7. Bölüm: Kapan

Beyza Alkoç

“Tesadüfen denizlerin altında
Bir yıldıza rastlarsan,
Ona söyle;
Tesadüfen yaşıyor.”
Bölüm Müziği : BREK – Tesadüfen Hayatta

Herkes bir gün sarsılır, her güven bir noktada zedelenir ve her ilişki bir an gelir kırılıverir. Biz böyle anlara kırılma noktası deriz, bir cümle duyarsın ve o cümle seni kollarından tutup sarsar adeta. Işık kırılması gibi, içinden geçer ve dağıtır seni. Uyandırır seni birkaç kelime, kendine getirir, sallar ve bir tokat atar yüzüne. Gerçekler gözlerinin önüne birer fotoğraf gibi iner ama onlar inerken bir perde de kalkar gözlerinin önünden.

Annem ve Aziz Ata’nın ağabeyi…

Annem ve Deha Yener…

Zeren Aldan ve Deha Yener…

Karşımda durmuş, kendilerinden çok emin ve heyecanlı bir haber verir gibi gözlerimin içine bakıyorlar. “Biz evleniyoruz.” diyorlar umutla, güzel bir haber veriyorlar adeta.

Oysa uyandırıyor bu cümle beni, bunca aylık ayrılığın ardından alınan bir evlilik kararını sorguluyor zihnim, “Belki de hiç bitirmemişlerdi.” diyor kalbim ve hareketleniyor bacaklarım.

“Derin dur!”

Salondan onlara tek bir cevap bile vermeden bir hışımla çıkarken annemin arkamdan geldiğini duydum. Beni merdivenlerin başında yakaladığında gözlerim mutfağın koridora çıkan kapısından elinde bir şişe kolonya ile korku dolu gözlerle bizi izleyen Mahperi Abla’ya takıldı. Bizi bu sefer kolonya bile kurtaramazdı.

“Bırak beni anne.” dedim öfkeden dolmuş gözlerimi ondan kaçırmaya çalışarak.

“Dur, ne olur Derin! Bir dinle beni!” Annem kolumu tutmuş bana yalvarıyordu.

“Benim dinleyecek bir şeyim yok. Sen müstakbel kocanın yanına dön ve evlilik planlarına devam et. Hazırlanıp çıkacağım.”

Kolumu annemden çekip kurtardım ve merdivenlere yöneldim. Birkaç basamak çıkmıştım ki annem beni bir kez daha yakaladı. Merdivenlerin dördüncü basamağında tuttu kolumu, beni kendisine çevirdi ve elini kalbine koydu.

“Lütfen,” dedi, “Sadece dinle!” Yüzüne öfkeyle baktım.

“Anlat,” dedim, “Madrid’te devam eden ilişkinizi anlat. Bana evli olduğunu bilmediğine dair söylediğin yalanları anlat, ona en az benim kadar öfkelendiğini anlat.”

“Bilmiyordu.” Salonun kapısından gelen tekdüze ses Deha Yener’e aitti.

Başımı çevirip salonun kapısına döndüğümde takımıyla orada öylece durmuş bizi izlediğini fark ettim.  

“Deha ben hallederim.” dedi annem ama Deha Yener konuşmayı kesmedi.

“Biz annenle,” diyerek başladı anlatmaya, “Şu anki evliliğimden önce tanışmıştık aslında. Annen boşandıktan sonra… İkimiz de gençtik ve birbirimize aşık oluverdik bir anda. Ama bir şeyler yolunda gitmedi. Ailem anneni istemedi. Evlenip ayrıldığı ve bir çocuğu olduğu için ailemize göre olmadığını söylediler, bana aile içinde öyle büyük ambargolar uygulandı ki ne yapacağımı bilemedim. Çaresiz kaldım, gençtim, boyun eğdim…”

Sustum. Duyduklarım beni şaşırtsa da bana yine de hiçbir şey ifade etmiyordu bu söylenenler. Yıllar önce ne yaşandığı umurumda bile değildi. Benim derdim günümüzleydi.

“Mutsuz bir evliliğim vardı.” Deha Yener sözlerine devam ederken kendimi tutamayıp sözünü kestim,

“İki tane çocuk yaparken mutsuz değilmişsin ama!”

Annem bana dolu gözlerle bakarken Deha Yener bakışlarını kaçırıp başını yere eğdi ve konuşmaya devam etti.

“Başlarda çok denedim Hüma’yı sevmeyi. Onu hiçbir zaman üzmedim, her zaman mutlu etmeye çalıştım. Ama artık olmuyordu, aynı evde iki yabancı gibiydik… Ben böylesine bir mutsuzluk içinde yapayalnız yaşarken yıllar sonra bir kez daha annen çıktı karşıma. Onu görünce kalbimde hissettiğim o duyguyu sana anlatamam Derin. Ne anlatsam bana inanmayacaksın ama yıllarca üşümüş birinin karşısına çıkan ateşi bir düşün. Öyle işte…”

“Duygularınız, geçmişte yaşadıklarınız ya da heyecanlarınız benim umurumda bile değil.” dedim, “Siz bana yalan söylediniz ve görüşmeyi kestiğinize inandım ben. Bu adam neredeyse düne kadar evliydi anne!”

