7.BÖLÜM : BEKLEYENLER VE GELMEYENLER
7.BÖLÜM : BEKLEYENLER VE GELMEYENLER.
-
(YAZARIN ANLATIMIYLA)
Mecidiyeköy’ün yüksek apartmanlarından birinde, üçüncü kattaki küçük ama sıcak evin salonu, uzun zamandır ilk kez bu kadar sessizdi. Hava dışarıda hafifçe rüzgârlıydı; pencerelerin kenarından sızan uğultu, içerideki sessizliğe sinmiş tedirginliği iyice belirginleştiriyordu. Leyla, yere çömelmiş, dizlerini karnına çekmiş, yere kadar uzanan camdan dışarıyı izliyordu. Gözleri camın dışına takılmış gibiydi ama ne baktığı yeri görüyordu ne de gördüğü şeyi anlayacak hâli vardı. Yanındaki koltukta oturan Seren, ellerini birbirine kenetlemiş, başı önünde, arada bir huzursuzca iç çekerek sadece bekliyordu. Sanki bir haber beklermiş gibi telefonunun saatine bakıp duruyordu. Umut ise pencere önüne geçmiş, sokakta yürüyen insanlara bakıyordu sanki onların arasında Eliz’i görebilirmiş gibi.
Günlerdir bu evde zaman durmuştu. Polislerden, hastanelerden, morglardan gelecek tek bir haber için telefonları ellerinden bırakmadan, umutla ama bir o kadar da korkuyla bekliyorlardı. Her biri sessizce “Ya Eliz artık yaşamıyorsa?” düşüncesiyle savaşırken, aynı anda “Belki de hala yaşıyordur” umuduna tutunmaya çalışıyordu.
Salonun köşesindeki sandalyeye oturmuş, sessizce başını ellerinin arasına almış biri daha vardı, Gurur Öner. Kızların geçen sene hep birlikte gittikleri seramik kursundan arkadaşları Asya’nın ağabeyi Gurur. Son zamanlarda Eliz’le daha çok zaman geçirmeye çalışıyordu, kardeşi Asya gelmese bile kızlar ne zaman plan yapsalar bir şekilde dahil olmaya çalışıyordu. Eliz, Seren ve Leyla 22 yaşında, Gurur da 24 yaşında olunca arkadaş olmaları daha da kolay olmuştu. Eliz’in ona nasıl baktığını asla tam olarak çözememişti ama kendi içinde büyüttüğü hisler, bu bekleyişi daha da ağır kılıyordu. İçindeki suçluluk, onu susturuyordu. “Keşke o gece yanında ben olsaydım.” cümlesi beyninde dönüp duruyor, bu çaresizlik onu içten içe kemiriyordu. Belki Eliz ona hiçbir zaman ‘öyle’ bakmamıştı ama o sık sık misafirliğe geldiği bu evi ilk kez Eliz’in gülümsemesi olmadan yaşanmaz buluyordu. Gurur artık onlar için arkadaşlarının ağabeyi değil, bizzat arkadaşlarıydı.
Salondaki tek ses, açık unutulmuş televizyonun loş ışığında yankılanan haber spikerinin sesiyle yankılanıyordu.
“Amerikan diplomatı Mark Benson’ın Türkiye’ye gelişi sonrası kaybolmasıyla ilgili gelişmeler henüz netlik kazanmazken, yetkililer soruşturmanın sürdüğünü açıkladı. Olay ülkenin günlerdir ana gündem maddesi hâline geldi…”
Arka planda diplomatın görüntüsü, sınır kapısından çıkarkenki kameralar, ardından boş bir sokak ve spekülasyonlar… Haber kanalında dönen hiçbir detay onların umutlarında değildi, onların zihninde tek bir soruyu vardı zira: Eliz neredeydi?
