız değildi, derdimiz içinde bulunduğumuz durumdu. Artık neyin içine düştüğümüzden bile emin değildik. Kendi adıma en istediğim şey bir an önce kuru giysiler giyip önce yorganımın altına girmek ve yaşadığım son saatlerin yorgunluğu ile uyuyakalmaktı. Eve girer girmez hepimizin ilk olarak yaptığı şey duş almak için odalarımıza gitmekti. Fakat Eren bundan önce ocağa makarnanın suyunu koymuştu. Odama doğru yürürken onun ocağa doğru yürüdüğünü görmek beni duygulandırmıştı.
Burası üçüncü evdi. Çekmecesindeki defterlerine, kitaplarına kadar her şey birinci ve ikinci ev ile aynıydı. Duş aldıktan ve üzerimi değiştirdikten sonra mutfağa geçmeden önce birkaç dakika kadar yatağımda oturdum. Gözlerim masanın üzerinde duran kitaplardaydı. Kitaplar da evler değiştikçe değişmiyor, aynı kalıyordu. Ayağa kalkıp masada duran kitaplardan birini elime aldım ve rastgele bir sayfa açtım.
“Değişen tek şey sensin.”
Gözlerimin önüne gelen bu cümle kaşlarımı çatmama sebep oldu. Sanki direkt olarak bana söylenmiş, bana ifade edilmiş gibiydi.
“Kumru, yemek hazır!”
Eren’in içeriden gelen sesiyle kitabın o sayfasının kenarını kıvırıp kapağını kapattım ve kitabı masaya bırakıp odamın kapısına doğru yürüdüm. Eren tam bir anneye dönüşmüştü. Üzerine bir önlük giymiş, gözlerindeki kemik gözlükleriyle ve elindeki kepçeyle tabaklara makarna dolduruyordu. Fakat önünde üç tabak vardı.
“Neden üç tabak?” diye sordum merakla.
“Uraz ve Bulut beyler aç değilmiş.” diye mırıldandı. O sırada Nisan odasında saçlarına fön çekiyordu. On dakikadır kesilmeyen fön makinesi sesi bundandı.
“Ama çok yürüdük...” dedim, “Aç olmalılar.”
“Değillermiş.” dedi Eren gözlerini devirerek, sonra bana doğru yaklaşıp fısıldadı, “Araları çok gergin. Yan yana gelmek istemiyor olabilirler.”
“Salak mı bunlar?” dedim öfkeyle, “Bu erkekler neden böyle? Geleli sadece iki gün oldu ve hemen gergin bir ortam yarattılar!”
“Erkekler işte.” dedi Eren omuz silkerek, “Hepsi salak.”
Yüzündeki öfkeli ifadeye bakıp gülmeye başladım.
“Ben hariç.” diye ekledi ve göz kırptı. Tabakları alıp masaya geçtiğimizde Nisan odasından çıkmış gülümseyerek bize doğru yürüyordu.
“Neredeler?” diye sordu merakla.
“Aç değillermiş.” diye yanıtladı Eren.
Kısa bir sessizlik içinde yemeğimizi yedikten sonra Eren fısıltıyla konuşmaya başladı.
“Aramızda kalsın ama bence Bulut geldiğine pişman.” dedi sessizce. Ben de aynı şekilde fısıldayarak cevapladım,
“Aramızda kalsın dediğin iyi oldu, bunların bir televizyon kanalında yayınlanıyor olması dışında bir problem yok.” dedim sessizce.
Nisan’la göz göze gelip gülmeye başladığımız an Eren başını tavana çevirdi. Sanırım yine kamerayla konuşacaktı.
“Şakaydı.” dedi nerede olduğunu bilmediğimiz kameralara ve elini kaldırdı, “Anne, baba, selamlar!” diye mırıldandı gülümseyerek. Sonra bize döndü ve konuşmaya devam etti.
“Bunun bir yolunu bulmamız lazım.” dedi sıkıntılı bir ses tonuyla.