“Ve ben bunu gerçekten bilmiyordum!” dedi annem yalvarır gibi, “Yemin ederim, sen bana bunu söyleyene kadar bilmiyordum Derin! Öğrendiğim an kestim Deha ile görüşmeyi. Seni aldım gittim zaten!”

“Ama ben hep yazdım annene…” diye söze girdi Deha, “O ne telefonlarımı açtı, ne mesajlarıma döndü ama ben hep yazdım. Her şeyi anlattım. Nasıl bir mutsuzluk içinde olduğumu, yıllar önce aileme karşı çıkamadığım için nasıl büyük bir pişmanlık yaşadığımı anlatıp durdum. Ve sonra bir gün boşandığımı haber verdim annene. O ana kadar tek kelime yazmadı bana. Ne olduysa sonra oldu…”

Yutkundum. Anlattıkları hikaye bir noktada içimde bir yerlere dokunsa da ikisine de öfkeliydim, bana göre ikisi de haksızdı. Burnumu çektim, kolumu annemden kurtardım ve son kez ağzımı açtım.

“Ben duş alıp çıkacağım, Berfu ile alışverişe gideceğim. Bunları da daha fazla dinlemek istemiyorum.”

Merdivenleri hızla çıktım. Odama girip kapımı kapatır kapatmaz kilitledim ve çantamı öfkeyle yere bıraktım. Perdelerimi tamamen kapatıp odamı neredeyse karanlık bir hale getirince bir bir çıkardım kıyafetlerimi.

Odamdaki banyoya geçip duşa kabindeki musluktan sıcak suyu açtım ve su ısınmadan önce aynada bir bakıverdim kendime. Dağınık kaküllerime, kısa saçlarıma, düşünceli gözlerime…

Ne hissetmem gerektiğini bile bilmiyordum. Anlattıklarına inanmalı mıydım bunu bile bilmiyordum artık. Annemin bir başka kadının canını yakmış olması veya kalbini kırmış olması ihtimalini düşünmek istemiyordum. Bu ihtimali düşünmek bile beni utandırıyordu. Ama belki de asıl yanlış olan buydu, haberim bile olmayan çarpık bir ilişki için utanması gereken ben miydim?

Aynada kendimle bakışırken su çoktan ısınmış, ayna buhar olmuştu bile. Elimi kaldırıp işaret parmağımı aynaya doğru yaklaştırdım. Derin bir nefes aldım ve bir kalp çizdim aynanın buharına. Sonra ortasına bir çizik attım kalbin. Kırdım onu. Kırıldığım gibi…

Bizler kırgınlıklarımız kadar varız dünyada. Belki de içinde bulunduğumuz bu gezegende bizden daha çok yer kaplıyor kırgınlıklarımız.

Sıcak bir duş aldıktan sonra havluya sarınıp odama geçer geçmez telefonumu elime aldım ve Dünya Can’a bir mesaj yazdım.

“Dünyaaaaa uyandın mı? Aziz Ata’nın ev adresini verir misin bana? Sen çıktın mı yoksa orada mısın hala?”

Bugün Aziz Ata’nın evine yemeğe davetliydim ama adresi ondan istersem gelip beni almak için ısrar ederdi ve ona daha fazla yük olmak istemiyordum. Dünya Can’dan mesaj beklerken bir yandan da hazırlanıyordum. Saçlarımı kuruttum, yüzüme güllü nemlendiricimi sürdüm, saçlarımın uçlarını da fön makinesiyle kıvırdıktan sonra pembe tonlu hafif bir makyaj yaptım. Her şey yolundaymış gibi görünmeye çalıştım.

Şiddetli bir türbülansın içinde ilerlemeye devam eden bir uçak gibi…

Üzerime kısa kollu beyaz bir elbise geçirdikten sonra Dünya’dan gelen cevap mesajını açtım.

“Ohooo biz çoktan uyandık, romantik bir kahvaltı yaptık Aziz Ata ile. 🙂 Öğlen kuzenlerle alışverişe gidecektik o yüzden çıktım ben Deroş. Adresi atıyorum sana.”  

Dünya Can’dan adresi aldığıma göre artık hazırdım. Yakınlardaki taksi durağına bir mesaj atıp taksi istedikten sonra küçük beyaz kol çantamı da alıp merdivenlere yöneldim. Annemlerin nerede olduğunu bilmiyordum, umursamıyordum da. Yine de salon kapısından geçerken içeriye göz ucuyla baktığımı gören Mahperi Abla arkamdan fısıldadı.

“Kış bahçesindeler. Kahve içiyorlar.”

Başımı çevirip baktım ve gözlerimi kırparak teşekkür ettim ona.

“Ben çıkıyorum Mahperi Abla. Taksim gelmek üzeredir. Akşam görüşürüz.”

“Geldi geldi,” dedi başıyla kapıyı göstererek, “Bak şimdi geldi. Hadi görüşürüz Derin’im.”

Ayakkabı dolabından üzerime hızlıca krem rengi bir trençkot aldım ve kapının önündeki taksiye doğru koşturdum.

“Size adresi göndereyim.” dedim taksiye biner binmez, “Aynı telefon numarasına mı göndereyim?”

“Aynen, o numaraya gönderebilirsiniz.”