O an salona yavaşça kedi Adnan girdi. Adnan siyah beyaz, smokin dedikleri türden, yaramaz ama çok sevimli bir kediydi. Sessiz adımlarıyla halının üzerinde ilerledi, başını önce Leyla’ya, sonra Seren’e çevirdi. Sonunda Umut’a döndü. Küçük ama anlamlı bir miyav sesiyle hepsinin dikkatini çekti. Adnan’ın bakışları bile sanki bir şey soruyordu : “Eliz nerede?”
Seren gözlerini kaldırdı, Adnan’ın bakışlarıyla karşılaştı, o bakışlar onu o kadar üzdü ki günlerdir dinmeyen gözyaşları bir kez daha başladı. Kedi Eliz’in her zaman oturduğu köşeye yürüdü, yavaşça yere uzandı ve gözlerini birini bekler gibi kapıya dikti. Onlar gibi o da bekliyordu.
O an o salonda bulunan herkesin tek bir duygusu vardı, çaresizlik.
-
-
-
(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)
Bu sabah kahvaltı masasında duyduklarım ve hissettiklerim yüzüme bir tokat gibi çarpmıştı. Devrim Ali Yöner’in nişanlısı Lale’den duyduklarım hala kafamın içinde dönüp duruyordu. İşin acı tarafı kadının söylediklerinde son derece haklı olmasıydı. Burası bir bakım evi değildi, misafirliğim ne kadar sürebilirdi ki?
Keşke bir şeyleri gizlemek zorunda olmasaydım da söyleyebilseydim ona, bu evden gitmeyi her şeyden çok istediğimi anlatabilseydim. Fakat buradan çıkıp gitmenin nelere sebep olacağını kestiremiyordum işte. Dışarıda hayatta kalabilir miydim, kalabilecek miydim? Yanına gitmek istediğim sevdiklerim ben yanlarında olduğum sürece güvende olacaklar mıydı?
Kapının çaldığını duyduğumda yatakta uzanmış çaresizce tavanı izliyordum.
“Girin.” diye mırıldandım.
Kapı açıldığında içeri girenin bir serum şişesi ve birkaç malzeme ile Doktor Oya olduğunu gördüm. Ben soran gözlerle ona bakarken o içeri girip benim sormama gerek olmadan kendi kendisine açıklamaya başladı.
“Ozon serumu,” dedi, “Bağışıklığının toparlanması için.”
Sesindeki o yumuşaklık, ben istemesem bile bir miktar huzur veriyordu. Ama aynı zamanda içimde tarif edemediğim bir sıkıntıyı da tetikliyordu. Doktor Oya iyiydi, hatta bu evde bana kendimi iyi hissettiren tek şeydi. Ama her iyilik bana kendimi biraz daha eksik, biraz daha yabancı hissettiriyordu.
Kolumu uzatırken istemsizce yüzümü çevirdim. İğneden değil, kırılganlığımdan utanıyordum. Güçlü olmak zorundaymış gibi hissediyordum ama bu evde, bu yatakta, her sabah başka bir gerçekle uyanırken nasıl güçlü kalınır bilmiyordum.
“Bu birazcık halsizlik yapabilir.” dedi.
Doktor Oya damar yolumu açarken kendi sesim kadar yabancı bir iç ses yankılandı kafamda : “Halim olsa ne olacak sanki?”
Gözüm pencereye kaydı. Perdelerin arasından içeri sızan gri ışık, gökyüzünün hâlâ açılmadığını söylüyordu. Güneşin doğduğu ama içimize uğramadığı günlerden biriydi yine. Sanki hava bile bu evin sessizliğine ve benim çaresizliğime ortak olmuştu.
“Eliz,” dedi Doktor Oya, “Daha iyi görünüyorsun. Cildine bile renk gelmiş. İyileşiyorsun.”
Gülümsedim. Ya da gülümsediğimi sandım. Belki sadece yüz kaslarım oynadı, ama içim hala bomboştu.
İyileşmek… ne garip bir kelime. Vücudun toparlanırken ruhunun hâlâ paramparça olması, tam bir ironi değil mi?