“Neyin?” diye sordum endişeyle.
“Dedikodu yapmanın.”
Tam o sırada Eren’in cevabına gülen Nisan’ın içtiği suyun genzine kaçması ile birlikte beş dakikalık bir kaos ortamı yaşadık. Nisan bu olayla bile aşırı telaş yapınca Eren ve ben ufak bir kurtarma operasyonu gerçekleştirmek zorunda kaldık diyebilirim. Sadece başını yukarı kaldırmasını ve biraz daha su içmesini söylemiş olsak bile bunların Nisan’ın gözünde kalp masajından farkı yoktu.
“Az kalsın ölüyordum!” dedi nefes nefese.
“Evet,” dedim sakin bir sesle, “Neredeyse ölüyordun.”
Aslında bakarsanız en başında ön yargıyla yaklaşmış olsam da sanırım Nisan’ı sevmeye başlamıştım. Benim gibi değildi, benden çok farklıydı. Buna rağmen içindeki iyiyi görebiliyordum. Çok saftı, biraz egoist biraz da salaktı ama gözlerine baktığınızda içinde kötüye dair pek de bir şey olmadığını görebiliyordunuz.
Gülüşerek ve sohbet ederek yemek yedikten ve bulaşıkları makineye yerleştirdikten sonra Nisan migren ağrısı başladığı için odasına geçti. Eren ise bir anda “Tatlı yapmayı özledim.” diyerek mutfak tezgahının başına geçti.
“Sen ne yapacaksın?” diye sordu ben su ısıtıcısını açtığımda.
“Kahve yapıp kapıda oturacağım. Biraz düşünmek istiyorum.” Bana bakıp gülümsedi.
“Çok seviyorsun değil mi?”
“Neyi?”
“Yalnız kalmayı, kafanın içini dinlemeyi... Sen o tiplerdensin. Kendilerine hep yalnız kalabilecekleri köşeler arayan, başkalarına ayırdıkları vakitten çok kendine vakit ayıranlardan.” Başımı salladım.
“Sen de bütün insanları tanıyan o tiplerdensin, değil mi?” dedim gülerek. Ufak bir kahkaha attı.
“Ben yıllardır her gün yüzlerce insana yemek hazırlıyor, servis ediyor, sohbet ediyorum. Tanımadığım insan türü kalmadı.”
O sırada Eren dolapta tatlı için malzemeler ararken ben kahvemi yapıyordum. Eren elindeki süt ve meyveleri tezgaha taşırken ben kahvemi aldım ve ona doğru döndüm.
“Ben kapıdayım.” dedim.
“Soran olursa söylerim.” deyip göz kırptı.
“Beni kimse sormaz.” diyerek gülümsedim ve kapıya doğru ilerledim.
Evden çıkıp bahçeye inen basamaklardan birine oturdum. Basamaklar ıslaktı ve bu benim umrumda değildi. Gözlerim umutsuzca önümüzden geçen ağaçlı yola baktı. Yukarıdan akan su damlaları bana giderek daha da korkutucu geliyordu. Gözlerim uzun uzun yukarıdan aşağı yolculuk eden su damlalarını izledi. Dünyanın en kısa yolculuğu düşmekti. Zirvede başlayıp dipte biten bir yolculuk...
Bir anlığına ne hissettiğini sorgulamak istedim, içimdeki garip hissin adını koymak istedim. Acı mıydı bu? Üzüntü müydü? Korku mu? Söylesene, bu his de neyin nesi 889? Gözlerimi kapattığım birkaç saniye boyunca odamdaki masadan aldığım ve rastgle bir sayfasını açtığım o kitabın karşıma çıkan rastgele cümlesini düşündüm.
“Değişen tek şey sensin.” Fısıldayarak tekrar ettim.
“Değişen tek şey sensin...”
