7.BÖLÜM : ATEŞ BÖCEKLERİ.

Beyza Alkoç
0

7.Bölüm : Ateş Böcekleri.

Benim için hazırlanan her renkten kıyafet arasından kendime siyah korseli bir elbise seçtim. Hera Amca’nın hizmetlisi Helga birkaç dakika önce odaya, yanıma dönmüştü. Arkama geçmiş korsemi bağlıyordu. Karşımızda duran büyük aynada kendimi ve hizmetlinin mahcup yüz ifadesini izliyordum. Seçtiğim elbise baştan aşağı bir matem elbisesine benziyordu, her elbisem gibi...

“Teşekkür ederim.” dedim, “Şimdi senden bir şey rica edeceğim.”

“Ne isterseniz, Majesteleri. Emredin.”

“Bana kağıt, zarf, mürekkep ve mühür mumu getirebilir misin? Yazmam gereken birkaç mektup var...”

“Tabi efendim!” Helga telaşla kapıya doğru ilerlerken ona döndüm.

“Bundan da kimseye bahsetme.” dedim, “Bunları istediğimi kimse bilmesin ve bana getirdiklerini kimse görmesin.”

“Elbette, Majesteleri!”

Helga odadan telaşla çıktığı sırada ben hala aynanın önündeydim. Uzun, koyu saçlarıma, yüzümdeki durgun ifadeye bakıyordum. Sanki ormanda uyurken daha neşeliydim, ne ilginç. Birkaç yavaş adımla kendimi pencerenin önünde buldum. Perdeyi aralayıp dışarı baktım ama şövalyelere dair hiçbir iz göremedim. Acaba söylediğim yapılmış mıydı? Şövalyeler buradaki odalarına yerleştirilmiş miydi?

Kapı üç kere çaldı,  kapıdan gelen ses kapıya vuran elin güçsüzlüğünü ele veriyordu.

“Girin.” Gelen Helga’ydı.

“İstediklerinizi getirdim efendim, kimseye görünmedim.” Elindeki kağıdı, zarfı, mürekkebi, kuş tüyü kalemi ve mühür mumunu masaya bıraktı.

“Teşekkürler Helga,” dedim, “Peki söylediğim yapıldı mı? Şövalyeler yeni odalarına yerleşti mi?”

“Evet efendim. Hepsi burada. Bay Hera da aşağıda, sizi akşam yemeğine bekliyor.”

“Peki, sen çıkabilirsin. Şövalyelere de yemeğin hazır olduğunu haber verirsen sevinirim Helga. Ben de işlerimi hallettikten sonra ineceğim.”

“Peki efendim.”

Helga odadan çıkar çıkmaz kağıtlardan birini önüme aldım. Kuş tüyü kalemi mürekkebe batırdım ve  ömrüm boyunca en iyi olduğum işlerden birini yapmak üzere kalemi kağıda değdirdim... Yazı taklidi.

Tam beş yaşımdan beri beni kraliçe olmaya hazırlayan bazı dersler alıyordum. Üslup, reverans, sanat ve savaş tarihi, dans, Felemenkçe edebiyatı ve çok daha fazlası... Ders takvimim öyle yoğundu ki bazı günler derslere katılmak istemediğimde babama öğretmenlerimden, öğretmenlerime ise babamın ağzından mektuplar yazıyordum. İşte bu bana kendimi geliştirmeme gerek duyacağım yeni bir alan açmıştı... Yazı taklidi.

Kuş tüyü kalemi parmaklarımın arasında tutarken harfleri bir bir yazıyor ve yazdığım her bir cümleyi kafamın içinde babamın sesiyle duyuyordum. Birkaç cümlelik mektubumu tamamladıktan sonra kağıdı katladım ve zarfın içine yerleştirip kırmızı mühür mumumu masamda yanan beyaz şamdanlık mum ile ısıtıp zarfın üzerine damlattım. Zarfı mühür mumu ile kapattıktan sonra elimdeki kuş tüyü kalemin ince ucuyla henüz kurumamış mumun üzerine “V” işareti çizdim. Bu, krallığımızın isminin, “Vegvisir”in baş harfiydi ve babam her mektubunu böyle mühürlerdi.