Yola çıkıp adresi de gönderdikten sonra Aziz Ata’ya yazdım.

“Selam. Ben adresini Dünya Can’dan alıp taksiye bindim, biraz erken geliyorum ama sorun olur mu?”  

Cevap beklerken başımı kaldırıp radyoda çalan güzel şarkının ismini görmeye çalıştım. İsmini göremeyince başımı çevirip camdan dışarıya, yanından geçtiğimiz cadde mağazalarına baktım. Elimde telefon, Aziz Ata’dan cevap beklerken şarkının sözlerine odaklandım.  

“Tesadüfen denizlerin altında
Bir yıldıza rastlarsan,
Ona söyle;
Tesadüfen yaşıyor.”

Belki de hepimiz tesadüfen yaşıyorduk. Burada olmam da tesadüftü, başka bir yerde olmamam da. Annem ve Deha’nın Baran’ın kaybı sebebiyle bir araya gelmesi, Aziz Ata ve benim tanışmam, Baran’ın kaybolduğu gün en son benim yanımda görülmesi… Hepsi birer tesadüftü. Ya da belki de tesadüfler hayatın planlarıydı bizler için. Kim bilir?

Aziz Ata’nın cevabı birkaç dakika sonra geldi.

“Tabi ki sorun olmaz Derin. Bekliyorum. Ama keşke haber verseydin, almaya gelirdim seni.”

Gülümsedim.

“O yüzden haber vermedim. Dışarıdan istediğin bir şey var mı?”

“Hayır,” yazdı, “Sen gel yeter.”

Telefonu kucağıma koyup farkında bile olmadığım bir gülümsemeyle cama döndüm. Sanırım aylardır yaşadığım her şeyin ortasında beni güldüren tek detay Aziz Ata’ydı.

Bana iyi gelen, bana yaşadığımı hissettiren tek şey onunla olan arkadaşlığımızdı… Peki ya onun annem ve ağabeyi Deha’nın evlilik kararından haberi var mıydı? Eğer bunu biliyor olsaydı bana boşanma haberini verirken bunu da söylerdi. Belli ki bu haberi duyacağı ilk kişi ben olacaktım.

Yolu yarılamışken denk geldiğim pastanelerin birinden güzel, meyveli bir pasta aldıktan sonra yolumuza devam ettik ve yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun sonunda Aziz Ata’nın kampüsünün yakınlarındaki bir kompleksin içine girdik. Güvenlikten geçtikten sonra taksinin ödemesin yaptım ve adreste yazan blokta inip binaya girdim. Merdivenlerden çıkarken kaküllerimi düzeltmekle meşguldüm.

“Daire on iki… Daire on iki…” diyerek aranırken sonunda Aziz Ata’nın daire kapısının önünde durdum ve boğazımı temizleyip zile bastım.

Zile basmam ile kapının açılması bir oldu. Aziz Ata alnına düşmüş nemli saçları, beyaz tişörtü ve siyah basketbolcu şortu ile karşımdaydı. Belli ki duştan yeni çıkmıştı.

“Hoş geldin,” dedi yüzünde kocaman bir gülümseme ile, “Ben de tam saçlarımı kurutuyordum.”

Çekinerek gülümsedim ve ayağımdaki beyaz espadril ayakkabılarla içeri girdim.

“Pasta getirdim,” dedim, “Ev hediyesi. Bir sonraki gelişimde güzel bir hediye alacağım, sözüm olsun. Şimdi biraz apar topar çıktım evden…”

Aziz Ata elimdeki pasta kutusunu aldıktan sonra soran gözlerle bana döndü.

“Neden apar topar çıktın? Bir sorun mu oldu?”

“Anlatırım,” dedim, “Sen saçlarını kurut da…”

Gözlerim Aziz Ata’nın Amerikan mutfaklı küçük ve tatlı salonunda gezindi. Petrol mavisi iki koltuğu, lacivert perdeleri, mavi tonlarındaki tabloları ve her küçük ayrıntısı ile salon resmen baştan aşağı koyu mavi tasarlanmıştı.

“Gel evi gezdireyim,” dedi, “Ben saçlarımı kuruturken sen de yatak odasını görmüş olursun.”

“Yatak odasını mı?” dedim bir anda.

“Yatak odasını…” dedi.

Halbuki söylediği şeyde hiçbir anormallik yoktu, evini görmeye gelmiştim, yatak odasını görmem neden garip olsundu ki?

“Yani görmek istersen…” diye ekledi gülümseyerek.

“Ha, eh, tabi ki…”

Ben Aziz Ata’nın peşinden koridora doğru ilerlerken o bana evi anlatıyordu.

“Ev tek kişilik ama iki banyosu var, bir tanesi yatak odasında, bir tanesi de burada, misafirler için… Burası da yatak odası…”

Aziz Ata bana hızlıca misafir banyosunu gösterdikten sonra peşinden yatak odasına doğru ilerledim. Ben yatak odasını incelerken o komodinin üzerinde fişe takılı bıraktığı saç kurutma makinesini aldı ve saçlarını kurutmaya kaldığı yerden devam etti.

Beyaz çift kişilik bir yatağı vardı, üzerindeki lacivert nevresimler ise salondaki renk düzeniyle uyumluydu. Komodini de şifonyeri de beyazdı. İkisinin de üstünde retro birer abajur vardı.

