6. Bölüm: Turkuaz
Madrid. Turuncu ve kahverenginin tam ortasında, üzerine güneş vurmuş ıslak kum renginde bir şehir adeta. Ve ben bütün acılarımla geldim buraya.
Arkadaşlarımı bıraktım ardımda, tüm meselelerimi bıraktım da geldim. Kaçarcasına gittim, boğulduğum bir denizden çıktım, nefes almaya geldim.
Zayıf noktalarımdan saklanmak için kapattım içimdeki sona ermiş partinin ışıklarını. Defterlere gömüldüm, kitaplara, uzun uzun yazdım ve uzun uzun okudum. Ders kitapları tek sığınağım oldu, yeri geldi romanlara kaçtım.
Birkaç günde bir Berfu ve Dünya Can’a yazdım, nasıl olduklarını sordum, sonra sustum. Aziz Ata’ya ise hiç yazmadım.
İstanbul’daki evimizden ayrıldığımız o günden beri Aziz Ata ile hiç konuşmadım. Ne o yazdı, ne de ben. Sadece sosyal medyada gördük birbirimizi, o birkaç fotoğraf paylaştı, ben de sadece baktım.
Kısa süren bir dostluk olmuştu bizimkisi, bir anda başlayıp bir anda bitivermişti.
Baran’dan ise hiç haber almadım. Ona dair duyduğum son şey ormanda bulunan kırık telefonu, kıyafetleri ve ayakkabılarıydı… Başka hiçbir şey bulunamadı ve artık umudum da kalmadı.
Annem her gün hayallerini kurduğu moda eğitimine gidip gelirken ben hep evde kaldım, yazdım, çizdim, çalıştım. Üniversite sınavına gireceğim gün yaklaştıkça kendimi kitaplara daha çok gömdüm. Tüm bunlar geleceğimi çok umursadığım için değildi aslında, bir kaçışa ihtiyacım vardı ve kitaplar çarem oldu.
Madrid zordu. Kum rengi bir binanın içinde, güneş vuran penceremin önünde durup da hayallere dalmamak zordu çünkü. Çalışma masamın hemen yanındaki pencerenin bir kısmı renkli camlarla kaplıydı, güneş vurduğunda masama düşen renkler yeşil ve maviydi…
Odamı sevmiştim aslında, penceremden saçılan renkler bana biraz olsun huzur vermişti ama buradaki günlerimin sayılı olduğunu bilmek de bir yerde her geçen gün vedaya hazırlanmak gibiydi. Oysa her veda bir kavuşmanın başlangıcıydı…
(ÜÇ AY SONRA)
(SINAV GÜNÜ)
Bir elimde bir kalem, bir silgi, diğer elimde ise bir şişe su. Saçlarımda en tepeden dağınık bir topuz, büyük okul kapısından dışarı adım attığım ilk an tam karşıda duran annemi gördüm.
“Derin!” diye seslendiğini duydum bana, duyabileceğim kadar sesli ama kimseyi rahatsız etmeyecek kadar da sessiz olmaya çalıştığına emindim, çünkü sınavdan en erken çıkanlardan biri bendim.
“Nasıldı?” diye sordu heyecanla, hüzünle gülümsedim.
“Güzeldi,” dedim, “Tahmin ettiğimden daha güzeldi.”
Annemin gülümseyişi büyüdü, bana sıkıca sarıldı, sonra beni kollarımdan tutup yüzüme baktı.
“Sen artık liseli değil misin şimdi?” dedi sevinçle, “Daha dün bez bağlıyordum altına ya!” Gözleri dolmuştu.
Beni bir kez daha kendisine çekti ve sıkıca sarıldı. Oysa benim aklım bambaşka bir yerdeydi o an.
Baran okulun en başarılı öğrencilerinden biri olarak yıllardır hayaller kurarak hazırlandığı üniversite sınavına girememişti bugün. Hala döneceğine inanıyor musun derseniz, artık ona da inanmıyordum.
“Ne istersin? Ne ısmarlayayım sana?” diye sordu annem hevesle.
“Hiçbir şey istemem galiba.”
“Ha bak aklıma ne geldi! Sana söylemeyi unuttum, sabah müzik öğretmenin yazmış bana. Akşam bir parti veriyorlarmış okulda, ilçedeki birkaç okulun ortak partisi. Tüm öğretmenlerin ve tüm son sınıflar davetliymiş. Sınavı atlattığınız için… Gitmek ister misin?”
Omuz silktim.
“Yok ya,” dedim arabaya doğru yürüdüğümüz sırada, “Ben evde oturacağım.”
Okul bahçesi sınavdan çıkan öğrencilerle, onları bekleyen aileleri ve arkadaşlarıyla doluydu. Hava o kadar sıcaktı ki az önce yanından geçtiğimiz bir veli bir şişe suyu kafasından aşağı döküvermişti.
“Derin aylardır yalnızsın zaten, odana kapattın kendini, ders çalışmaktan başka bir şey yapmadın… Sınavın da geçti artık, biraz arkadaşlarınla mı vakit geçirsen? Kafan dağılır hem. Bak bunu normalde söylemem!”
Arabanın başına geldiğimizde annem bana endişeli gözlerle bakıyordu. Üniversiteye giremeden depresyona gireceğimden korkuyordu herhalde. Dayanamayıp konuşmaya devam etti.
“Berfu ve Dünya Can da gidiyormuş, anneleriyle konuştum bizim grupta.”
“Konuşacak daha iyi bir şeyiniz yok mu?” diye sordum arabaya binerken.
Sürücü koltuğunun yanındaki koltuğa yerleştim. Annem koltuğuna oturup arabayı çalıştırırken radyoyu açtım. Telefonumun ekranından saate baktım. Stres içinde bacağımı sallayıp durduğumu fark ettiğimde annem arabayı çalıştırmıştı.
“Konuştum derken, konuşmalarına denk geldim ya. Tek arabayla gitsinler filan diye konuşuyorlardı, Dünya ehliyet almış da.”
Bir anda kendimi tutamayıp gülerek anneme döndüm.
“Dünya?” dedim, “Bizim Dünya Can?”
Gülerek başını salladı annem.
“Daha düne kadar altına yapıyordu o ya!” dedim.
Çocukluk arkadaşı olmanın dezavantajlarından biri de buydu, birbirinizin altına yapma anlarına kadar şahit olabilirdiniz.
“Ben de onu diyorum ya,” dedi annem, “Siz daha düne kadar altınıza yapıyordunuz ne ara reşit oldunuz ehliyet alıyorsunuz, üniversite sınavına giriyorsunuz…”
Kıkırdadım. Dünya Can hepimize göre biraz daha çocuktu, adeta iki yaş kadar geriden geliyor gibiydi. O yüzden ehliyet aldığını öğrenmek kulağa bile garip geliyordu.
“İyi tamam,” dedim gülümseyerek, “Gideyim o zaman partiye. Berfu ve Dünya Can’ı görmüş olurum.”