İşini bitirdiğinde dikkatle serum şişesini sabitledi. Ardından gözlerimin içine baktı.
“Sormak istediğin bir şey var mı?” diye sordu usulca.
Sanki konuşmak istediğimi hissetmiş gibiydi. İçimden geçen onlarca cümleyi yuttum.
“Hayır,” dedim sadece.
Ama söylemek istediklerim öylece içimde birikti, birikti, birikti…
“O ‘hayır’ çok da ‘hayır’ gibi değildi sanki...” dedi Doktor Oya gülümseyerek.
Serumla işi bitmişti, anlayışlı bir bakışla yatağın kenarına, yanıma oturdu.
“Sormak istediğim bir şey yok,” dedim, “Sadece... Biliyorsunuz işte... Ne yapacağımı bilmiyorum. Buradan gitmek istiyorum ama nereye gideceğimi bilmiyorum.
Kendimi toparlamak istiyorum ama kim olduğumu bile hatırlamıyorum.”
Doktor Oya elini uzatıp kucağımda duran elime dokundu bir anne şefkatiyle.
“Gitmek zorunda olmadığını biliyorsun Eliz.” dedi.
“Gitmek zorundayım,” dedim, “Burası birilerinin evi. Devrim Bey bana yardımcı olmak istedi ve zaten fazlasıyla yardımcı oldu ama birilerinin evinde sonsuza kadar yaşayamam. Adamın annesi, kardeşleri, her şeyden öte de bir nişanlısı var. Sonsuza kadar onlarla yaşayacak halim yok ya.”
Doktor Oya sıkıntılı bir iç çekti.
“Sana şöyle söyleyeyim Eliz, Devrim Bey 27 yaşında ve ben onu tam on yedi yıldır tanıyorum. Devrim iyi çocuktur ama her şeyden öte zekidir. Bu yaşta babasının şirketinin başına geçti, her şeyi o yönetiyor şimdi. Bunların hepsini düşünmüştür, merak etme sen.”
“Peki babası?” diye sordum,
“Babası...” diye mırıldandı Doktor Oya, “Onu başka zaman anlatırım, çok uzun hikaye. Ama bak kardeşleri Deha ve Demir de dünya iyisi çocuklar, istersen sonsuza kadar burada kal tek kelime etmezler. İkiz onlar bu arada, fark etmiş miydin?”
“Gerçekten mi?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet, evet. Çift yumurta ikizi oldukları için benzemiyorlar ama ikizler... 24 yaşında ikisi de, Devrim Bey üç yaşındayken doğmuşlar, Lale Hanımla yaşıt onlar. Nişanlısı Lale Hanıma gelince, o konuda bir şey söylemek bana düşmez. Kendi gözlerinle gördün zaten, pek hakkında konuşmak isteyeceğim birisi değil. Hem kendisi hem annesi... Devrim Bey nasıl katlanıyor anlamıyorum bile...”
Doktor Oya oturmuş benimle yıllardır çalıştığı malikanenin dedikodusunu mu yapıyordu? Gülmemek için zor tuttum kendimi. Konuşmayı tek isteyen ben değildim belli ki, o da dolmuştu.
“Anneleri peki?” diye sordum, “Devrim Beylerin annesi yani, Züleyha Hanım nasıl biri?”
Doktor Oya’nın yüzü ekşidi. Kendimi tutamayıp gülmeye başladım.
“Yani, bir şey söylemem doğru olmaz ama yüz ifadem her şeyi anlatıyordur zaten... Kelimelerime engel olabilirim Eliz, ama yüzüme asla!”
Bu sefer gülen tek kişi ben değildim, o da gülüyordu.
“Ha ama bak dayısı ve yengesini severim,” dedi, “Ertan Bey ve Suzan Hanım çok iyilerdir. Yardımcısı Ömer de çok iyi çocuk. Bunlardan zarar gelmez, merak etme.”