Elim kalbimin üzerine denk gelen 889 yazılı rozetimdeydi. Birinci ev, ikinci ev, üçüncü ev her şeyiyle aynı değildi. Bizler de o evlere aittik ve bizler sürekli değişiyorduk. Birinci eve adımını atan Kumru ve şu an üçüncü evin merdivenlerinde oturan Kumru bile aynı kişiler değildi. Her saniye 889’a daha çok dönüşüyordum, her saniye daha çok 889 oluyordum.
“Selam.” Arkamdan gelen tok sesi duyduğum an gözlerimi açtım. Bu Uraz’dı.
“Merhaba. Uyumuyor muydun?” diye sordum ona doğru döndüğümde. Birkaç adım atıp yanıma geldi ve oturduğum merdiven basamağına oturdu.
“Uyuyamadım.” dedi.
“Neden, bir sorun mu var?”
“Hayat komple sorun.” dedi duygusuz bir ses tonuyla. Halbuki o duygusuz ses tonu bana içindeki bütün duyguları gösteriyordu.
“Abin mi? Yani... Onu mu düşünüyorsun?”
“Bunu konuşmak istemiyorum.” dedi konuyu savuşturup kendinden uzaklaştırır gibi.
“Anladım...”
“Sen neden uyumadın?”
“İç sıkıntısı.” dedim sessizce, “Bir anda durup dururken İMDAT diye bağırmak istiyorum. Öyle bir iç sıkıntısı...”
Uraz yüzüme uzun uzun baktı ve istemsizce gülümsedi.
“Bağırsana.” dedi.
“İMDAT diye mi?”
“Evet.” dediğinde hala gülümsüyordu. Kıkırdadım ve başımı önüme eğdim.
“Belki bir gün...” dedim, “Şimdi değil.”
“Benden mi utanıyorsun?” diye sorduğunda yüzü o kadar çekici görünüyordu ki yüzünü görmemek için başımı önüme çevirdim.
“Bunu konuşmak istemiyorum.” dedim onun az önceki cümlesine atıfta bulunarak. Gülümseyişi önce büyüdü, sonra başını önümüzdeki yola doğru çevirdi ve sıkıntılı bir iç çekti.
“İçimde kötü bir his var.” diye mırıldandım, “Önümüzde görünen şey hiç de bir yarışma platosunu andırmıyor, bana daha çok kaosu çağrıştırıyor.”
Oysa Uraz’ın aklı bambaşka bir yerdeydi.
“Sen dans eğitimi mi alıyordun?” diye sordu bir anda.
“Evet, size anlattığım gibi. Dans kursuna gidiyordum, yetenek sınavlarına hazırlanıyordum...” Başını salladı.
“İkimiz de sanatçıyız yani.” dedi gözleri uzak bir noktayı izlerken, “Benimki dövüş sanatları olsa da...” Yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.
“Aynen öyle, ikimiz de sanatçıyız.” derken yüzündeki o buruk ve belli belirsiz gülümsemeyi izlediğimi fark ettim. Kafamın içinde yine o Japon animesinden alınıp mizah sayfalarında dolaşan espri kalıbı belirdi.
“Lütfen bu kadar güzel gülme Uraz adam, başımı döndürüyorsun!” Bunu neredeyse dışımdan söyleyecektim! Bu cümle kalıbı içimde en son belirdiğinde otobüsten iniyordum ve otobüs şoförüne neredeyse “şoför adam” diyecektim. İlginç bir bilinçaltım vardı.
Kısa bir sessizliğin sonunda içimdeki sıkıntıya daha fazla dayanamayıp ayağa kalktım. Merdiven basamaklarını inip basamakların sonunda öylece durdum. Uraz oturmuş beni izliyordu.
“İkinci günümüzün sonunda, üçüncü evimizdeyiz ve ben kendimi gerçekten bir enkaz altında gibi hissediyorum. Bu normal mi?”
Uraz’ın önüne doğru eğilmiş, kollarını dizlerine dayamış ve ellerini birleştirmiş bir şekilde beni izliyordu. Sonra başını kaldırdı.