“Süper, gider bir elbise ayarlarız sana şimdi… Nasıl bir şey giymek istersin?”
“Fark etmez.” diyerek omuz silktim.
“Annesinin moda markası var, kızı ne giyeceği sorulunca fark etmez diyor…” diye söylendi annem.
“O yüzden fark etmez diyorum işte anne, bana yaptığın tonla elbise var. Giyerim birini.”
“Kuaför? Kuaföre gitmek ister misin?”
“Bilmem,” dedim, “Tararım saçımı.”
“Saçmalama Derin ya. Hadi gidelim, ben de bir oje sürdüreyim, sırf sen sıkılma diye… Sen de bir şeyler yaptırırsın kendine.”
İstanbul’a dönüşümüz bir değişim günüyle başlamıştı adeta. Gece havalimanından eve geçip birkaç saat uyumuş, sabah erkenden kalkıp sınavın yapılacağı okulda bulmuştuk kendimizi. Artık hazırlanmam gereken bir sınav yoktu ve bir kuaför koltuğunda oturmuş iyice uzayan kaküllerimi kestiriyordum.
Önce kaküllerim kısaldı, tek tek düştüler alnımdan. Sonra saçlarım kısaldı, omuzlarıma değdi uçları. Kirpiklerim kıvrıldı, kaşlarım alındı. Tırnaklarım renklendi önce, sonra dudaklarım, gözlerim…
Annemin güzellik tabiri “renklenmek”ti.
O yüzden tasarladığı elbiselerin zeminleri dümdüz olur, üzerindeki işlemeler ise rengarenk olurdu. Şimdi üzerimde onun diktiği elbiselerden biri vardı. Kumaşının rengi mor, bordo ve mavi karışımıydı adeta, üzerindeki işlemeler ise kırık beyaz konfetileri andırıyordu…
Karmen yakalı elbisemin boyu dizimin biraz altındaydı, ayaklarımda ise bir çift kısa topuklu kırık beyaz ayakkabı ve içlerinde bileklerime kadar gelen lacivert tül çoraplar vardı.
Renklenmiştim…
Bambaşka biriydim sanki. Büyümüştüm, değişmiştim. Artık bir lise öğrencisi değildim ve önümde koca bir yaz vardı. Belki birkaç ay boyunca buradan uzak kalmak ya da belki de Baran’ın kaybıydı beni büyüten, kim bilir.
Şimdi burada olsa güzelce giyinir, belirirdi yanımda. Kutlamaya birlikte giderdik, sohbet ederdik sabaha kadar. Birlikte geçirdiğimiz yılları anar, çocukluğumuzu hatırlardık. İşte o zaman kutlama yapmak için gerçek bir sebebimiz olurdu belki. Müzik daha güzel çalardı, rüzgar daha güzel eserdi, belki elbisem bile daha güzel otururdu üzerime…
“Ben seni bırakıp eve geçeceğim tatlım,” dedi annem, “Beş dakikaya okulda oluruz zaten. Eve de birkaç arkadaşı çağırdım, kahve içer sohbet ederiz biraz. Üç aydır kimseyi görmüyorum…”
“Kimler?” diye sordum merakla, belki de şüpheyle.
“Zeynep teyzenler filan.” dedi annem, “Her zamanki klasik ekip işte, biliyorsun zaten.”
“Tamam,” dedim, “Size iyi eğlenceler. Dünya beni bırakır, ya da belki Berfu’da kalırım sorun olmazsa.”
“Yoo,” dedi annem, “Annesi evde olduğunuzun haberini verdiği sürece sorun yok.”
“İstersen canlı konum atayım.” dedim alaycı bir tavırla.
“Aaa, olur bak, harika olur.” dedi annem, ciddiye almıştı.
“Sana iyi eğlenceler anne.” dedim gözlerimi devirerek, “Haberleşiriz. Sen istersen bana canlı konum at ama!”
Arabanın kapısını açtım ve aşağı doğru bir adım attığım sırada annemin sesini duydum.
“Ben canlı konum atarım istersen, sorun değil. İyi eğlenceler tatlım, çok güzel oldun, gülümse biraz!”
Ona döndüm, beni izleyen şefkatli gözlerine baktım ve derin bir nefes aldıktan sonra gülümsedim.
“Teşekkür ederim anne,” dedim, “Her şey için…”
“Rica ederim balım.”
Arabanın kapısını kendi ardımdan kapattım ve önünde durduğum okulumun koca binasına ve geniş kapısına şöylece bir baktım. Burada geçirdiğim yıllar hızlıca gözümün önünden geçiverdi. İçeriden gelen müzik sesini işittiğim an gökyüzüne baktım, hava kararmaya başlamıştı ve müziğe doğru bir adım attım, akışa bıraktım kendimi.
Parti için açık ve kapalı olmak üzere iki alan seçilmişti. Okulun kapalı basketbol sahası ve arka bahçesi. Hem basketbol sahası hem de arka bahçe süslenmiş, balonlarla kaplanmış, ışıklarla renklendirilmişti. Pasta, kek, kurabiye tarzı atıştırmalıklarla dolu uzun bir açık büfe ve kokteyller…
“Derin Mavi Sezer!” Berfu’nun heyecanlı ve imalı sesini duyduğumda bana doğru koşturan kısa beyaz elbiseli, kızıl saçlı tatlı bir yüz gördüm.
“Selam!” dedim gülerek, “Bir uğrayayım dedim…”
Berfu ile sıkıca sarıldığımız sırada ikimize birden sarılan bir üçüncü isim belirdi yanımızda.
“Ehliyet partime hoş geldiniz!” dedi Dünya Can, ufak bir kahkaha attım.
“Ya sen nasıl aldın ehliyet, akülü araba bile kullanamazdın!”
“İlk sınavda geçemedi zaten,” diye söze girdi Berfu gülerek, “Sürücü kursu hocasına çarptı arabayla.”
“NE?” dedim şaşkınlık içinde.
“Çarptı diye abartma ya.” diye söze girdi Dünya.
“Çarpmadın mı?” dedi Berfu.
“Çarptım ama biraz çarptım. Bir şey olmadı.”
“Ayak bileği burkuldu,” diye açıkladı Berfu, “Bir ay boyunca ayağa kalkamadı kadın.
“Sonra kalktı sonuçta, şu an iyi ve yürüyor.”
Dünya Can alıngan cevabından sonra bana yanımızda duran kokteyl masasından bir içecek uzattı.
“Ne bu?” diye sordum.
Dünya bir yandan aynı kokteylden içerken bir yandan pipet ağzında konuşuyordu.
“Hibisküslü bir şey… İçinde çok az alkol var ama, ne var bilmiyorum.”
İçecekten bir yudum aldım ve yüzümü ekşitip bardağı masaya bıraktım.