“Çok önemli değil zaten.” dedim, “Bu evden gidene kadar bir daha bu odadan çıkmayı düşünmüyorum.”
Doktor Oya başını eğerek gülümsedi, “Hadi dinlen sen.” dedi, “Akşama doğru yine kontrol edeceğim seni.” Ve sessizce çıktı odadan.
Kapı kapandığında, odada bir başıma kaldım yine. Sırtımı yastıklara yasladım. Serum takılı kolum serum sıvısının soğukluğuyla buz gibi olmuştu. Üşümüştüm ama en çok içimdeki boşluk üşüyordu. Bacaklarımın yanına itiştirdiğim ince yorganı üzerime doğru çektim.
Gözlerim ağır ağır kapanırken bu odayı evimde bir odaymış gibi hayal etmeye çalıştım, bu yatağın kendi yatağım olduğunu düşledim zihnimde. Kedim Adnan’ın gelip yanıma kıvrıldığını hayal ettim. Leyla, Seren ve Umut’un içeride kahvaltı hazırladığını, seslerinin buraya kadar geldiğini canlandırdım zihnimde.
Ve zihnim üzmedi beni, rüyalarımda evimde buldum kendimi. Üstelik annem bile yanımdaydı...
Huzurum çok uzun sürmedi, belki bir belki de iki saatlik bir uykunun sonunda kapı çaldı.
İçimde yankılanan huzurlu hayal bir anda dağılıverdi. Gözlerimi hızla açtım, göğsümde hafif bir sıkışmayla yerimden doğruldum. Kalbim alışkanlıkla korkuya çarptı önce. Sanki kapı değil de gerçek dünya çalmış gibiydi.
“Girin,” dedim boğuk bir sesle.
Kapı yavaşça aralandı. İçeri giren Devrim’di.
Her zamanki gibi kusursuz görünüyordu. Siyah, kesimi sert bir takım elbise giymişti. Gömleği bembeyazdı, kravatsızdı ama ciddiyetinin zerresine zarar gelmemişti. Fakat bakışlarında alıştığım o soğukluk yerine bu kez hafif bir yumuşama vardı.
“Eğer müsaitsen…” dedi, dudaklarında yarım bir gülümsemeyle, “Sana bir hediyem var.”
Yataktan doğruldum, uykunun bulanıklığı hala üzerimdeydi. Ne dediğini tam anlayamamıştım.
“Tamam…” diyebildim yalnızca, ne olduğunu çözmeye çalışarak.
Ardından birer birer içeri girdiler.
Odaya ilk girenler Deha ve Demir’di. Devrim’in kardeşleri.
İkisi de odanın kapısından yan yana geçebilmek için zorlanarak girmişti çünkü aralarında ellerinde taşıdıkları büyük, koyu ahşap, işlemeli antika bir dresuar vardı.
Deha, üzerindeki gri kapüşonlusuyla Demir’den daha dağınık görünüyordu. Demir ise siyah, düz tişörtünün üzerine açık haki bir gömlek giymişti, daha derli topluydu ama taşıdığı sehpanın ağırlığı omuzlarında kendini belli ediyordu.
Onların hemen ardından Ömer girdi. Onun ellerindeyse devasa bir kutu vardı; kutudan anladığım kadarıyla içinde kocaman bir televizyon olmalıydı. Ömer de takım elbiseliydi, siyah dar kesim pantolonu ve içinde boğazlı kazak olan blazer ceketiyle adeta Devrim’in sağ kolu olduğunu belli ediyordu. Güneş gözlüğünü yukarı ittirip bana hafifçe başını salladı saygılı bir tavırla.
“Bunu nereye bırakalım?” diye sordu Deha odanın ortasında durup bana bakarak.
Ağzımı açmaya çalıştım ama ne diyeceğimi bilemedim. Şaşkındım. Uykuluydum. Üzerimdeki yorgana sarılmış vaziyette onları öylece izliyordum.
O an Devrim gülecek gibi oldu ama kendini tuttu.