“Zevkini beğendim.” diye mırıldandığım sırada gözlerim Aziz Ata’nın beyaz tişörtündeki kırmızı lekeye takıldı. Başını eğip tişörtüne bakınca gülümsedi.

“Senin için makarna sosu yapıyordum,” diye mırıldandı, “Salça.”

Aziz Ata Yener benim için yemek mi yapıyordu?

“Keşke beni bekleseydin,” dedim mahcup olarak, “Ya da dışarıdan söyleseydik, uğraşmasaydın…”

Aziz Ata saç kurutma makinesini kapatıp fişten çektiği gibi dolabın önüne geçti. Ben konuşmaya devam ederken bir anda tişörtünü çıkarıp yere bıraktı ve kendine yeni bir tişört aldı.

Önce boğazımı temizleyip gözlerimi kaçırsam da tam önümde kalan aynadaki yansımadan Aziz Ata’nın geniş omuzlarını ve sırtını gördüm. Fakat gözlerime çarpan şey sırtının güzelliğinden ziyade, sırtındaki izlerdi… Sırtında kesik ve hatta yanık izlerini anımsatan bazı izler vardı, soran gözlerle ona döndüm.

“Sırtın…” diye mırıldandım, bir anda durdu ve bana öyle bir bakışla döndü ki zaten ne soracağımı biliyordu.

“Çocukluğumdan kalma.” dedi, başka hiçbir şey söylemedi.

Kimin çocukluğundan kalma kesik ve yanık izleri olurdu ki? Aklım o izlerde kalsa da sormadım, soramadım. Anlatmak istese tam şu an kısa kesmek yerine anlatırdı zaten. Burnumu çektim ve ne yapacağımı bilemeyerek önüme döndüm.

“Salona…” dedim tereddütle, “Geçelim mi?”

“Geçelim,” dedi Aziz Ata, “Hem merak etme. Makarnanın sosunu yaptım ama makarnayı pişirmedim. Bir de salata yaparız yanına.”

“Salata bende o zaman.” dedim, “Temizliğe de yardım edemedim zaten.”

Birlikte mutfağa geçtiğimizde aklım artık iki konuyla meşguldü. Annem ile Deha Yener’in meselesi ve Aziz Ata’nın sırtındaki izler… Ne olabilirdi o izlerin sebebi? Üstelik çocukluğunda bu denli iz bırakacak neler yaşamış olabilirdi?

Aziz buzdolabından salata malzemelerini çıkarırken ben de birinin evine ilk kez gelmenin gerginliğiyle kenarda bekliyordum. Aziz sebzelerle birlikte bir kesme tahtası, bıçak ve salata kasesi de çıkarınca tezgaha yaklaştım.

“Emin misin?” diye sordu Aziz Ata, “Ben de yapabilirim istersen.”

“Sen makarnayı yap.” dedim gülümseyerek, “Salata bende.”

“Tamam, madem öyle diyorsun… Ha bu arada, şu evden apar topar çıkma mevzusunu anlatacaktın. Hala aklımda.”

Aziz Ata makarnayı ocağa koymuş, sosun üzerine serpmek için parmesan peyniri rendelerken ben de salata malzemelerini kesiyordum. Ona annem ve ağabeyinin güncel durumunu anlatmak zorunda olduğumu biliyordum, eninde sonunda öğrenecekti. Benden ya da bir başkasından…  

“Aslında seni de ilgilendiren bir mevzu…” diye mırıldandım, “Duymak ister misin bilmiyorum ama.”

Aziz Ata bana endişeli gözlerle döndü, çatık kaşlarının altında kalan gözleri sorar gibi bakıyordu.

“Her şeyi duymaya hazırım.” dedi, “Mevzu ağabeyim mi?”

Anlamıştı. Dün akşam ağabeyi ve yengesinin boşanma haberini verdiğinde bile gözlerinde ağzımı arar bir bakışı vardı. Bu meselenin yakın zamanda önüne geleceğini biliyordu.

“Mevzu ağabeyin…” dedim, “Ve annem.”

Kısa bir sessizlik oldu. O peynir rendelemeye devam etti, ben de marulları kesmeye. Dehşete düşmemeye, çok da şaşırmamaya, ne gelecekse kabul etmeye çalışacaktı belli ki.

Olağan dışı bir durumu böylesine olağan bir anda konuşmak ise en zor olanıydı. Bir yandan marul keserken bir yandan hayatımın şokunun haberini veriyordum…

“Evleniyorlarmış.” deyiverdim bir anda.

Aziz Ata’nın peynir tutan eli durdu, gözleri elindeki peynirin ve altındaki rendenin üzerinde donakaldı birkaç saniyeliğine.

Hiçbir şey söyleyemedi, duyduğu haberi sindirmeden önce konuşmak istemedi belki de. Sonra derin bir nefes aldı ve elindeki parmesanı rendelemeye kaldığı yerden devam etti.

“Bunun geleceğini biliyordum,” dedi, “Yalnızca bu kadar çabuk olacağını düşünmemiştim.”

“Peki söylenenler doğru mu?” diye sordum salatalıkları kesmeye geçtiğimde.

“Söylenenler?”