“Eee,” dedi Berfu, “Ne yaptın anlat. Madrid güzel miydi? İspanyollar nasıl? Can Yaman’a benzedikleri doğru mu?”
Güldüm.
“Çok fazla insan gördüm diyemem…” dedim, “Ders çalıştım.”
“Kızım deli misin sen, hiç mi dışarı çıkmadın koskoca Madrid’te?” Berfu’nun sorusuna başımı sallayarak cevap verdim.
“Çıktım da ne bileyim… Alıcı gözle bakmadım yani kimseye. Ama iyiler yani, kadınlar da erkekler de hoştu.”
“Kadınları çok güzel ya,” dedi Dünya Can, “La Casa De Papel’den biliyorum. Ne yapsam staja filan mı gitsem oraya?”
Kıkırdadım.
“Kadınlara dayalı bir kariyer temeli inşa etmek istiyorsan…” diye mırıldandım, “Eh, sınav nasıl geçti bu arada?”
“Benim idare ederdi ya,” dedi Berfu, “Dünya’nın ise bu sene geçtiği tek sınav ehliyet sınavı olacak gibi duruyor.”
“Gerçekten mi?” diyerek Dünya’ya döndüm şaşkınlıkla.
“Galiba.” dedi Dünya, “Belli olmaz tabi ama sanki olmadı gibi… Seninki nasıldı?”
“Bilmem,” dedim, “İyi gibiydi. Neyse, sonuçlar açıklanana kadar konuşmasak daha iyi. Sınavdan bahsedince aklıma başka şeyler geliyor.” Berfu beni anlıyor gibi başını salladı.
“Aynı farkındalığı yaşadın, değil mi?” diye sordu.
“Baran…” diye mırıldandım, “Baran bütün gün aklımdaydı yine. Hayalleri yarım kaldı…” dedim sessizce.
Kısa ve sessiz bir an oldu bahçede. Arkada çalan müzik bile susar gibi oldu bir anlığına. Dünya boğazını temizledi.
“Konuşmasak…” dedi, “Giderek zorlaşıyor benim için. Artık umut da kalmadı gibi…”
Başımı salladım ve önüme döndüm.
Bir süre daha sessiz kaldık. Etrafımızdaki insanlar gülüşüyordu. Dans edenler, sohbet edenler, hatıra fotoğrafları çekilenlerin neşesi yansıyordu bahçeye. Biz de öylece durmuş susuyorduk.
“Aaa,” dedi Berfu bir anda, heyecanlanmış gibiydi, “Şu seninki değil miydi?”
“Kim?” diyerek kaşlarımı çattım.
Başımı kaldırdım, önce Berfu’ya sonra da gözlerinin baktığı yere baktım. Önce okul müdür yardımcısı Feride Hoca’yı gördü gözlerim, sonra yanında duran birkaç yabancı yüzü gördüm ve en sonunda aralarındaki tek tanıdık yüzde durdu gözlerim.
“Aziz Ata.” diye fısıldadım.
“Geçen senenin mezunları.” dedi Dünya Can, “Onları da davet etmişler.”
Gözlerim merakla Aziz Ata’yı izledi. Biraz kilo almıştı, biraz da spor yapmış ve genişlemişti. Her zamankinden daha iyi, daha çekici görünüyordu. Üzerindeki siyah takım elbise vücuduna o kadar güzel oturmuştu ki dağınık saçları vazodaki çiçekler gibiydi. Tek eli cebindeydi, tek elinde ise kokteyl vardı. Boğazımı temizledim.
“Aynen, annem söylemişti,” dedim, “Ama kimse benimki filan değil. Aziz Ata’nın ağabeyi il emniyet müdürü, annemle de arkadaşlar, o sebeple tanıştık biz de. Baran meselesinde yardımları oldu filan…”
“Zeren Teyze’nin erkek zevki iyiymiş,” dedi Berfu, ”Aziz Ata’nın ağabeyi filan…”
“Saçmalama,” dedim, “Sadece arkadaşı.”
Ben Berfu’lara Aziz Ata meselesini açıklarken gözlerim aynı grubun içinde tanıdık gelen bir yüze daha denk geldi bir anda. Aziz Ata’nın birkaç kişi ötesinde ayakta duran uzun sarı saçlı, bronz tenli güzel kıza takıldı gözlerim. Bu kızı bir yerden hatırladığıma, tanıdığıma emindim. Ve bir anda birkaç ay öncesine, Aziz Ata ile bir araba yolculuğumuza gitti zihnim. Eski bir konuşma canlandı zihnimde.
–
“Pınar,” dedi ve ekledi, “Eski sevgilim.”
“Öyle mi?”
“İki ay oldu ayrılalı. Hala her yerden ona dair bir şeyler çıkıyor ama… İki ay kısa bir süre.”
Başımı salladım. Fotoğrafı torpidoya geri koydum ve kapağını kapattım.
“Üzüldüm.” diye mırıldandım, “Ne kadar sürdü ki ilişkiniz?”
“Bir yıl kadar. Sonra da beni aldattı.”
–
Bu kız Aziz Ata’nın eski sevgilisiydi, o da eski mezunlardandı. Fotoğrafta göründüğünden daha güzeldi üstelik. Acaba barışmışlar mıydı? Gerçi Aziz Ata’nın yanında da karşısında da değildi, birkaç kişi ötesindeydi. Bunu barışmamış olmalarının bir işareti gibi algılasam da bundan bana neydi?
“Ya bu eski mezunların hepsi altın jenerasyon gibi.” dedi Berfu, “Hepsi kumral ve sarışın, hepsinin boyu uzun, erkekler kaslı… Bir de bize bak, çamaşır makinesinde çekmiş gibiyiz.”
“Aynen ya,” dedi Dünya Can, “Erkeklerin hepsi minimum bir seksen, ayrıca şu kıza baksanıza… uzun sarı saçlı, koyu yeşil elbiseli… Nasıl bu kadar güzel olabilir ya?”
Boğazımı temizledim, Dünya Can’ın güzelliğini öve öve bitiremediği kız Pınar’dı, Aziz’in eski sevgilisi.
“Onlardan mı bahsedeceğiz bu akşam, boş verin.” dedim, “Güzelse güzel. Allah sahibine bağışlasın.”
Ben konuşurken Dünya Can yalvarırcasına söze girdi.
“Allah bana bağışlasın ya, ne olur lütfen Allah’ım ya…”
“Tamam,” dedi Berfu, “Kapatalım konuyu. Şu kumral olan…”
Berfu konuşurken bir anda sözünü kestim.
“Berfu kapatalım diyorsun sonra sen de aynı konudan devam ediyorsun, bütün akşam kızın güzelliğini mi öveceğiz burada?”
Öfkelenmiş miydim ben? Tamam da neden? Berfu ben konuşurken bir yandan bana kaş göz yapıyor, bir yandan da başıyla arkamı gösteriyordu.