“Sizce nereye bırakmanız gerekiyor?” dedi alaycı bir tavırla ve o tipik kendine has gülümsemesiyle.
Hepsinin bakışları yatağın karşısındaki boş duvarda buluştu. Cevap belliydi.
Birlikte dikkatlice hareket ederek antika sehpayı yatağın tam karşısına yerleştirdiler. Sehpa zemine yerleştirildiğinde tahtaların birbirine çarpan sesi odayı doldurdu. O sırada ben uykulu gözlerle ne olup bittiğini izliyor, anlam vermeye çalışıyordum. Ömer Devrim’in emriyle televizyon kutusunu açarken gözlerim bomboş bakıyordu.
“Yeri iyi mi?” diye sordu Demir televizyon sehpasını göstererek,
“E-evet...” diye mırıldandım, “Teşekkür ederim Demir, yani ikinize de...”
“Ben Deha’yım yalnız.” Duyduğum cevap karşısında kafam iyice karıştı.
Sahi ya, hangisi Demir’di hangisi Deha’ydı? Birbirlerine çok da benzemiyorlardı ama hangisinin hangisi olduğunu ayırt edememiştim daha.
“Ben Demir,” dedi yanındaki kapüşonlusuyla daha spor bir giyimle karşımda duran.
“Ben de Devrim.” dediğini duydum Devrim’in sürpriz yumurtadan çıkar gibi.
“Kusura bakmayın...” dedim, “Ben size D1, D2 ve D3 desem olur mu?”
Deha ve Demir kahkahalarla birbirlerine dönerken Devrim gülüşünü bastırmaya çalışıyor gibiydi. O sırada Ömer dikkatle dev ekranı sehpanın üstüne oturttu.
Ben hala televizyon konusunda hiçbir şey söyleyememiştim çünkü hala uykuluydum. Deha, Demir ve Ömer birlikte önümde durmuş televizyonun kurulumunu yapmaya çalışırken Devrim bana döndü.
“Sıkılmaya başladığını tahmin ettim,” dedi, “En azından bir şeyler izlersin.”
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım, “Doğru tahmin etmişsin. Odanın duvarlarını ve tavanını gözüm kapalı çizebileceğim kadar izledim.”
Devrim temkinli bir gülümsemeyle başını eğdi.
“Sevindim.” dedi.
O an Devrim’le ilgili bu zamana kadar nasıl fark etmediğimi bilmediğim bir şey fark ettim.
Boynunun sağ yanında, yakasından biraz yukarı sızan siyah mürekkep… bir piyon dövmesi.
Satranç tahtasının en küçük, en önemsiz, en çok feda edilen taşıydı bu.
Ama piyon, doğru zamanda doğru yere ulaşırsa… vezire dönüşürdü.
Gözlerim o küçük işarette takılı kaldı. O sırada Devrim, uzaktan kumandayı Ömer’in elinden alıp yatağın yanındaki sehpanın üzerine bıraktı.
“Şimdilik her şey hazır,” dedi, “Kumanda artık senin.”
Sonra Ömer’e döndü, “İnternete bağlı mı?” diye sordu.
“Evet efendim,” dedi Ömer, “Bağlantı tamam, dilediği her şeye ulaşabilir.”
Demir ve Deha o sırada arkalarını toplamıştı bile. Deha bana göz kırptı, Demir ise başıyla selam verdi.
“Tekrar geçmiş olsun Eliz,” dedi Demir, içtenlikle.
“Teşekkürler D2!” diye mırıldandım.
“O bendim yalnız!” dedi Deha.
Bu ikili gerçekten eğlenceliydi. Üçü çıkmak üzere kapıya yöneldiğinde Devrim onları durdurdu.
“Siz gidin,” dedi, “Ben birazdan geliyorum.”
Hiçbiri sorgulamadı. Ömer kapıyı sessizce arkasından çekerek kapattı.