“Yıllar önce birlikte olmak istemeleri ve aile mevzuları…” Aziz Ata boğazını temizledi ve elindeki rendeyi suya tuttu.

“Doğru.” dedi, “Ama keşke bu dirayeti o zamanlar gösterselermiş. Ortada mutlu gittiği sanılan bir evlilik ve iki çocuk varken değil…”

Önüme döndüm. O da benim gibi düşünüyordu ve canımdan çok sevdiğim annemden, örnek aldığım kadından böyle bahsederken ne hissedeceğimi dahi bilemiyordum.

“Konuyu kapatalım.” dedi Aziz Ata, tezgahtan uzaklaşıp televizyonun kumandasını eline aldı ve konuşmaya devam etti, “Artık bizim mevzumuz değil. Belli ki bazı eşikleri çoktan geçmişler.”

Sustu ve televizyondan güzel bir İtalyan şarkısı açtı. Ben domatesleri keserken o buzdolabından makarna sosunu çıkarıp ocağın gözlerinden birine koydu. Makarnaları süzgece aldı ve dolaptan iki büyük makarna tabağı çıkardı.

Ben salatayı, o da soslu makarnasını bitirene ve masaya geçene kadar pek konuşmadık. Annemin ve ağabeyinin mevzusu bizi kısa bir süreliğine de olsa dağıtmıştı. Aziz’in aklının o mevzuda kaldığına emindim ama nihayet üzerinde iki kırmızı mum yaktığı yemek masasına geçtiğimizde aklındakileri silmeyi başarmış gibiydi.

“Evin gerçekten güzel olmuş.” diye mırıldandım.

“Bir saat önce bu kadar güzel değildi…” dedi bir anda.

Başımı kaldırıp şaşkın bir ifadeyle yüzüne baktığımda bana gülümsedi. Ben ise teşekkür etmek yerine nedense konuyu değiştirmeye odaklandım.

“Şey nasıl… Beni tanıştırdığın profesör… Neydi ismi?”

“Musa Hoca mı?”

Böylesine romantik bir anın ortasında kim karşısındaki adamın öğretmeninden konu açardı ki? Aptal mıydım neydim?

“Evet.” diye mırıldandım, “Hala kriminal meseleleri araştırıyor mu? Ne deniyor buna? Hafiyelik mi?”

Aziz Ata başını salladı.

“Devam ediyor. Ölene kadar da bırakmaz, baya tutkulu… Bu arada Baran’ın meselesini de araştırıyorlar hala. Pek elle tutulur bir şey olmasa da unutup rafa kaldırmış değiller, merak etme.”

Makarnamdan bir çatal alıp ağzıma götürdükten sonra sosa bulanan dudaklarımı silerken konuşmaya çalıştım.

“Teşekkür ettiğimi söylersin…” diye mırıldandım ve ağzımdakileri yuttuktan sonra devam ettim, “Ama artık o konuyla ilgili bir umudum yok. Aylar oldu…”

Hayatımızdaki her konu can sıkıcıydı, hangi konuyu açsak elimizde kalıyordu resmen.

“Öyle düşünme.” dedi Aziz Ata, “Her düğüm bir anda çözülür.”

Derin bir nefes aldım, yemek yemeye devam ederken gözlerim salonun içinde geziniyordu. Gözlerim televizyon sehpasının üzerinde duran birkaç aile fotoğrafına çarptığında merakla oraya odaklı kaldım.

“Bunlar yeğenlerin mi?” diye sordum, “Ağabeyinin çocukları?”

Aziz Ata başını çevirip televizyon sehpasına baktı ve gösterdiğim fotoğrafı görünce başını salladı.

“Evet,” dedi gülümseyerek, “Nisa ve Kerem.”

“Kaç yaşındalar?”

“Kerem yedi, Nisa altı yaşında.” dedi ve anlatmaya başladı Aziz Ata, “Hemen yanındaki de ağabeyimin düğün fotoğrafı. Onun yanındaki benim lise mezuniyetim, onun da yanındaki benim doğumum. Annemin kucağındaki o garip şey benim.”

Gülerek ayağa kalktım. Bahsettiği fotoğrafı daha net görebilmek için televizyon sehpasına doğru ilerledim ve fotoğraf çerçevesini elime aldım. Aziz Ata’nın annesi uzun sarı saçları olan çok güzel bir kadındı, Aziz Ata ise annesinin kucağında ağzından akan salyalar ve yamuk bir gülüşle fotoğraf makinesine bakıyordu.

“Demek dünyadaki ilk günün buydu…” dedim gülerek, “Dünyaya gelme heyecanından salyaların akmış!”

Aziz Ata masadan kalkıp yanıma geldi ve fotoğrafa bakıp ufak bir kahkaha attı, “Peki ya çarpık gülüşüm?”

“Karizmandan hiçbir şey kaybetmemişsin!” dedim gülerek, sonra bebeklik fotoğrafını bırakıp ağabeyi ile yengesinin kalabalık nikah fotoğrafını elime aldım.