Zarfı elime alıp masada duran her şeyi masanın çekmecesine yerleştirdim. Ağır adımlarla odamdan çıktım ve merdivenlere yöneldim. Alt kattaki salondan güzel bir Barok melodisi, çatal kaşık ve sohbet sesleri geliyordu. Siyah elbisemin eteklerini tutarak merdiven basamaklarını birer birer indim, ben son basamakları inerken masadakiler beni fark edip ayağa kalktı.

“Teşekkürler beyler,” diye mırıldandım, “Yemeğinize devam edebilirsiniz.”

Şövalyeler buradaydı, onlar kendi aralarında sohbet ederlerken Hera Amca masanın başında oturmuş ve memnuniyetsiz yüz ifadesiyle olan biteni izliyordu fakat o da beni görünce ayaklanmıştı.

“Hoş geldiniz, Prenses.” dedi Hera Amca, “Yemeğe başlamak için sizi bekliyorduk.”

Gülümseyerek teşekkür edercesine başımı salladım ve yanlarından geçip masanın diğer başındaki sandalyeye oturmak için ilerledim. O sırada Hazar’ın kardeşi Atlas’a yaptığı baş hareketini fark ettim, Atlas telaşla ayaklanıp benim için sandalyeyi çekti.

“Buyurun Majesteleri!”

“Teşekkür ederim.” diyerek gülümsedim ve sandalyeye oturdum, “Her şey çok güzel görünüyor. Öyleyse hadi, yiyelim. Afiyet olsun.”

Herkes yemeğe başlarken gözlerim masaya durmaksızın yemek ve içecek taşıyan hizmetlileri fark etti. Helga içeceklerimizi kadehlerimize başını bile kaldırmadan doldururken bakışlarımı ona çevirdim ve elimdeki zarfı ona doğru uzattım.

“Bunu Bay Hera’ya iletebilir misin?” diye sorduğum an masadaki herkesin bakışları bana döndü.

“O nedir, Prenses?” diye sordu Hera Amca, sesindeki endişeyi duyabiliyordum. Başımı kaldırdım ve gülümsememi bastırmaya çalışarak dingin bir ses tonu ile konuştum.

“Çantam yolculuk için hazırlanırken babam bu mektubu size iletmemi istedi Hera Amca. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Umarım hayırlı bir haberdir...”

Helga elimdeki mektubu alıp uzun masanın diğer ucundaki Hera Amca’ya taşırken gözlerimi onun yüzüne dikmiştim, kağıtta yazan satırları okuduğu an yüzünde oluşacak değişimi görmek için sabırsızlanıyordum.

Gözlerim birkaç saniyeliğine Hazar’a kaydı, saygılı bir şövalye olarak başını öne eğmiş, mektubun açılmasını ve benim yemeğime devam etmemi bekliyordu. Üzerinde bej ve şile bezi bir üst, siyah bir pelerin vardı. Siyahı seviyordu... Benim gibi.

Gözlerim bir kez daha Hera Amca’ya döndüğümde gülüşümü bastırmak için daha fazla çaba göstermem gerektiğini anladım. Yüzü artık kıpkırmızıydı, gözlerine taktığı yakın gözlüklerini parmağıyla gözüne doğru itti ve kağıdı daha iyi görmeye çalıştı. Kağıda bakması gerekenden daha uzun baktı ve boğazını temizleyerek sandalyesini itip ayağa kalktı. Kıpkırmızı yüzü öfkesini ele veriyordu, gözleri gözlerimi buldu ve o an çenesinin nasıl da kasıldığını fark ettim.

“Bir sorun mu var Hera Amca?” diye sordum sahte bir merakla.

“Hayır, Majesteleri.” dedi, öfkesi sesini bile vurmuştu, “Babanız...” dedi ve duraksayıp devam etti, “Kral savaş boyunca sarayda, kendisinin yanında olmamı emretmiş. Mektubu okur okumaz derhal yola çıkmamı istemiş. İzniniz olursa ben birkaç askerim ile birlikte yola çıkmak için hazırlanacağım efendim. Siz dilediğiniz kadar kalabilirsiniz, ne de olsa burası sizin de eviniz...”

Konuşması bittikten sonra ağzını masada duran kumaş ve işlemeli mendil ile silip mendili sertçe masaya bıraktı.

“Tabi,” dedim, “Bu bir seferberlik dönemi Hera Amca. Gitmeniz en iyisi olacaktır. Size iyi yolculuklar dilerim, şans sizinle olsun.”