“Ne oldu?” dedim, “Ne var? Saçım mı bozulmuş? Duvara sürtünmüştüm bahçeye çıkarken, elbiseme mi bir şey olmuş?”
“Kumral olan çocuk bize doğru geliyor diyecektim…” diye fısıldadı Berfu.
Sustum. Nefesimi tuttum ve yavaşça arkama döndüm. Bir elim otomatik olarak saçlarıma, onları düzeltmeye yöneldiği sırada gözlerim Aziz Ata’nın gözlerini buldu. Buradaydı, tam karşımda.
“Elbisene bir şey olmamış,” dedi, “Saçların da gayet güzel.”
“Kestirdim.” dedim bir anda, niye böyle bir bilgi vermiştim ki şimdi?
Aziz Ata gülümsedi.
“Fark ettim. Güzel olmuş.”
“Teşekkür ederim…” diye mırıldandım ve Aziz Ata yanıma geçerken ben de önüme döndüm.
“Merhaba,” dedi Berfu, “Ben Berfu. Derin’in arkadaşıyım, çocukluk arkadaşı…”
“Aziz Ata ben.”
Aziz ve Derin el sıkışırken boğazımı temizledim ve kendimi konuşmak zorunda hissettim.
“Senden bahsetmiştim onlara,” dedim, “Baran için olan yardımlarından filan…”
Aziz Ata başını salladı.
“Dünya ben de. Dünya Can. Yardımların için de teşekkür ederiz.”
“Memnun oldum,” dedi Aziz Ata, “Rica ederim ayrıca. Keşke bir şeyler yapabilseydik.”
Baran konusu bir kez daha kısa bir sessizliğe sürükledi bizi. Önümdeki içecekten bir yudum aldığım sırada tek bacağımı stresle salladığımı fark ettim. Aziz Ata’yı aylar sonra görmek beni strese sokmuştu.
“Şey,” dedi Berfu, “Ben bir içerideki partiye geçip geleyim, tanıdık kim var bakayım bir…”
“Tamam,” dedi Dünya, sonra Berfu ona imalı bir bakış atınca, “Haaa!” dedi, “Ben de geliyorum, bekle!”
Berfu ve Dünya bizi kokteyle masasında yalnız bırakıp içeri geçerken Aziz Ata da yanımdaki konumunu değiştirip karşıma geçti. Ceketinin düğmelerinden birini açtı ve kokteylini masaya bıraktı. Onun gözleri beni bulduğunda benim gözlerim aranıyordu, masaya, bardaklara, ellerime bile bakıyordum ama gözlerine bakamıyordum.
“Ne zaman döndünüz?” diye sordu merakla.
“Dün gece,” dedim, “Sınav için geldik.”
“Geri mi döneceksiniz?” diye sordu Aziz kaşlarını çatarak.
“Yoo, hayır.” diye mırıldandım ve kaçmaya çalışan gözlerimi nihayet Aziz’in gözlerine sabitledim, “Aksi bir durum olmadığı sürece buradayız. Sen neler yaptın? Nasıl gidiyor okulun?”
“Bildiğin gibi, iyi bir dönemdi. Bir hukuk şirketinde stajım başladı. Senin sınavın nasıl geçti?”
Aziz ile yeniden tanışıyor gibiydik. Araya giren üç ay aramızda hızlıca gelişen o samimiyeti yerle bir etmişti adeta ama gözlerinde anlam veremediğim bir şey vardı… Sanki beni gördüğü için mutluydu.
“Sınav beklediğimden iyi geçti.” dedim, “Madrid’te kendimi kitaplara adamam işe yaradı sanırım.”
“Sevindim.” dedi Aziz Ata.
Başka ne diyeceğini bilemedi, gözlerimi kaçırıp ellerine baktım, o da başını çevirip etrafına, kalabalığa baktı.
“Eski kız arkadaşın, değil mi?” diye mırıldandım bir anda.
Aziz kaşlarını kaldırarak bana döndü. Önce anlayamamış gibi baktı, sonra bakışlarımı takip edince kendine geldi.
“Evet,” dedi, “Burada olacağını bilmiyordum. Ben de biraz rahatsızdım ortamdan aslında, sonra gözlerim kalabalıkta seni seçti…”
Yutkunarak başımı kaldırdım. Son cümlesi kafamın içinde bir kez daha yankılandı, “Sonra gözlerim kalabalıkta seni seçti.”
Gözlerim gözlerine değdi. Telaşlı ve heyecanlı gibiydi, ben ise içimde bir yerlerde garip bir ürkeklik hissediyordum.
“Karşılaşmamıza sevindim,” dedim, “Aylar oldu…”
“Üç ay.” dedi Aziz Ata, “Siz öyle apar topar gidince seni rahatsız etmek istemedim… Rahatsız etmek deyince de aklıma geldi bak, o şerefsiz yazıp aradı mı seni?”
“Şerefsiz?” dedim soran gözlerle, “Haa, Yiğit… Yok, hayır. En son yaptığım şikayetten sonra hiç iletişime geçmedik. Akıllandı sanırım.”
Aziz Ata ile sohbet etmeye devam ediyorduk ki tam arkamızda kalan kapıdan Berfu’nun telaşlı sesi duyuldu.
“Derin!” diye seslendi Berfu endişeyle.
Başımı çevirip ona baktığımda gözlerinden anladığım kadarıyla endişeli gelen tek şey sesi değildi, Berfu baştan aşağı endişeliydi.
“Ne oldu?” diye sordum, “Berfu iyi misin?”
Telaşla birkaç adım attım, Berfu’nun yanında buldum kendimi. Aziz Ata da yanı başımızdaydı.
“Dünya…” dedi Berfu telaşla, “Kafası merdivendeki parmaklıklara sıkıştı.”
Bir anda donakaldım. Olayın ciddiyeti ve komikliği arasında gidip geldiğim bir an yaşadım.
“Kafası…” dedim, “Merdivendeki parmaklıklara mı sıkıştı?”
Sadece saniyeler sonra okulun üçüncü katında, kimsenin olmadığı merdivenlerde kafası parmaklıklara sıkışmış bir halde bizi bekleyen Dünya Can’ın yanı başındaydık.
“Selam.” dedi Dünya Can parmaklıkların arasındaki kafasını kaldırmaya çalışarak.
Berfu, Aziz Ata ve ben endişelenmek ve kahkaha nöbeti geçirmek arasındaki o ince çizgide orada öylece durduk ve ona baktık.
“Tamam,” dedi Aziz Ata, ve hızlı bir durum tespiti yaptı, “Sakin olalım. İtfaiyeyi arayalım. Çünkü nasıl soktun bilmiyorum ama bu kafa buradan çıkmaz.”
“Hayır hayır!” dedi Dünya telaşla, “Bütün ilçenin mezunları aşağıda! Rezil olurum!”
Öfkeyle burnumdan soludum ve merdivenlere doğru eğilip kafamı tam kafasının hizasına getirdim.