“Yarın sabah hala böyle hissetmeye devam edersek hoş şeyler olmayacak.” dedi, sanki bu cümleyi birilerine iletir gibi.
“Onları tehdit mi ediyorsun?” dedim gülümseyerek.
“Onları tehdit ediyorum.” dedi ve ciddiydi.
“Haklısın.” dedim gözlerinin içine bakarak, “Bize böyle söylenmedi. Hiçbir şey böyle anlatılmadı.”
Uraz da ben de içinde bulunduğumuz durumun garipliğinin farkındaydık. Diğerleri bunların bir kurgu olması ihtimaline çok daha yakında, özellikle Bulut. Tüm bu yaşananları bu kadar kafaya takan sadece ben ve Uraz’dık. Fakat bunu en çok dile getiren bendim. Uraz’a döndüm, gözlerinde kafasından geçen binlerce teori olduğunu görebiliyordum.
“Kafandan geçenleri söylemekte bile temkinlisin, değil mi?” diye sordum.
“Temkin.” dedi, “Güzel kelime. Baştan sona yürüyen bir temkin parçasıyım...”
Derin bir nefes aldım. O kadar bunalmış hissediyordum ki tam şu an koşmaya başlayıp hiç durmadan saatlerce koşmak ve bu saçma yerin çıkışına ulaşmak istiyordum.
“Odama gitsem iyi olacak.” dedim sessizce.
“Neden?” deyiverdi beklemediği bir anda, sonra devam etti, “Tabi. İyi geceler.”
Neden diye sormak onun hazırlıksız yakalandığı bir şeydi, fark etti ve sorusunu geri aldı. Başımı salladım.
“İyi geceler 533.”
Yanından geçtim ve mutfakta tatlı yapan Eren’e de iyi geceler diledikten sonra odama doğru ilerledim. Hayatımda hiç bu kadar kafayı yiyecek gibi hissetmemiştim. Sanki bir anda bir nevi kapalı alan fobisi yaşamaya başlamıştım. Bahçede oturmuş dışarıyı izlerken her yanımızın kapalı olması, yukarıdan akan su damlaları ve kimseyle iletişim kuramıyor olduğumuzu düşününce aklımı kaçıracak gibi hissetmiştim. Odama gidip kendimi yatağıma attım. Sonra nefes alamadığımı hissettim. Bu gerçekten de tam bir kapalı alan fobisiydi! Ayağa kalkıp penceremi ve perdemi sonuna kadar açtım. Elim boğazımda, nefes almaya çalıştım. Yaklaşık yarım saat boyunca pencerenin önünde durdum, sakinleşmeye çalışıyordum. Sonra birden bir şey oldu, bir yerden bir anons sesi gelmeye başladı.
“Sevgili Enkaz Altındakiler. İkinci gecenizin sonundan, üçüncü gününüzün başlangıcından merhaba.”
Başımı öne doğru eğdiğimde herkesin odalarının camlarında olduğunu gördüm. Uraz, Bulut, Nisan, Eren, her birimiz odalarımızın camlarında bu sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyorduk.
“Köşede hoparlörler var.” dedi Bulut elini uzatarak. Karanlıkta çok belli olmasa da ses oradan geliyor gibiydi.
“Öncelikle sizden numaralarınızı söyleyip, ‘Burada’ demenizi rica edeceğim. Bir yoklama sahnesi, öyle düşünün.”
İki günün sonunda bir başkasının sesini duymak bana iyi gelmişti, bir an için buraya terk edildiğimizi düşünmeye başlamıştım.
“747, burada.” diye başladı Eren.
“533 burada.”
“482 burada.”
“356 burada.”
Ve sonra ben söyledim o mucizevi üç rakamı...
“889 burada.”
“Sevgili Enkaz Altındakiler, teşekkür eder ve iyi geceler dileriz. Duvar yazılarımızı unutmayın, ‘Her zaman, her yerde, basit düşün evrende.”
