6.Bölüm : Şemsiyelerin Altında.

Beyza Alkoç
0

6.Bölüm : Şemsiyelerin Altında.

(Yazarın Anlatımıyla)

“Nazan?”

“Nazan?”

Kumru’nun babası Murat Sonat günler sonra ilk kez tüm eşyalarını almak üzere eve döndüğünde evdeki karanlığa şaşırmamıştı. Eşi ve kızının annesi Nazan’ın evde olmasını bile beklemiyordu. Hangi akşamı evde geçirmişlerdi ki? Tam eşyalarını almak için yatak odasına yönelmişti ki oturma odasından gelen kısık televizyon sesini duydu ve karanlık oturma odasına doğru ilerledi. Odanın tek ışığı televizyondan geliyordu. Şaşkınlıkla televizyona ve karısına baktı.

“Nazan? Sen iyi misin?” diye sordu. Nazan Sonat elinde bir kumanda ile kıpkırmızı olmuş gözlerini ayırmadan televizyondaki kanalları değiştirip duruyordu.

“Nazan,” dedi bir kez daha, kadın aklını kaçırmak üzere gibiydi, televizyondan başka hiçbir şeyi görmüyordu ve duymuyordu. Tek yaptığı saniye saniye kanallar arasında dönüp durmaktı. Murat Sonat endişeyle karısının önünde diz çöktü ve elinden kumandayı aldı. Televizyonu kapattığında Nazan’ın kıpkırmızı gözleri Murat’ın gözlerine döndü.

“Ne oldu?” diye sordu.

“Yok...” dedi Nazan, “Hiçbir yerde yok.”

“Ne yok Nazan? İyi misin sen? Neyin var? Bir şey mi içtin? Sen en son ne zaman uyudun, bu gözlerinin hali ne böyle?”

Murat Sonat art arda cümlelerini sıraladığında karısı onu duyuyor ama anlamıyordu. Aklı bambaşka bir yerdeydi, içindeki paranoyalarla gözlerini televizyondan ayırmadan geçen iki günün sonunda geldiği hal görülmeye değerdi.

“Kumru...” dedi sessizce, “Bir yarışmaya katılacağını söyledi.”

“Ne yarışması?”

“Bilmiyorum, bilmiyorum Murat. Sadece bir yarışmaya katılacağını söyledi, iki gün önce konuştuk ve yarışmanın o akşam başlayacağını söyledi, onu görmek istersem televizyonu açabileceğimi söyledi. Ama hiçbir yerde böyle bir yarışma yok.”

Nazan’ın son cümlesi Murat’ın beyninin içinde yankılandı,

“Ama hiçbir yerde böyle bir yarışma yok.”

“Ne yarışması bu? Ne saçmalıyorsun sen? Beni eve döndürmek için kurguladığın bir yalan mı bu?”

Nazan Sonat öfkeyle ayağa kalktı. Yaşadığı ufak çaplı sinir kriziyle aklına ve ağzına gelen her şeyi bir bir söyledi.

“Sen ve ben dünyanın en bencil iki insanıyız Murat. Anladın mı beni? Dünyaya bir çocuk getirdik ve bir daha onun yüzünü bile görmek istemedik. Onu tek başına bıraktık, beş yaşındayken kendi kendine yemek yapabilen bir çocuk bıraktık dünyaya! Sesimizi sadece biz kavga ederken duydu. Sen gittikten sonra ona o kadar kötü cümleler kurdum ki... O kadar berbat bir anneyim ki kendimden nefret ediyorum! Ona her şeyin onun yüzünden olduğunu söyledim.”

“Ne dedin?”

“Bakma bana öyle, sanki sen benden farklısın. Günlerdir arayıp sordun mu onu? Sordun mu? Günlerce teyzesinde kalmış, bir ara bir yarışmanın elemelerine katıldığını anlatmış kuzenine. Canlı yayınlanacağını söylemiş, yedi gün yirmi dört saat televizyonda olacaklarını söylemiş. Ama yok!”

“Nasıl yok?” dedi Murat akıl almaz bir şok içinde, “O zaman Kumru nerede?”

Çocukları ile on dokuz yıl boyunca bir kez olsun ilgilenmemiş bir anne ve baba hayatlarında ilk defa çocukları için endişelenen gözlerle çaresizce birbirlerine bakakaldılar o gün, o an.

“Tüm kanalları dönüp duruyorum, tek tek tüm kanalları arayıp sordum. Hiçbirinin böyle bir yarışmadan haberi yok.” diye anlatmaya devam etti Nazan Sonat. Sonra çaresizce yere oturdu ve eline televizyonun kumandasını aldı.

“Ne yapacağız?” diye sordu Murat çaresizce bir öfkeyle, “Burada oturup kanal kanal gezecek miyiz? Polise...” derken Nazan cümlesini kesip konuştu,

“İki saat önce karakoldaydım. Arıyorlar. Yani evet, burada oturup kanal kanal gezip kızımızı arayacağız. Zor mu geldi?”  

Murat Sonat karısının yanına diz çöktü ve başını televizyona çevirdi. İkisi de hayatlarında hiç hissetmediği bir duyguyu ilk defa hissediyorlardı o an. Korku...

İçlerinde korku, akıllarında tek bir soru vardı.

Kumru neredeydi?  