Yengesi kumral, kıvırcık saçlı, güzel ve sevimli bir kadındı. Kabarık, gösterişli bir gelinlik giymişti. Ağabeyi de yanında gayet mutlu görünüyordu. Gözlerim fotoğrafta Aziz Ata’yı ararken damat ile gelinin tam yanında duran dokuz-on yaşlarındaki iki ufaklığa kaydı. Biri erkek, biri kız olan iki çocuk fotoğrafta el ele tutuşuyordu. Erkek çocuğunun saçları sarıya kaçan bir kumral tona sahipken kız çocuğunun saçları sapsarıydı, gözleri ise masmaviydi.

“Bu sen misin?” diye sordum fotoğraftaki erkek çocuğunu göstererek.

Aziz Ata yanı başımda durmuş elimdeki fotoğrafa bakarken başını salladı ama sanki sorduğum soru ve elimde tuttuğum fotoğraf onu bir şekilde rahatsız etmişti.

“Benim.” dedi.

“Bu da çocukluk aşkın sanırım.” dedim gülerek, “İlişkilerdeki zevkin hiç değişmemiş. Çocukluk aşkın bile sarışın ve mavi gözlü. Geçen gün gördüğüm eski sevgilin de…” derken bir anda sözümü kesti.

“Bu o.” dedi.

Duyduğum cevap karşısında donakaldım. Ben cevaba anlam vermeye çalışırken Aziz Ata elimdeki fotoğrafı aldı ve televizyon sehpasının çekmecelerinden birine koyup çekmeceyi kapattı.

“Bu o derken?” diye sordum merakla.

“Pınar,” dedi, “Eski sevgilim… Yengemin kardeşi.”

“Anladım…” diye mırıldandım sessizce.

Masaya döndüm ve Aziz Ata da karşıma geçtiğinde karşımdaki insanın bir önceki ilişkisinin ne denli derin bir geçmişe sahip olduğunun gerçekliğini sindirmeye çalıştım.

Kız Aziz Ata’nın çocukluk aşkıydı, birlikte büyümüşlerdi. Kız ile baş başa oldukları fotoğrafları bir yerlerden çıkarıp atsa bile hayatının her anına dair hatıralarda hep olacaktı.

“Kalabalık bir aile fotoğrafı olduğu için…” diye mırıldandı Aziz Ata, “O ayrıntıya dikkat etmemiştim. Görseydim koymazdım oraya.”

“Sorun değil, beni ilgilendiren bir durum değil zaten.” dedim gülümseyerek.

Aziz Ata öfkeli bir nefes aldı, bu öfke kendineydi, bunu anlayabilmiştim. Ama bana herhangi bir açıklama yapmasına gerek olmadığını iyice anlatabilmek için konuyu değiştirmeye çalıştım.

“Ne kadar çok kitabın var.” dedim yemek masasının tam yanında duran kitaplığını göstererek, “Hepsi de araştırma kitapları. Benim fantastiklerle dolu kitaplığım ile yan yana getirsek şaşırıp birbirlerine bakar iki kitaplık ‘Biz yan yana ne alaka!’ der gibi. Resmen bambaşka insanlarız.”

Son cümlemi tam olarak ne amaçla söylemiştim bilmiyordum ama dümdüz söylenmiş bir cümle değildi, sanki eski kız arkadaşının fotoğrafının evde olmasına içten içe içerlemiş ve böyle bir cümle kurmak istemiştim. Sanki, “Zaten çok farklıyız, ne yaptığın umurumda bile değil.” mesajı vermek istiyor gibiydim.

“Siyah ve beyaz da bambaşka.” dedi Aziz Ata, “Ama yan yana güzel duruyorlar.”

Gülümsedim. Cevabının üzerinde durmaktan kaçınarak boş kalan tabağımı, çatal ve kaşığım ile birlikte toparlayarak ayağa kalktım. Fotoğraf beni o kadar rahatsız etmişti ki neredeyse tüm keyfim kaçmıştı.

“Makarnanın sosu inanılmaz olmuş, ellerine sağlık.” diye mırıldandım ve tezgaha doğru ilerledim.

“Salatanın yanında makarna önemsiz kaldı.” Aziz Ata salatama iltifatlar ederek arkamdan gelirken ben kaçıngan halimi sürdürdüm.

“O zaman hadi, yeni evinin pastasını keselim…” Buzdolabını açıp getirdiğim pastayı kutusuyla çıkardım ve mutfak tezgahının üzerine koydum.

“Kahve de içer misin?” diye sordu Aziz Ata, “Sen pastayı keserken ben de bize kahve yapayım.”

“Olur.” diyerek Aziz Ata’ya döndüm, evi ilk kez gördüğüm için gözlerim her bir yere dönüşümde farklı bir noktaya takılıyordu.

Bu sefer de pencerenin hemen önüne asılı duran ve duvara renkli camını yansıtan bir süse takıldı gözlerim.

“Bu arada, şu ne?” diye sordum korkarak.

Korkarak sorma sebebim ise onun bile eski kız arkadaşına ait bir eşya çıkabilecek olma ihtimaliydi. İçerideki klozet bile ona ait çıkabilirdi! Ya da ne bileyim, fırının içinden kızın fotoğrafı çıkabilirdi mesela…

“Güneş kapanı.” dedi Aziz Ata, “Dedemden yadigar. Kendi elleriyle yapmıştı.”

“Güneş kapanı…” diye tekrar ettim hayranlıkla.