Ve biz odada baş başa kaldık. Niye onlarla gitmemişti, benimle konuşmak istediği bir şey mi vardı bilmiyordum ama bir türlü söze girememişti.
Sonunda sessizliği ben bozmak zorunda kaldım.
“Piyon dövmen var,” dedim, “Onu daha önce görmemiştim.”
Devrim önce ne dediğimi anlayamamış gibi kaşlarını çattı. Sonra boynunu eliyle yokladı, dövmeye geldiğinde sanki dövmeyi eliyle hissedebilmiş gibi hafifçe gülümsedi.
“Uzun yıllardır var, evet.” dedi, “Küçükken babamla satranç oynardık. O hep vezirdi. Ben de hep piyon.”
“Sonra?” diye sordum, istemsizce.
“Sonrası…” dedi ve gözlerini yere, bir yandan eliyle düzeltmeyi sürdürdüğü kol saatine doğru çevirdi, “Piyonun neler yapabileceğini iyi öğrenince, vezir olmama gerek olmadığını anladım.”
Sesi alçaktı ama kararlıydı. İçinde taşıdığı öfke yoktu belki ama geçmişin ağırlığı apaçık ortadaydı.
“Peki şimdi?” dedim, “Vezir misin artık? Yoksa hala piyon musun?”
Cevap vermedi.
Yalnızca bana döndü ve konuyu değiştirmeye niyetlendiğini gösteren bir geçiş yaptı.
“Kıyafetlerini beğendin mi?” diye sordu.
“Evet,” dedim, “Teşekkür ederim.”
“Başka bir şeye ihtiyacın olursa söylemekten çekinme lütfen, Doktor Oya senden duyacağı her şeyi bana iletecek. Neye ihtiyacın olursa ona söyle.”
Başımı salladım.
“Peki ihtiyacım olan şey bu evden gitmekse?”
Devrim derin bir iç çekti.
“En azından artık bu odada sıkılmayacaksın.” dedi.
“Evet,” dedim, “Çok teşekkür ederim. Ailemden ve sevdiğim herkesten ayrıyım, ve muhtemelen hepsi benim öldüğüme inanıyor ama en azından bir televizyonum var. Bu harika bir şey.”
Devrim sesimdeki alaycı tonu hissedince bana bir adım yaklaştı. Önce bir süre gözlerime baktı, sonra uzanıp yan sehpada duran kumandayı aldı. Ben ne yaptığını anlamaya çalışırken o bir çırpıda televizyonu açtı ve canlı yayın yapan ana akım kanallar listesine girdi. Yatağın içinde öylece oturmuş, Devrim’in kanallar arasında gezinmesini izliyordum.
Önce bir haber kanalını açtı. Spiker, ciddi ve gergin bir ifadeyle şu cümleyi okuyordu,
“Amerikan diplomatı Mark Benson’ın Türkiye’ye gelişi sonrası kaybolmasının üzerinden günler geçti. Tüm istihbarat birimleri devrede. Gözaltına alınan bazı kişiler var ancak netleşen bir durum henüz yok. Washington yönetimi açıklama bekliyor.”
Ben şaşkınlıkla televizyon ekranına bakarken Devrim bir sonraki kanala geçti.
İkinci kanalda, ekranın alt kısmında aynı başlık kırmızı bültenle dönüyordu :
“Diplomat krizinde ikinci hafta! Türkiye-ABD hattında diplomatik trafik hızlandı.”
Bu kez spikerin sesi görüntülerin üzerine biniyordu,
“Havalimanı görüntüleri, otel kayıtları ve cep telefonu sinyalleri inceleniyor. Yetkililer kamuoyunu paniğe sevk edecek açıklamalardan kaçınıyor ama perde arkasında oldukça hareketli saatler yaşanıyor.”
Üçüncü kanal, daha spekülatifti. Alt başlıkta şu yazıyordu,
“Amerikan diplomatı istihbarat için mi geldi? Kaybolma değil, kaçırılma mı?”