“O zaman niye soktun kafanı buraya Dünya!” dedim öfkeyle.
Aziz Ata kendini tutamayıp ufak bir kahkaha kaçırdı ağzından. Sonra elini ağzına götürdü ve boğazını temizledi.
“Benim yüzümden.” diye öne atıldı Berfu.
“Sen mi soktun kafasını!” dedim şok içinde.
“Hayır,” dedi Berfu, “Okulu merak ettik, gezelim dedik. Sonra Dünya bu parmaklıkları görünce ‘kafam kadar’ dedi, ben de o kadar geniş olmadığını söyledim. O geniş dedi ben değil dedim, o geniş dedi ben değil dedim sonra Dünya bir anda kafasını soktu buraya.”
“Sonuçta sığdı kafam.” dedi Dünya, “Niye çıkmıyor onu da anlamıyorum ki abi!”
Ayaklandım ve ellerimi Dünya’nın omuzlarına koydum. Onu zorlayıp geriye doğru çekiştirerek çıkarmaya çalıştım oradan. Ben onu çektikçe canı yanıyordu.
“KAFAM!” diye bağırdı Dünya.
“Derin, tamam, dur bir…” dedi Aziz Ata, koluma dokundu ve Dünya’dan uzaklaştırdı beni, “Kafası kopacak, dur.”
“Ağlıyor ya.” dedi Berfu sinirleri bozuk bir sesle, “Dünya neden ağlıyorsun?”
“Kafam çıkmıyor.” dedi Dünya Can gözyaşları içinde.
Burnumdan ufak bir gülüş sesi kaçtı. İçimde biriken gerilim ara ara yerini kahkahaya bırakıyordu. Ve Dünya hariç hepimiz aynı durumdaydık.
“Dur bakayım esniyor mu bunlar…” dedi Aziz Ata.
Ellerini parmaklıklara koydu ve parmaklıkları esnetmeye çalıştı. İçinde bulunduğumuz durumun saçmalığı her saniye daha da dank ediyordu.
“Hayır abi sen kafanı neden buraya sokuyorsun ya,” diye söylendim inanamaz bir sesle, “Kafası da nasıl girmiş onu da anlamadım ki.”
Berfu ufak bir kahkaha attı.
“Dur güldürme lütfen,” dedi Berfu, “Kendimi suçlu hissediyorum zaten. Ben de çok şaşkınım, hiç girmeyecek gibiydi. Bir anda çok hızlı bir şekilde yapınca giriverdi galiba!”
Aziz Ata kıpkırmızı olmuş elleri ile bize döndü, uyguladığı güç alnındaki damarı bile belirginleştirmişti.
“Bize zeytin yağı lazım.” dedi nefes nefese.
“Saçımdan çıkmaz o ya.” diye söylendi Dünya. Aziz Ata beklenmedik bir adrenalinle ona döndü ve cevap verdi,
“Böyle de kafan çıkmıyor ama!”
Berfu ve ben gülmekten birbirimize sarılır hale gelmiştik artık, karnıma ağrılar giriyordu.
“Durun,” dedi Berfu, “Ben bir şekilde yemekhaneye girer bulurum yağ. Ayçiçek çağı olur mu ki?”
Bir süreliğine kısa bir sessizlik oldu.
“Berfu sen bari yapma.” dedim ve Aziz Ata’yı gösterdim, “Bu çocuk eski mezunlardan, böyle mi bilsin bizim jenerasyonu?”
“Tamam, tamam!” dedi Berfu, “Kafam karıştı bir an ya! Ben bir koşu gidip geliyorum!”
Berfu koşarak merdivenlere yönelirken ben bir kez daha eğildim ve Dünya’nın sıkışmış kafası ile aynı hizada durup onunla göz göze geldim.
“Üç aydır görmedim sizi ya,” dedim, “Üç ay. Bu halde mi bulacaktım?”
“Aşağıda gayet iyi görünüyordum, öyle değil miydim?”
Başımı salladım.
“Keşke bunu sürdürebilseydin Dünya. Keşke.”
Doğrulup ayağa kalktım. Aziz Ata ise hala parmaklıkları esnetmeye çalışıyordu. Bir anda durdu ve ceketini çıkarmaya başladı.
“Ceketimi tutar mısın?” diye sordu.
Başımı salladım.
Ben Aziz’in ceketini tutarken o beyaz gömleği ile parmaklıkları ayırma çalışmasına devam ediyordu. Gömleğinin içinden görünen kol kaslarından gözlerimi kaçırmaya çalıştım.
“Belki milimlik esnemiştir ama sanmıyorum.” dedi Aziz Ata, “Yağ dökünce çıktı çıktı, çıkmazsa itfaiyeyi çağırmaktan başka çaremiz yok gibi.”
“Of, Allah kahretmesin ya! O kadar kokteyl içmese miydim acaba? Ondan mı yaptım böyle bir şey ya?” diye söylendi Dünya.
“Söylenme hiç.” dedim, “Hem yağ sürmek saçlarına da iyi gelir.”
Aziz Ata yarım bir gülüşle bana baktı. Aşağıda, arka bahçede devam eden partinin coşkusu artmıştı. Müzik sesi bahçedekilerin kendi aralarındaki konuşmalarını bile duyamayacağı bir boyuta geldiğinde kahkaha sesleri de şarkıya eşlik ediyordu. Ajda Pekkan’ın “Bir Tık” şarkısının hızlandırılmış versiyonu bahçede, okulda ve merdivenlerde yankılanıyordu.
“Ne kaçırdığını bilsen ölürdün,
Ateşe yalın ayak yürürdün,
Gözün hiçbir şeyi görmezdi,
Rengime bürünürdün.
Sadece bir tık yaklaşsan yanıma, bir tık…
Bıraksan kendini akışıma, bir tık…”
Şarkının güzel atmosferini Berfu’nun bir şişe Ayçiçek yağı ile koşarak ortama girişi bozduğunda becerikli ellerle yazılmış bir skecin içinde gibiydik. Ya da bir karikatürün, hatta bir fıkranın!
“Ayçiçek yağı buldum!” diye bağırdı Berfu sesini şarkının gürültüsünün üzerine çıkarabilmek için.
“Ya hayır ya!” diye sızlandı Dünya, “Ehliyet aldım bugün! Belli bir karizmam var şu an. Yapmayın bana bunu çocuklar lütfen ya!”
Ben Berfu’nun elindeki yağ şişesini alıp Dünya’nın kafasına dökerken Berfu dökülen yağı Dünya’nın saçına boca ediyordu.
Aziz Ata ise tam yanımda son bir şans parmaklıkları esnetmeye çalışıyordu! Birbirimize o kadar yakındık ki parfümünün odunsu kokusunu içime çekmemek çok zordu.
Ben ve Berfu Dünya’nın parmaklıklar arasına sıkışmış kafasına yağ döküyorduk, Aziz Ata ise parmaklıkları zorluyordu ve “Sadece bir tık yaklaşsan yanıma.” diyordu Ajda Pekkan.