“Güneşin ışığını alıp renkli camlarından geçirip dağıtıyor ve duvara renkli bir şekilde yansıtıyor.” diye açıkladı Aziz Ata, ve sonra hep aklımda kalacak bir cümleyle devam etti anlatmaya,

“Bir nevi güneşe kurulan bir tuzak, ışığını kapanına alıyor, değiştirip dağıtıyor ve yansıtıyor…”

Gözlerim bir süre güneş kapanını izledi, duvara yansıyan renkli ışıklarını, güneşe kurulan bu güzel tuzağı… Işık aynı ışıktı ama rengi farklıydı artık, belki de güneş farkındaydı bir kapana kısıldığının ama güneş güneşti sonuçta. Işıldamaktan başka şansı yoktu.

Dairenin kapısından gelen zil sesi ile kendime geldim. Gözlerimi güneş kapanının duvara yansıyan ışıklarından ayırıp başımı kapıya doğru çevirdim. Aziz Ata ile göz göze geldik.

“Kim?” diye sordum merakla.

“Birini beklemiyordum.” dedi Aziz Ata.

Meraklı adımlarla kapıya doğru ilerleyip kapının deliğinden baktı ve huzursuz bir nefes alıp bana döndü. Ona merakla bakıyordum.

“Annem.” dedi.

“Annen mi?”

“Beklemiyordum. Habersiz gelmiş. Ama merak etme, misafirim olduğunu görünce beş dakika oturur gider.”

Aziz Ata kendini çaresizce açıklayınca başımı salladım.

“Tamam,” dedim, “Sorun değil tabi ki.”

Tedirgin olarak kenara çekildim, saçlarımı ve üstümü başımı düzeltme ihtiyacı hissederek elbisemi çekiştirdim. Ne yapacağımı bilemedim. Ben Aziz Ata’dan hoşlandığım gerçeği yüzünden annesiyle tanışıyor olmam sebebiyle gerilirken bambaşka bir gerçek yüzüme çarpıverdi bir anda.

Bu kadın annemin kayınvalidesi olacaktı!

Peki bu meseleyi biliyor olabilir miydi? Benim kim olduğumu biliyor olabilir miydi?

“Ay Aziz Ata, ağaç oldum kapıda! Yalnız değil misin? Yanlış bir zamanda mı geldim yoksa?”

Aziz Ata’nın annesi Asu Yener kapıdan içeri söylenerek girdiği sırada Aziz Ata henüz cevap bile verememişti ki kadının bakışları mutfak tezgahına yönelir yönelmez beni gördü. Beni baştan aşağı süzdüğü sırada nazik görünmeye çalışıyordum.

“Misafirim var anne.” dedi Aziz Ata, “Keşke gelmeden önce haber verseydin.”

İsmini Aziz Ata’nın sosyal medya hesaplarından öğrendiğim annesi, Asu Yener, topuklu ayakkabıları ve kahverengi kürkü ile karşımda durmuş bana bakarken ona nazikçe gülümsedim. Kadına doğru bir adım atıp kibarlık yapmaya çalışarak elimi uzattım ve kendimi tanıttım.

“Ben,” diye mırıldandım, “Ben Derin. Aziz Ata’nın…” derken kadın sözümü kesti.

Elimi havada bırakarak oğluna döndü ve suratıma tokat gibi çarpan o cümleyi kurdu.

“Sen de ağabeyinin metresinin kızıyla mı takılıyorsun oğlum?”

İşte o soyut iki el yine kollarımdaydı adeta, hayat beni gerçekliğiyle mecazi bir anlamda çarptı, sarstı. Bir tokat attı bana hayat, ve bir tokat daha. Hayat beni kolumdan tuttu, karşımdaki duvara fırlattı. Beni duvara çarptı, çarptı ve bir kez daha çarptı.

“Anne ne saçmalıyorsun sen!” Aziz Ata’nın öfkeli yükselişini duyduğum an ayaklarım çoktan hareketlenmişti.

Aziz Ata ve annesinin yanından bir hınçla, koşar adım uzaklaşırken ayakkabılığa astığım çantamı tek hamleyle çekip aldım ve kendimi binanın koridorlarına attım.

“Derin!” Aziz Ata’nın arkamdan seslendiğini duysam da umursamadım.

Merdivenleri koşar adım indim. Birkaç saniye içinde yaşadığım “başımdan aşağı kaynar sular döküldü” hissiyatı ile ter içinde kalmış, nefes nefeseydim. Nefes darlığı yaşıyordum adeta. Boğazımı sıkan soyut elleri hissedebiliyordum.

“Derin! Bekle lütfen! Onun adına özür dilerim! Yalvarırım bekle!”

Aziz Ata peşimden koşarken sonunda tüm basamakları aştım ve binanın ağır kapısını itip kendimi bahçeye atıverdim.

“Derin dur! Yalvarırım dur!”

Aziz Ata peşimden bağır çağır gelmeye devam ederken bir yandan da telefonum çalıyordu.

Ne telefonuma bakmak istiyordum, ne de Aziz Ata’yı dinlemek istiyordum. Yalnızca kaçmak istiyordum ama kaçabileceğim çok bir yer yoktu. Bana yetişmişti.

“Bırak, tamam!” dedim hınçla.