Ve ses sustu.
Ses sustuğunda hayal kırıklığı içinde karanlık boşluğa baktım kaldım. Bu kadar mıydı? Tüm bu cümlelerin hiçbir anlamı yoktu, ihtiyacımız olan şey yoklama ve iyi geceler dilekleri değildi, bir açıklamaydı.
“Dalga mı geçiyorsunuz?” dedi Uraz öfkeyle, “S*ktiğimin platosu suyla dolmaya başladı, tek yaptığınız yoklama alıp iyi geceler demek mi? Yoklamanızı da, iyi gecelerinizi de tek tek s*keyim!”
“Bir açıklama yapmayacak mısınız?” dedi Nisan korkuyla.
“Bu kadar mı yani? Dalga geçer gibi yoklama alıp gidiyor musunuz?” dedi Bulut, onu ilk defa durum için bu kadar endişelenmiş görüyordum.
“Duymuyor musunuz bizi!” diye bağırdı Eren öfkeyle, “Bizi duyan yok mu?!”
Belki de en büyük çaresizlik buydu, bağırışlarının duyulmaması...
Yan pencerelerden gelen söylenme sesleri eşliğinde gözlerim umutsuz bir korkuyla yukarıdaki ay görüntüsüne döndü. Etrafımızı saran her şeyin sahteliğinin korkutuculuğuyla başımı önüme eğdim. Altıncı hissimin bana söyledikleri bir yana dursun, ellerimin nasıl titrediğini bir ben biliyordum.
Yer altındaki karanlık bir platonun içine kurulmuş evlerin birinde pencerelerimizde durmuş umutsuzca ve korkuyla önümüzdeki karanlık boşluğa bakıyorduk.
“Biz kendimizi neyin içine attık?” dedim korkuyla. Sesim titriyordu. Kendimizi neyin içine attığımızın, neye dahil olduğumuzun farkında bile değildik. Bir şeyler bilmek zorundaydık ve sanki cevaplar zaten bizimleydi. Gözlerim ardımda bıraktığım çalışma masamın üzerine döndü.
“Kitaplar...” dedim kendi kendime, “İsimlerini daha önce hiç duymadığım kitaplar...”
“Ne kitapları? Kumru?” Eren’in sesini duymama rağmen kendimi odamın içinde buldum.
Belki delice bir düşünceydi ama sanki aradığımız cevaplar bu kitapların içindeydi, kapakları tek türdü, isimleri hiç duyulmamıştı. Bir şeyler yapmak zorundaydık, etrafımızı saran bu yerin ne olduğunu bilmeden buradan çıkamazdık.
İçimdeki sıkışıp kalmışlık hissi tüm bedenimi sararken kitaplara doğru bir adım attım ve o an kapımın çaldığını duydum.
“Girebilirsiniz.” diye seslendiğimde kapı açılmadı, Uraz’ın sesini duydum.
“Beş dakika sonra, salonda.” dedi tok bir sesle, “Toplantı yapmamız gerek. Gelirken herkesi getir. Ben su sızıntılarını kontrol edip geliyorum.”
“Tamam.”
Uraz gider gitmez elime masamdaki bütün kitapları topladım ve salonun yolunu tuttum. Salonun büyük masasına yaklaştığımda elindeki şemsiyeyle dışarıda ilerleyen Uraz’ı görebiliyordum. Eren’in, Bulut’un ve Nisan’ın kapılarını çaldım.
“Masanızda ne var ne yoksa alın, salona gelin.” dedim, “Toplantı yapmamız gerek.”
Uzun koridoru umutsuzca yürürken bir saniyeliğine gözlerimi kapattım. Gözlerime gelen tek görüntü dedemin miras mektubundaki o cümlelerdi.