Böyle bir gecede bu şarkının eşliğinde böyle bir an yaşayacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
“Tamam yeterince döktük!” diye seslendim şarkının sesini bastırmaya çalışarak.
“Çekiyorum o zaman!” dedi Aziz Ata.
Dünya Can’ın doğum anına şahit oluyor gibiydik.
“Bir avazda, hadi!” dedi Berfu.
Kendimi tutamayıp bir kahkaha daha attım. Dünya’nın kafası biraz daha çıkmazsa biz burada gülmekten akli dengemizi kaybedecektik.
“Hadi abiciğim hadi.” dedi Aziz Ata Dünya’nın kafasını önden ittirirken, ben de Dünya’nın omuzlarını tutuyordum.
Ve işte o akşam, 21 Haziran gecesi saat 21.36’da bir kez daha doğdu Dünya Can!
Dünya kurtulduktan sonra ise olayın komikliği daha çok dank etti. Aziz Ata merdiven basamaklarından birine oturmuş gülerken Dünya yağ içindeki kafasıyla bize bakıyordu, Berfu ve ben ise gülmekten nefes alamıyorduk.
Olaydan (!) yarım saat kadar sonra dördümüz birlikte okulun arka bahçesinin uzandığı semt parkında dağılmış bir halde yürüyorduk. Ayakkabılarımı çıkarıp elime almış, mavi tül çoraplarıma basarak yürüyordum. Aziz Ata yağ bulaşmış gömleği ve ceketiyle yanı başımdaydı.
Dünya ise yağ içindeki kafasını ıslak mendil ile silmeye çalışarak yanımızda yürüyordu. Berfu’nun saçları darmadağındı ama kendi halini umursamadan Dünya’ya ıslak mendil uzatıp duruyordu.
“Bu yaşadıklarımız aramızda kalacak.” dedi Dünya hararetli bir şekilde.
“Zaten anlatsak da inanmazlar ki.” dedim.
Dünya bana alıngan gözlerle döndü.
“Tamam, tamam! Aramızda!” Gülerek önüme döndüm.
Bir süre parkta yürüdük. Partiden uzaklaştıkça uzağımızda kalan müzik sesinin yerini kuş sesleri almıştı. Hava sıcacıktı.
“Havuz.” dedi bir anda Dünya.
Başımı kaldırıp gözlerinin baktığı yere baktım. Tam karşımızda, parkın içindeki sosyal tesisin havuzu duruyordu.
“Havuz yağı çıkarır mı?” diye sordu Dünya Can hevesle, “Klor filan vardır içinde, kesin çıkarır. Islak mendil de şampuan etkisi yapsa…”
“Saçmalama Düny…”
Ben daha ismini bile söyleyememiştim ki Dünya’nın yanımızdan koşarak uzaklaşan görüntüsü bir silüet olup havuza doğru ilerlerken üçümüz de kalakaldık.
“Gerçekten havuza mı girecek?” dedi Aziz Ata, sanki Dünya’nın kullanım kılavuzu bizmişiz gibi.
“Evet,” dedi Berfu dehşet içinde, “Havuza girecek.”
Ve sosyal tesisin önündeki duvarın üzerine çıkıp bahçeye atlayan Dünya gördüğümüz son şeydi. Su sesi kulaklarımıza geldiğinde ise birbirimize baktık.
“Atladı!” dedim.
“Of gidip bakalım şu aptala ya! İçme dedim ama ona!”
Berfu söylene söylene sosyal tesislere ilerlerken Aziz Ata ve ben de peşindeydik.
“Durun,” dedi Aziz Ata, “Ben size yardım edeyim.”
Bizden önce duvarın üzerine çıktı ve elini önce bana uzattı. Duvar zaten çok yüksek değildi ama Berfu ve benim biraz desteğe ihtiyacımız olacaktı.
“Teşekkürler!” diyerek tuttum elini ve Aziz Ata beni çektiği an duvarın üzerinde buldum kendimi.
Berfu da Aziz Ata’nın yardımıyla duvarın üzerine çıktığında ve üçümüz birlikte önümüze döndüğümüzde karşımızda gördüğümüz manzara gerçekten inanılmazdı.
“Selam!” dedi Dünya Can. Üzerindeki takım elbise ile havuzdaydı, “Yağ baya çıktı gibi! Gelsenize!”
İnanamaz gözlerle gülüşerek birbirimize baktık ama bir anda üçümüzün arasında gizli bir iletişim kurulur gibi oldu. “Neden olmasın?” dedi sanki kalplerimiz. Hayatım boyunca hep kurallara göre yaşamıştık, bir kez olsun böyle bir delilik yapmak neyi alıp götürürdü ki bizden? Ne zararı olurdu bize?
“Hadi o zaman!” dedi Aziz Ata.
Duvardan atladı. Berfu da bir hevesle duvara tutunup yere indiğinde kahkahalar içindeydi.
“Gerçekten yapacak mıyız bunu?” diye sordum duvarın üzerinden.
Elimdeki ayakkabılarımı yere, havuzun kenarına fırlattım. Berfu çoktan üzerindeki elbise ile havuza girmişti bile!
“Gel hadi!” dedi Aziz Ata, bana ellerini uzattı.
Titrek bir nefes aldım. Havuzun turkuazına kaydı gözlerim, Aziz Ata’nın saçlarının koyu sarısına ve parkın yeşilliğine… Renklenmek güzelleşmekti, annem hep böyle derdi.
Bıraktım kendimi rüzgara ve rüzgar beni Aziz Ata’nın kollarına itti. Kendimi kollarının arasında bulduğum sırada ayaklarım yere değmiyordu.
Bir anlığına, kısacık bir anlığına nefesim nefesine karıştı. Ayaklarım yere değdiğinde ise eli elimdeydi.
“Hadi.” dedi ve gülerek havuza çekti beni.
“Hadi ama!” diye bağırdığını duydum Berfu’nun.
Önce ayaklarım girdi suya, sonra Aziz’in beni elimden çekmesiyle tüm vücudum… Annemin özenle diktiği özel elbisem havuzun turkuazının içindeydi artık, özenle fön çekilen saçlarım sırılsıklamdı ve kimin umurundaydı?
Hayatımın en güzel akşamlarından biriydi o akşam. Gecenin devamında beni neler bekliyordu bilmiyordum elbette, yalnızca orada, o anın içindeydim ve gerisi de önemli değildi ötesi de.
“Yaşıyoruz!” diye bağırdı Dünya Can kahkahalarla.
“Evet,” dedim, “O son kokteyli içmeyecekti bu.”
“Ama haklı çocuk…” diye araya girdi Aziz Ata, suyun içinde ıslanmış saçlarıyla bana döndü, ve ekledi, “Yaşıyoruz.”