Ekrandaki yorumcular biri birini bastırarak konuşuyor, olasılıkları tartışıyordu.
Boğazımın kuruduğunu hissettim. Diplomatın ekranda verilen fotoğrafları beni o geceye götürdü. Onu canlı olarak gören son insanlardan biri bendim. O gece dizlerinin üstüne çökmüş o hali, o yalvaran yüz ifadesi hala zihnimin içindeydi.
Kalbim sanki üst üste gelen darbelerle içimde sekmeye başladı. Ben sadece… nöbetçi eczane arıyordum.
Sadece bir olaya şahit olmuştum. O gece yalnızca orada bulunmuştum. Ama bu… bu izlediğim şey bana olayın benden ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu. Bu olay kocaman bir yangına dönmüş, ülkenin hatta dünyanın gündemi haline gelmişti.
Birkaç saniye sonra Devrim fark etti sustuğumu, hatta nefesimi tuttuğumu. Kumandayı yavaşça elinden indirip televizyonu kapattı. Yüzümdeki ifadeye dikkatle baktı, ama bu kez yorum yapmadı. Odayı yeniden sessizlik sardığında bile zihnim susmuyordu. O geceden kalma silah sesleri kafamın içinde yankılanıp duruyor, bir tanesi de her seferinde bir yerlerden sekip bir şekilde beni vuruyordu. Aynen o gece olduğu gibi...
Hiçbir şey söyleyemedim. Gözlerim hala kapalı ekrana dikiliydi. Orada gördüğüm şey, artık içimdeki sessizliği daha da derinleştirmişti.
“Şimdi anladın mı?” diye sordu Devrim, “Dışarıda olman yalnızca senin için değil, yanına gitmek istediğin sevdiklerin için de tehlike Eliz. Seni yanımda tutmam benim için bile tehlike.”
“O zaman neden yapıyorsun bunu?” diye sordum dolu gözlerle.
Devrim derin bir nefes aldı ve duruşunu dikleştirdi.
“Anlayacaksın,” dedi, “Bir gün...”
Kapıya yöneldi. Delirmek üzereydim. Cevaplara ihtiyacım vardı, kafam o kadar karmakarışıktı ki birinin bana bir şeyleri açıklamasına ihtiyacım vardı ama bana yardım ettiğini savunan bu adam sorularımı yanıtsız bıraktıkça daha çok bir bataklığın içine battıkça batıyor gibi hissediyordum. Bir şeyleri anlatmak bu kadar zor olmamalıydı.
“Devrim?” diye seslendim ardından. Tam kapıyı açarken durdu ama bana bakmadı bile.
“Bir piyonun bu kadar kibirli olması normal mi?” dedim.
Gülümsedi ama arkasına dönmeden konuştu.
“Kim bilir,” dedi, “Belki de piyon şahı tehdit edecek kadar yol almış olabilir.”
Ve ardından çıkıp gitti.
Ardında kalan karanlık ve sessizlik beni gözyaşlarına boğdu. Ruh halim giderek kötüleşiyordu. Bir şeyleri aşmak istiyordum ama neyi aşacaktım, hangisini aşacaktım? Diplomatın öldürüldüğü o anı mı silecektim zihnimden, yoksa kendi vurulduğum anı mı? O sandığın içindeki çaresiz yatışımı mı, yoksa anne olamayacağımı öğrendiğimdeki hayal kırıklığımı mı? Ailemden ve tüm sevdiklerimden uzak kalışımı mı yoksa yanlarına yaklaşsam onları tehlikeye atacağım gerçeğini mi? Neyi aşacaktım, hangisini?
Bir yaz gecesi hayatımı mahvetmişti. Şimdi bana tamamen yabancı bir ailenin ve bu gizemli adamın yanında süresiz bir misafirliğin başrolüydüm. Peki kimdi bu adam? Beni niçin koruyordu? Beni korumak için kendisini ve ailesini neden tehlikeye atmıştı?
Neden?