“Teşekkürler Majesteleri.”

Hera Amca masanın yanından geçip gitti ve telaşla merdivenlere yöneldi. O sırada gözlerim her şeye şahit olan hizmetli Helga’nın gözleriyle buluştu. Dolu gözleri bana şaşkınlıkla bakıyordu, bu masada bunu yapanın ben olduğumu bilen tek kişi oydu ve gözleri bana teşekkür eder gibiydi. Ona başımla mutfağı işaret ettim.

“Mutfağa geçebilirsin,” dedim, “Bir ihtiyacımız olursa sana haber veririz.”

Başını salladı ve hızla mutfağa yöneldi, o kadar şok olmuştu ki konuşamıyordu bile. Derin bir nefes alıp başımı masaya, tabağıma çevirdim.

“Afiyet olsun beyler.” dedim bir kez daha, “Yemeklerimize dönebiliriz.”

Şövalyeler de şaşkındı, az önce yaşananlara anlam verebilmek için birbirlerine bakıyorlar, gözleriyle anlaşmaya çalışıyor gibilerdi.

“Yola yarın sabah mı devam edeceğiz?” diye sordum ve başımı kaldırıp Hazar’a baktım. Hazar önce bana baktı, daha sonra ise gözlerini masaya çevirdi.

“Hava buna müsaade edecek mi bilmiyorum, Majesteleri.”

“Öyle mi?” diye sordum merakla.

“Dışarıda kar kokusu var, ara ara yağıyor ve duruyor. Eğer gece boyunca kar yağışı olursa biriken kar yüzünden buradan atlarla çıkmamız çok zor olabilir. Kararımızı yarın sabah vereceğiz.”

Başımı çevirip yemek masası ile paralel duran büyük pencereye baktım. Tülün ardında kalan pencereden hafif kar yağışını görebiliyordum. Belki de bir günlük bir yolculuk arası bize iyice dinlenmemiz ve kendimize gelebilmemiz için bir fırsat verirdi.

Yemeklerimizi bitirmemiz neredeyse yarım saati buldu. Hera Amca hepimize iyi akşamlar dileyerek hızla yanımızdan geçip giderek evden ayrılırken biz de masadan kalktık. Hizmetliler masayı toplamaya başladıklarında odama dönmek istemediğimi fark ettim.

“Salonda,” dedim, “Şöminenin başında oturmak ister misiniz? Belki bir şeyler içer ve rotamızı konuşuruz.”

Kimi bahçeye çıkmak için kapıya doğru ilerleyen, kimi ise odalarına çıkmak için merdivenlere yönelen şövalyeler oldukları yerde kalıp bana döndü.

“Nasıl isterseniz efendim.” dedi Hazar. Bana eliyle şöminenin etrafını saran ihtişamlı kırmızı koltukları işaret ederek yol verdi.

Onlarla vakit geçirmek, sohbet etmek, dost olmak istiyordum. Oysa şu an onlarla dost olmamın imkansız olduğunu bir kez daha fark etmiştim çünkü onlara söylediğim her şey onlar için birer emirdi. Hizmetliler yemek masasını toplarken şövalyeler ile birlikte şöminenin etrafındaki koltuklara yerleştik. Ben ortalama bir tahttan farksız bir berjere oturdum ve kasılarak onlara döndüm. Kraliyet ailesinden olmayan birileriyle tam olarak nasıl sohbet edilirdi ki? Hangi konularda konuşulurdu?

“Eğer...” dedim bir konu açmaya çalışarak.

Atlas, Boray, Deha, Poyraz, Meran, Somer... ve o, Hazar. Hepsi karşımdaydı, koltuklara yerleşmiş ve bana olan saygılarını kaybetmeden karşımda oturmaya çalışıyorlardı.

“Eğer hava durumu bizi engellemez ise yarın akşam nerede kalacağız? Konaklayacağımız bir yer var mı yoksa dışarıda mı olacağız?”

“Ormanda olacağız, Majesteleri.”

Hazar’ın cevabını duyduğum an derin bir iç çektim. Benim bir ismim vardı ve o ismin “Majesteleri” olmadığına çok emindim.

“Peki bir sonraki gece?” diye sordum, amacım sohbeti uzatmaktı.