Gözyaşları içinde kalmış yüzüm alev alev yanıyordu.

“Özür dilerim!” dedi Aziz Ata.

Telefonum sustu ve tekrar çalmaya başladı. Oysa umursamamakta kararlıydım.

“Böyle bir şey söyleyeceğini asla tahmin edemezdim Derin, yemin ederim.” dedi Aziz Ata, “Bilsem kapıyı açmazdım! Haberi olduğunu bile bilmiyordum! Çok üzgünüm, yemin ederim bunun hesabını da soracağım!”

O da dağılmıştı. Saçları, duyguları, bakışları darmadağınık olmuştu. Söylediklerinin doğru olduğuna inansam da öfkem ona değildi zaten. Ve dinmiyordu…

İçimdeki öfke asla dinmiyordu. Sakinleşmeye çalışsam da bir faydası yoktu sanki. Telefonum ısrarla çalmaya devam ederken öfkeyle cebime uzandım.

“Sus artık sus!” diyerek kimin aradığına bile bakmadan aramayı kapattım.

Aziz Ata’ya hiçbir şey söylemeden bir taksi çağırabilmek için caddeye doğru yürümeye başladım. Aziz Ata önce dönüp yanında duran doğalgaz kutusuna öfkeli bir tekme savurduktan sonra peşimden gelmeye devam etti.

“Derin tamam gel, birlikte gidelim bir yerlere! Arabam otoparkta, ya da ben bırakayım seni evine!”

Bir yandan yürüyor, bir yandan yalvarıyordu.

“Derin anlamıyor musun seni tek bırakamam bu halde!”

Aziz yalvarmaya devam ederken telefonumun sesi ise hiç susmuyordu. En sonunda durdum, art arda belki de onuncu kez çalan telefonumu bir kez daha cebimden çıkardım ve artık ekrana öfkeyle baktım.

Arayan Dünya Can’dı.

Aziz Ata’nın yanıbaşıma gelmesini umursamadan durdum ve telefonu kulağıma götürdüm.

“Ne var Dünya ne!” dedim tüm sinirimi ondan çıkarırcasına.

“Derin…”

Dünya Can’ın sesi ise tüm öfkemi alıp götürecek kadar endişe vericiydi.

Gözlerim karşımda duran Aziz Ata’nın gözlerini buldu. Bana kaşlarını çatmış endişeli gözlerle bakarken korka korka konuştum telefonumun ahizesine doğru.

“Bir şey mi oldu Dünya?”

“Bir şey oldu.” diye mırıldandı dalgın sesiyle.

Ve o an anladım. Bir şey olmuştu, art arda aramaya değer, Dünya’nın sesinde bile deprem etkisi yaratacak kadar sarsıcı bir şey olmuştu.

Dünya bir anlığına durdu, kendini toparlamaya çalıştı ve zar zor anlatmaya başladı,

“Baran’ın telefonu ormanda bulunmuştu ya hani. İçinden hat çıkmamıştı…”

“Evet?”

“Polisler…” dedi, “Hattı bulmuşlar.”

Nefesimi tuttum. Bunun ardından gelecek olan hangi haberin Dünya’yı bu kadar dağıttığını düşünürken kalbimin bile durmak üzere olduğunu hissettim. Hiçbir şey söyleyemedim, hiçbir şey soramadım. Yalnızca sustum, yalnızca bekledim konuşmasını…

“Baran’ın hattı,” dedi, “Berfu’nun odasından çıktı.”

Önce bu cümle yankılandı zihnimde, sonra devamı yankılanmaya başladı.

“Oyuncak bir ayının içine saklanmış.”

Anlam vermeye çalışan zihnim her sorumu cevapsız bıraktı o an. Baran’ın hattının Berfu’da işi neydi? Hat neden saklanmıştı? Neden bunca zaman hiçbir şey söylememişti?

“Berfu’yu karakola götürmüşler.” dedi Dünya Can, “Konum atıyorum. Orada buluşuruz.”

Telefonu tutan elim sıkıca tuttuğum telefon ile kulağımdan kayıp düşerken aklımdan yüzlerce görüntü geçti. Baran ve Berfu’nun çocukluğu, oynadığımız oyunlar, birlikte söylediğimiz şarkılar, okuma bayramları, alışverişler, ilk sinema günümüz…

Doğum günü partileri, hediyeler, mezuniyetler, aile buluşmaları… İlk başarılarımız ve ilk başarısızlıklarımız, ilk kazançlarımız ve ilk kayıplarımız… Hepsi geçti gözlerimin önünden.

İçimdeki dehşet karşımdaki Aziz Ata’nın gözlerine yansıdı, değişti, dönüştü, dağıldı ve başkalaştı. Berfu’yu karakola götürülürken resmettim zihnimde, sonra bir ışık yakmak istedim, umut verici bir sebep aramak istedim duyduklarıma dair.

Oysa zihnim bir kapandı. O ışık bir güneş kapanına takıldı, bu bir tuzaktı. Kapan ışığı aldı, değiştirdi, dönüştürdü ve yansıttı. Bir kez kapana takılan hiçbir ışık artık eskisi gibi ışıldayamazdı.

Baran artık bulunmak istiyordu ama belki de onu bunca zamandır aradığımız yerler hep uzaktaydı…