Haklıydı, tam şu an gerçekten yaşıyorduk…
“Ya keşke telefonlarımızı çantalarımızdan alsaydık. Fotoğraf çekerdik.” Berfu’nun cümlesini duyunca başımı çevirip ayakkabılarımla birlikte yere bıraktığım parlak gri çantama baktım.
“Merak etme,” dedi Aziz Ata, “Belediyenin kameraları çekiyordur. Ceza gelince görürüz görüntülerimizi.”
“Ceza mı?” Berfu şaşkınlıkla donakaldığında Aziz Ata güldü.
“Sıkıntı yok, hukuk okuyorum ben.” dedi, “Hallederiz.”
“Hallederiz derken cezayı ödeyecek yani.” diye ekledim.
Aziz güldü.
Havuzda belki on belki on beş dakika kadar durduk. Öyle bir serinleyip çıkmışız gibi oldu aslında, ama o serinlik hiç unutulmayacaktı.
Çıktıktan sonra ıslak kıyafetlerimizle bir süre havuzun başında oturduk. İşte o an Berfu dileğini gerçekleştirdi ve çantasında çıkardığı telefonunun kamerasını açıp ekranını bize çevirdi.
“Poz verin!” dedi.
Yerde oturmuş, sırılsıklam parti elbiselerimizle kameraya baktık ve gülümsedik.
“Peyniiiir!” dedi Dünya Can ve ekledi, “Acıktım ya.”
“Şurada büfe var.” dedi Berfu, “Gel bir şeyler alıp gelelim. İnsan gibi kapıdan çıkalım ama duvardan atlamayalım.”
Onlar gülüşerek sosyal tesislerin kapısına doğru yürürken büfenin ışıkları görüş hizamızda kalıyordu. Berfu ve Dünya’nın uzaklaşması havuz başını sessizleştirince Aziz Ata bana döndü.
Hava karanlık olsa da bembeyaz bulutlar gökyüzünden seçilebiliyordu, hafiften rüzgar çıkmış, sıcak bir esinti olmuştu. Islak saçlarımı kulaklarımın arkasına aldım ve ben de ona baktım.
“Bir şey mi söyleyeceksin?” diye sordum. İç çekti. Bir şey söylemeyince ısrarla sordum.
“Bir derdin mi var senin?” Gözleri uzağa baktı ve tereddüt etse de döküldü.
“Ağabeyim…” dedi.
“Ne olmuş ağabeyine?”
“Yengemden boşandı.”
Şok içinde Aziz’e döndüm. Aylar önce annemle birlikte gördüğüm Deha Yener şimdi karısından mı boşanmıştı? Bu ayrılığın annemle bir ilgisi olabilir miydi? Adam karısından annem için boşanmış olabilir miydi?
“Ne diyebilirim bilmiyorum…” diye mırıldandım, “Ama eğer bunun annemle bir ilgisi olduğunu düşünüyorsan… Annem evli olduğunu öğrendiğinden beri ağabeyinle konuşmuyor.”
Aziz başını salladı.
“Biliyorum,” dedi, “Sana inanmadığım için üzgünüm, anlattıklarının doğru olduğunu çok sonra öğrendim ama onlar zaten ayrılacakmış, annen olsa da olmasa da.”
“Çocuklar?” diye sordum, “Çocukları vardı, değil mi?”
“Evet,” dedi Aziz, “İki tane. Anneleriyle kalacaklar. Yengem de ağabeyim de umurumda değil aslında da çocuklar var işte…”
Üzgün bir nefes verdim.
“Umarım onlar için en iyisi olur…” Önüme döndüm.
Gerçekten üzülmüştüm. İçimdeki huzursuzluğun sebebi bu ayrılığın sebebinin annem olup olmadığıydı. Derin bir nefes aldıktan sonra konuyu değiştirmek için içimde tuttuğum bir soruyu soruverdim.
“Aziz,” dedim, başını çevirdi, “Neden bana yazmadın? Üç ay boyunca…”
Hüzünle gülümsedi. Dizlerinden birini kendisine doğru çekmiş, kolunu dizine yaslamış elindeki koparılmış çim tanesi ile oynuyordu.
“Sen her şeyin çok üst üste geldiğini, annenin seni bu yüzden götürdüğünü söyleyince yazmamın seni rahatsız edeceğini düşündüm Derin.” dedi, “Buraya dair her şeyden kopmak istediğini düşündüm…”
“Doğru. Kopmak istedim.” dedim, “Ama sonra da geri dönmek istedim.”
Berfu ve Dünya Can ellerinde sandviçler ve içeceklerle bize doğru yaklaşırken esen ılık rüzgar sayesinde biraz olsun kurumuş görünüyorlardı. Halimizi düşününce bu akşam yaşananlara bir kez daha inanamadım. Takım elbiseler ve parti elbiseleri ile sırılsıklam ve yağ içindeydik.
Şimdi ise hep birlikte yan yana oturmuş ellerimizde birer sandviç, havuzun turkuazını izleyerek soğuk kahvelerimizi içiyorduk.
“Bende kalsana Derin,” dedi Berfu, “Benim evim daha yakın buraya.”
Isırdığım sandviç parçasını çiğnerken başımı salladım, “Olur.”
Dünya dolu ağzıyla söze girdi.
“Ooo ama siz kızlar gecesi yapıyorsanız Aziz Ata kardeşimi de ben eve götürüyorum o zaman!”
“Sen bana gel,” dedi Aziz Ata, “Tek yaşıyorum ben.”
Hüzünle gülümsedim. Baran’ın telefonunun ve eşyalarının bulunduğu gün Aziz Ata’nın yeni evini hazırlamak için yardıma gidecektim aslında. Şimdi aradan üç ay geçmişti ve Aziz Ata artık benim hiç gitmediğim o evde yaşıyordu.
“Bana uyar,” dedi Dünya, “Hem belki üniversiteli kızlar da vardır o çevrede…”
“Aynen,” dedi Berfu, “Üniversiteli kızlar sürekli dolaşıyorlarmış evin çevresinde. Acayip bir yoğunluk varmış, kapılarda filan yatıyorlarmış!”
Dünya gözlerini devirdi.
“Berfu sen beni kıskanmaya başladığının farkındasın, değil mi?”
Bir yandan kahve içip bir yandan sandviç yerken Dünya ve Berfu’nun arasında kalmış, atışmalarını dinliyorduk resmen.
“Ya ben senin kafanı o parmaklıkların arasında gördükten sonra neyini kıskanacağım Dünya?”
Sohbet o kadar güzel akıp gitmişti ki dördümüz arasında, bir noktada artık uykusuzluktan esnemeye başladığımda saatin gece yarısını geçtiğini fark bile etmemiştik. Hep birlikte kalkıp Aziz’in arabasına bindiğimizi hatırlıyorum. Dünya’nın arabası okulda kalacaktı, şu an bırakın araba kullanmayı yürüyecek hali bile yoktu.