“Ormanda olacağız, Majesteleri.”

Dudaklarımı öfkeyle birbirine bastırdım. Sohbet başka türlü ilerlemiyor, burada tıkanıyordu ve tek istediğim onlarla birer arkadaş gibi konuşabilmekti.

“Peki bir sonraki gece?” Bu sorum Hazar’ı şaşırtırken Atlas ve Deha’nın gülmemek için zorlandıklarını fark ettim.

“Sonraki gece kraliyete ait boş bir çiftlik evinde olacağız Majesteleri.”

Hazar beni yanıtlarken ortamın yumuşamaya başladığını hissettim. Diğer şövalyeler kırılma noktalarına ulaşmış, kendilerini gülmemek için zorlarken Hazar’ın konuşmasındaki ciddiyet bile biraz olsun sönmüştü.

“Helga!” diyerek mutfağa doğru seslendim. Helga birkaç saniye sonra yanı başımızdaydı.

“Buyurun efendim.”

“Bize içecek bir şeyler getirir misin? Ben şarap istiyorum.”

“Tabi ki efendim, beyefendiler ne alır?”

“Biz alkol almayız.” diye yanıtladı Hazar, “Alkolsüz herhangi bir şey...”

Hazar’ın yanıtına gizlice gülümsedim. Onu sarhoşken en son gördüğümde sonucundan hiç de mutlu olmadığı şeyler yaşanmıştı.

“Neden?” diye sordum sahte bir merakla, “Siz şarap seversiniz... Ve bira.”

Şövalyenin ateşi iyice harlanırken diğer şövalyeler sorgulayan bakışlarla Hazar’ı süzüyordu. Helga yanı başımızda durmuş karar vermemizi bekliyordu, Hazar başını kaldırıp bana döndü.

“Yarın yola çıkacağız.” diye yanıtladı, “Sizin de içmemenizi tavsiye ederim efendim.”

Omuz silktim ve Helga’ya döndüm.

“Madem tek sebep bu... Bir kadehten hiçbir şey olmaz. Sen hepimize birer kadeh şarap getir lütfen. Ama ikinciyi isteyen olursa sakın verme!”

“Peki efendim.”

Helga yanımızdan ayrılırken gözlerim Hazar’ın gözleriyle buluştu, kendi hayatının hükümdarı oydu, otoritesine karşı gelinmesi onun için alışılmış bir durum değildi.

Yaklaşık yarım saat sonra birer kadeh şaraplarımızı içmiş ve nihayet ortamın biraz olsun yumuşamasıyla birlikte sohbet edebilmeye başlamıştık. Daha doğrusu onlar sohbet ediyor, Hazar ve ben ise dinliyorduk. Bir yandan şöminenin tatlı sesi ile mayışıyor, bir yandan Poyraz’ın anlattığı eski bir hikayeyi dinliyorduk...

“O akşam o kadar çok içmiştik ki ertesi sabah atın üzerine çıkmamla düşmem bir olmuştu.”

“O da bir şey mi o sabah benim atın üzerine çıkmamla kusmam bir olmuştu!” diyerek söze girdi Atlas.

“Ah, hayır.” dedim, “Atın üzerine kustuğunu söyleme lütfen!”  

“Emredersiniz Majesteleri,” dedi Atlas, “Söylemem.”

Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attığımda herkes gülüyordu, Hazar’ın bile dudak kenarları yukarıya bakıyordu.

“İşte bu yüzden...” diye söze girdi Hazar, elindeki kadehi ahşap orta sehpaya bıraktı ve ayağa kalktı, “Daha fazla içmeyip uyumaya gitmemiz en iyisi olacak. Yarın yola çıkacağız.”

Önce ayağa kalkan Hazar’a, sonra pencereye baktım. Başımla pencereyi işaret ettim ve konuşmaya başladım.

“Yarın yola çıkabileceğimize emin misin şövalye?” diye sordum.

Hazar başını çevirip pencereye baktı ve dışarıda yağan karın şiddetini fark ettiği an birkaç adım attığı gibi pencerenin perdesini araladı. Diğer şövalyeler de ayaklanıp Hazar’ın sağ ve sol yanından dışarıya göz atarken evin hemen önündeki büyük huş ağacında yanıp sönen bir şeyler gördüğümü sandım. Gözlerimi kısıp daha dikkatle baktığımda bunların birer ateş böceği olduğunu fark ettim ve merakla ayağa kalktım.