“Ve şemsiyemi Kumru’ma bırakıyorum. O çok istediği şemsiyem artık onun. Umarım beni hayatım boyunca koruyan eski dostum onu benden daha iyi korur. Kumru’m, güzel kızım, hayatın boyunca hiç korkma. Sen sadece akışa güven.”
“Sen sadece akışa güven...”
“Akışa güven...”
Gözlerimi açtım ve olduğum yerde durdum. Hayatın akışı beni nereye götürüyordu bilmiyordum ama dedem hayatını kaybettiği ilk zamanlarda her gece onun için dualar eder ve ona sözler verirdim. Ona tavsiyelerini dinleyeceğimi ve akışa güveneceğimi anlatırdım. Şimdi sözümden dönemezdim. Akışa güvenecektim.
Hayatın beni götüreceği her bir kıyıya, çıkaracağı her bir sokağa, taşıyacağı her bir limana hazırdım.
Beni bekleyen fırtınalara, beni arayan kötülüklere, onları çözmemi bekleyen düğümlerin ellerimi bulmasına hazırdım.
Hayata hazırdım.
Şemsiyem elimde, akışa hazırdım.
(Yazarın Anlatımıyla)
Doktor Beste Karman yıllardır içinde bulunduğu, orada yetiştiği, her şeyi öğrendiği, evinden çok vakit ayırdığı Dota Hastanesi’nin yoğun bakım bölümüne giden koridorlarda yürürken bir hemşirenin koşarak kendisine doğru geldiğini gördü.
“Ne oldu?” diye sordu merakla, günlerdir kontrollerini yaptığı hastalarından birine bir şey olmuş olmasından endişe etmişti.
“Doktor Hanım,” dedi hemşire heyecanla, “Uyandı.”
“Kim?” dedi Beste, “Kim uyandı?”
Hemşirenin aralanan dudakları Doktor Beste Karman’ın aklından hiç geçmeyen bir ismi fısıldadı.
“Araz Kayalar.” dedi hemşire.
Doktor şaşkınlık ve telaş içinde Araz’ın odasına doğru koşarken hemşireye başhekimi çağırmasını söyledi. Odanın kapısından içeri girdiğinde Araz’ı kıpırdamaya, gözlerini açıp kapamaya ve konuşmaya çalışırken gördü.
“Merhaba,” dedi, “Günaydın. Uzun bir uyku oldu. Kendinizi zorlamayın, kendinize gelmeniz birkaç gün sürecektir... Şimdi değerlerinize bakacağız, detaylı bir muayene yapacağız.” Doktor Beste bir yandan Araz’ın göz kapaklarını açıp göz bebeklerini incelerken bir yandan konuşuyordu. Tam o an Araz tüm gücüyle dudaklarını araladı ve tek bir cümle kurdu.
“Uraz nerede?” dedi. Doktor Beste bunu normal bir soru olarak algılayıp dosyasına notlar alırken sessizce yanıtladı.
“Bilmiyorum. Buralarda yok... Bir süredir.”
Araz konuşmakta o kadar zorlanıyordu ki “Bir süredir buralarda yok da ne demek?” diyemiyordu, kıpırdayamıyordu, uzun ve karışık cümleler kurabilecek bir halde değildi. Dudaklarını bir kez daha zar zor araladı ve konuştu.
“Uraz nerede?” dedi bir kez daha, “Kardeşim nerede?!”
Sesindeki korku ve öfkenin harmanı Doktor Beste’yi bile korkutmuştu. Araz’ın bildiği tek bir şey vardı, kaç gündür veya kaç aydır uyuyor olursa olsun Uraz onu asla bırakmazdı, yanından asla ayrılmazdı. İçindeki hisler, uykusunda gördüğü korkunç bilinçaltı rüyaları ve odadaki derin sessizlik Araz’ı öylesine korkutmuştu ki yapmak istediği tek şey üzerine bağlı olan her şeyi söküp atmak ve buradan çıkmaktı.
Aklında tek bir soru vardı.
Uraz neredeydi?