Yollar bomboştu, evlerin ışıkları yanıyordu, şehir kaotik yanını beklemeye almış kısa bir süreliğine huzura kavuşmuştu sanki. Sokakları geçtik birlikte, trafik lambalarında durduk ve kalktık, sıcak yaz rüzgarını hissettik yol boyunca…
“İyi geceler size, dikkatli gidin.” dedim gecenin sonunda Berfu ile arabadan indiğimizde.
“Eve girince haber verin.” dedi Aziz Ata, “Yaz bana.”
“Siz de.” diye mırıldandım ve kapıyı kapattım.
Berfu’ların evine girer girmez Berfu’nun odasına geçtik ve üzerimdeki ıslak kıyafetleri bile çıkarmadan Aziz Ata’ya yazmaya başladım.
“Biz eve girdik.”
Sonra hızlıca kıyafetlerimizi değiştirdik. Berfu’nın pijama takımlarından birini giydiğimde tüm gece aslında ne kadar üşüdüğümü fark ettim.
“Donmuşum!” dedim.
“Gel hadi gel, yorganın altına gir!”
Güldüm ve Berfu’nun yanına, yorganın altına geçtim. Çocukluğumuz böyle geçmişti, bazen o bizde kalırdı bazen ben onlarda. Birlikte uyumaya çok alışıktık aslında. Özlemiyor da değildim o günleri.
“Bayılacağım uykusuzluktan.” dedi Berfu, “O kadar yorulmuşum ki…”
“Hadi uyu.” diye fısıldadım. Gözlerini zar zor açık tutuyordu. Bu haline gülüp ona arkamı döndüm.
Telefonumu elime alıp Aziz Ata ile olan mesajlaşma sayfamıza girdim. Profil fotoğrafını tıklayıp deniz kenarındaki bir kahvecide çekilmiş fotoğrafına baktım. Üzerindeki lacivert polar hırkaya yaklaştırdım, sonra saçlarına, gözlerine…
“Of.” diyerek kapattım telefonumun ekranını.
Artık kabul etmem gereken bir gerçek vardı ki Aziz Ata Yener yakınımda olduğu her an beni etkiliyordu. Ondan etkilenmemem, ona çekilmemem mümkün bile değildi. Teni, kokusu, gözleri, sesi, gülüşü… O her şeyiyle hayatımda gördüğüm en çekici insandı.
“Mahperi Abla, kolonya!” diye seslenmek istedim o an.
Dakikalar boyunca onu düşünüp durdum. Hani böyle bazı akşamlar vardır, “Hah işte başlıyoruz!” dersiniz, işte bu öyle akşamlardan biriydi.
Kalbim onu düşündükçe hızlanıyordu, onunla konuşmak, onu daha fazla görmek, yakınında olmak istiyordum. Sonunda telefonuma gelen bildirim sesiyle heyecanla ekrana baktım. Mesaj ondandı.
“Biz de eve geldik. Dünya merdivenlere kustu.”
Kendimi tutamayıp gülmeye başladım. Dünya’nın kusması mı komikti yoksa Aziz Ata’nın bana yazmış olması mı güldürüyordu beni? Ne oluyordu bana ya? Heyecanla cevap yazmaya başladım.
“Temizliğe geleyim mi?”
Aziz’den anında cevap geldi.
“En son böyle dediğinde araya üç ay girdi. Mümkünse temizliğe gelme. Yemeğe gel. Olmaz mı?”
Neredeyse heyecandan bayılacaktım. Üç ay boyunca aşırı derecede ders çalışmak beynimi yok etmişti sanırım.
“Olur,” yazdım, “Ne zaman?”
Cevap hemen geldi.
“Yarın akşam?”
“Tamam, yarın akşam görüşürüz.”
Telefonun ekranını kapattığımda gözlerimi de kapattım, gülüşüm ise hala yüzümdeydi. O gece gülümseyerek uyudum ve sabah da gülümseyerek uyandım. Sandım ki yeni bir dönemdeyim artık, sandım ki yüzüm hep gülecek…
Berfu ve annesi Yeliz Teyze ile güzel bir kahvaltı yaptım. Üç aylık bir ara ve dün gece yaşadıklarımız bana o kadar iyi gelmişti ki yepyeni bir Derin olmuştum sanki. Yeliz Teyze beni eve bırakırken üzerimde Berfu’nun kot pantolonu ve mavi bluzu vardı.
Planım eve gidip duşa girmek, bahçede saatlerce kitap okumak, akşama doğru ise hazırlanıp Aziz Ata’nın evine yemeğe gitmekti. Bahçemizi ve saatlerce roman okumayı o kadar özlemiştim ki benim için gerçek tatil buydu.
“Gelmez misin Yeliz Teyze? Kahve içerdik.” Arabadan iner inmez kapıyı açık tutarak sordum.
“Yok yavrum, bugün çok işim var ama bu hafta uğrarım size. Zeren’e selamımı söyle. Öpüyorum onu da.”
“Tamam, görüşürüz, her şey için teşekkürler!”
Yeliz Teyze arabası ile ilerlerken ben evin kapısına doğru ilerledim. Kapıyı anahtarımla açtım. Çantamı ve ayakkabılarımı antredeki dolaba yerleştirdiğim sırada annemin salondan gelen sesini dinlemeye çalıştım.
“Ben halledeceğim,” diyordu, “Ben konuşacağım, bana bırak…”
Kaşlarım çatılı bir şekilde ağır adımlar ve meraklı gözlerle salonun cam kapısına doğru ilerledim.
Soran gözlerle salona doğru bir adım attım ki gördüğüm manzara üç aylık bir arayı ve dün gecenin güzelliği yıkıp yerle bir ediverdi.
Hayal kırıklığı içinde gülümsedim.
“Derin,” dedi annem, “Hoş geldin. Gel, seninle bir şey konuşmak istiyoruz.”
“Siz…” dedim, yüzümdeki acı gülümseme büyüdü, “İkiniz…”
Annem ve o karşımdaydı… Deha Yener.
“Yavrum,” dedi annem umut dolu gözlerle.
Ağzından çıkacak cümleyi merakla ve öfkeyle beklerken birazdan söyleyeceği şey tahmin ettiğim ve edebileceğim her türlü sonun ötesindeydi.
“Söyle.” dedim.
Annem önce bana baktı, sonra baştan aşağı marka giyinmiş Deha Yener’e ve sonra bir kez daha bana döndü ve bir çırpıda söyledi içinde tuttuğunu.
“Biz evleniyoruz Derin.”
Kafamın içinde dün akşama döner gibi oldum bir anda. Havuzun soğuk suyunun turkuazına battı çıktı ruhum, sonra bir kez daha battı çıktı ve en sonunda bir kez battı ve bir daha çıkamadı…
İsmimin maviliğinin bile beti benzi attı adeta. Turkuaz beni ele geçirdi, her yanımı sardı.