“Şunlar...” dedim pencereye, Hazar’ın arkasına doğru ilerlerken, “Ateş böcekleri mi?”

“Evet efendim.” diye yanıtladı Atlas. Elimi heyecanla kalbime götürdüm.

“Hayatımda ilk defa görüyorum!” diyerek hızla kapıya yöneldim.

“Majesteleri!” Hazar’ın arkamdan gelen temkinli sesi oldukça sertti. Umursamayarak koşuşturmaya devam ettim ve antreyi geçip evin bahçesine çıktım.

“Majesteleri!”

Ağacın önüne ulaştığımda Hazar’ın öfkeli sesini duymaya devam ediyordum, ben merakla ağaçtaki ateş böceklerine bakarken Hazar’ın elini kolumda hissettim. Kolumu nazikçe tuttu ve bana evin kapısını gösterdi.

“Lütfen içeri girin,” dedi, “Beni sizi buna zorlamak zorunda bırakmayın.”

Değişen tavrının sertliğini şaşkınlıkla karşıladım, onu anlamaya çalışırken tuttuğu kolumu parmaklarının arasından çektim ve ona öfkeyle baktım.

“Bir daha sakın ben sana izin vermeden bana temas etme.” dedim öfkeyle.

Hazar kaşlarını çattı ve pişman olmuş bir surat ifadesiyle başını eğip koluma baktı.

“Ben...” diye mırıldandı, “Dikkat ettim ama canınızı mı yaktım?”

“Canımı yakmaman bana istediğin zaman dokunabileceğin anlamına gelmiyor.” dedim sertçe, “Üstelik yalnızca bahçeye çıktım, normalde zaten ormanda kalıyorduk! Seni rahatsız eden ne?”

Hazar sakin kalmaya çalışarak derin bir nefes aldığında çenesinin kasılmaya başladığını fark ettim.

“Bakın, Majesteleri. Normal şartlar altında sizin her cümleniz benim için emirdir ama ben sizin güvenliğinizden sorumluyum ve güvenliğinizi tehlikeye atacak herhangi bir şey yapmaya kalkarsanız emirleri veren taraf ben olurum. Bana bunu babanız söyledi. Şimdi lütfen içeri girin ve odanıza dönün.”

Gözleri gözlerimdeydi, kendinden oldukça emindi. Bu saatte bahçeye çıkmamın nesi yanlıştı bilmiyordum, ne yaparak kendi güvenliğimi tehlikeye attığımı da anlamamıştım ama şu an onunla tartışmak istemiyordum. Başımı son kez ağaca, dallarındaki ateş böceklerine çevirdim ve onlara birkaç saniye kadar baktıktan sonra arkamı dönüp eve doğru yürüdüm. Hazar’ın arkamdan gelmesini umursamadan içeri girdim ve evin kapısını onun suratına çarptım. Şövalyelerin yanından hızla geçip merdivenlere yöneldim. Odama girip kendi kapımı da sertçe kapatır kapatmaz ellerimi sırtıma uzatıp üzerimdeki siyah elbisenin korsesini hızla çözdüm. Elbisemi omuzlarımdan aşağı bıraktım ve ayaklarıma kadar indiğinden içinden çıkıp gittim. Kendime dolaptan siyah bir gecelik seçip altına beyaz tüylü oda terliklerimi giydim ve pencerenin perdesini araladım.

Dışarıda yağan karı izleyip sakinleşmeye çalıştım. Gözlerim yine evin bahçesindeki tüm ağaçları sardığını yeni fark ettiğim ateş böceklerini buldu. Küçücük ve çok fazlaydılar... Onları hayatım boyunca hep çok merak etmiş fakat bir kez bile görememiştim. Ta ki bugüne kadar... Benimle evimden çok uzakta, yabancı bir bahçenin yabancı bir ağacında tanışmak istemişlerdi. Gökyüzünde birer yıldızken kanatlanıp uçmuş ve gelip buraya, etrafımı saran ağaçların dallarına konmuş gibilerdi. Sanki gökyüzünden düşerken uçmayı öğrenmiş birer yıldız gibilerdi.

İç çekerek perdeyi çektim ve yatağıma geçtim. Örtünün altına girip altımdaki kuş tüyü yastıklara yerleştim ve gözlerimi odanın tavanına diktim. Kendi kendime düşününce Hera Amca’nın evinin çevresinde birkaç çiftlik evi daha olduğunu hatırladım, onlar da elbette kraliyete ve babama bağlı ailelerdi ama tehlike her an her yerde olabilirdi. Buralar akşamın karanlığında pek de hareket göremeyeceğiniz yerlerdi ve ihtişamlı elbisesi ile koşarak bahçeye çıkan biri oldukça dikkat çekici olabilirdi. Üstelik bahçeye tek başıma çıkmam bile başlı başına tehlikeliydi... Hazar’ın tek istediği burada konaklayıp temizlenip beslenmemiz ve buradan olabildiğince çabuk ayrılmamızdı, o her konuda duyguları alınmış gibi düşünmeyi, yalnızca mantığı ile hareket etmeyi seviyordu ve belki de doğrusu buydu.

Eğer bir kraliçe olacaksam ateş böceklerinin peşinden koşmamayı öğrenmek zorundaydım...

Üzerimdeki örtüyü güçsüz bir iç çekişle başıma çektiğimde kapımın çaldığını duydum. Dikkatlice doğrulup yatağın içinde oturdum ve kapıya doğru seslendim.

“Kimsiniz?”

Yanıt gelmedi ve kapı tekrar çalmadı.

“Kimsiniz?”

Tekrar seslendim ve yanıt gelmeyince ayağa kalktım. Kapıyı merakla açtığımda ise kimseyi göremedim. Gözlerim merakla oda kapısının açıldığı geniş ve karanlık koridoru süzdü ve kimseyi göremedim. Kapımın çalmadığını, yanlış duyduğumu düşünerek içeri giriyordum ki kapımın tam önünde, ayaklarımın ucunda duran kavanozu fark ettim... Kavanozun içinde ateş böcekleri vardı. Şaşkınlıkla eğildim ve kapımın önüne bırakılan kavanozu ellerimin arasına alıp önümdeki koridora son kez baktım ve kimseyi göremeyince içeri girdim. Odada ilerleyip kavanozu pencerenin önündeki yuvarlak masaya bıraktım. Kavanoza doğru eğilip içindeki ateş böceklerine baktım.

“Altı... yedi...” diye mırıldandı kendi kendime, büyük kavanozun içinde tam yedi tane ateş böceği vardı.

Karanlık odamın ortasında ışık saçan yedi ateş böceği... Parmaklarımla kavanozun camlarını sardım ve onları dikkatle incelemeye başladım. Kanatlarını, nereden ve nasıl ışık yaydıklarını, parmak hareketlerimi nasıl da takip ettiklerini inceledim... Peki onları bana getiren kimdi? Kim olabilirdi?

“Kim getirdi sizi bana?” diye mırıldandım sessizce.

Hayatım boyunca hep merak ettiğim bu minik ve mucizevi canlıları böylesine yakından inceleyebilmek hayatımın en güzel anılarından biri olarak kalacaktı. Kavanozu ellerimin arasına alıp ayağa kalktım, orada çok fazla vakitleri kalmamış olabilirdi... Önce pencereyi, sonra kavanozun kapağını açtım.

“Hadi,” dedim, “Yuvanıza gidin. Özgürlüğe.”

Ateş böcekleri dokusunu hissettikleri rüzgarı fark ettikleri gibi bir bir çıktılar kavanozdan, ışıklarını da alıp uçarak uzaklaştılar. Ben arkalarından iç çekerek bakarken gözlerim bir anlığına aşağıya, bahçede fark ettiğim hareketliliğe kaydı. Şövalyelerden biri ahırdaki atlarına yem götürmüş geri dönüyordu. Tam o an başını kaldırıp pencereme, bana baktı. Gözleri önce gözlerimi, sonra ellerimdeki kavanozu buldu. Kavanoza baktığı an belli belirsiz gülümsedi ve yoluna devam etti. O an benim için o ateş böceklerini yakalayıp kapıma getirenin kim olduğunu anladım.

O Hazar’dı...

Kılıç tutmaktan nasırlaşmış elleriyle benim için ateş böcekleri yakalamıştı. Dümdüz bir mantık adamı olduğunu sanıyordu ama yanılıyordu. Kalbi hala hayattaydı.