(Kumru’nun Anlatımıyla)

Yolun sonuna ulaştığımızda önden giden Eren’in bize dönüp gülümsemesiyle başardığımızı fark etmiştik. İkinci evdeydik ve anahtar ikinci evin paspası altındaydı.

“Acaba saat kaç?” diye mırıldandım kendi kendime, “Saati ve tarihi takip edemememiz çok kötü...” Eve doğru yürüdüğümüz sırada Uraz bana doğru döndü.

“Günlerden ikinci gün, saat ise güneşin batmasına yakın bir saat, yeterli mi?” Gülümsedim.

“Yeterli.” dedim sessizce.

“Eve gidince ne yapacaksınız? Planınız var mı?” diye sordu Nisan merdivenlerden çıktığımız sırada.

“Ben televizyon izleyeceğim, Netflix filan...” Bulut’un cevabı beni güldürdü.

“Keşke, en kötüsü de teknolojiden uzak olmak.” diye mırıldandım.

“Çocuklar evde şarap var.” diye bağırdı Eren içeriden.

“İşte şimdi teknolojiye gerek kalmadı.” Bulut’un cevabını duyunca derin bir iç çektim. Alkol kullanmıyordum, hiç kullanmamıştım. Bu haber yalnızca Bulut’u, Eren’i ve Nisan’ı mutlu etmiş gibiydi. Uraz da mutlu görünmüyordu.

“Sen de mi alkol kullanmıyorsun?”

“Eğlenmek içinse hayır.”

“Anladım.” Bir nevi abisi yukarıda hayatta kalmaya çalışırken kendisinin burada eğlenmek istemeyeceğini anlatmaya çalışıyordu.

“O zaman bu akşam biraz kafa mı dağıtsak?” dedi Nisan Uraz yanından geçip odasına doğru ilerlerken. Nisan’ın gözleri yanından geçip giden Uraz’ın üzerinde kalmıştı.

“Ben alkol kullanmıyorum, size iyi eğlenceler.” diyerek yanlarından geçip odama doğru ilerledim. Uraz çoktan odasına girmişti.

“Makarna yapacağım, gelip ondan yiyin bari.” Eren’in sesini duyunca odamın kapısının önünden mutfağa doğru seslendim.

“Tamam şef.”

Odama girip dolaptan birkaç parça rahat kıyafet seçtim ve hemen duşa girdim. Duştan upuzun bornozumla çıktıktan sonra giyinme kabinine girdim, duşta giyinmek istememiştim çünkü giyinme kabini benim için bir terapi alanı gibi olmuştu. Üzerimi değiştirdim. Yere oturdum ve gözlerimi kapattım. Yalnızdım, tamamen yalnızdım, kimse tarafından izlenmiyordum ve bütün gün bu anı beklemiştim.

Ne olursa olsun, ne kadar doğal olmaya çalışırsanız çalışın bütün gün birileri tarafından izleniyor olmak dünyanın en konforsuz olayıydı. Burada geçirdiğim ikinci günün sonunda kendimi nasıl hissettiğimi tam olarak bilmiyordum, sanki içimdeki hislere sadece cevapsız çağrılar bırakıyor ve bir yanıt bulamıyordum. Belki de yazmam gerekiyordu?

Aynen öyle, yazmam gerekiyordu.

Orada on dakika kadar durduktan sonra üzerimi değiştirip çıktım. Yatağımın tam karşısında duran çalışma masasının çekmecelerini açtım. Çekmecelerde mumlar, kalemler, defterler ve birkaç kitap vardı. Defterlerden birini aldım ve bir de kalem alıp yazmaya başladım.

“Merhaba defter, sen artık Kumru’nun günlüğüsün. Buraya sadece hisler ve duygular yazılacak, unutma.”

Sonra bir diğer sayfaya geçtim.

“Bugün enkaz altında ikinci günümüz. Ve Kumru... hafif hissediyor. Sanki üzerinde bir dünya yokmuş gibi, sanki yerin altında değil de bulutların üzerindeymiş gibi.”

Defteri kapattım ve çekmeceye geri koydum. Sonra odamdan çıktım ve mutfağa geçtim. Eren makarnayı süzerken olaya dahil olup dolaptan tabakları aldım.

“Nisan ve Bulut nereye gitti?” diye sordum. Uraz ise hala dönmemişti.

“Duş alıp üzerlerini değiştireceklerdi. Ben makarna pişerken hemen duş alıp geldim.” Gülümsedim.

“Yemekleri yapmak zorunda değilsin, biliyorsun değil mi?” diye sordum. Omuz silkti.

“Benden küçüksünüz ya dayanamıyorum işte. Hem inan bana, iki gün öncesine kadar günde on saat yemek yapıyordum. Şimdi on dakikada bir makarna, on beş dakikada birkaç sandviç yapmak meditasyon gibi geliyor.” Kıkırdayarak masaya doğru ilerledim ve tabakları dizdim. O sırada Bulut’un odasından çıktığını gördüm.

“Yardım edilecek bir şey var mı?” diye sordu.

“Bardakları getirebilirsin.” dedim. Mutfak dolaplarına doğru ilerlediği sırada peşinden gidip çatal ve kaşık almak için çekmecelerden birini açtım. Bulut ile yan yanaydık, ben çatal ve kaşıkları alırken o bardakları alıyordu. Bir anda aramızda beliren bir ayrıştırıcı güç ile başımı kaldırdım. Uraz aramıza girmiş dolapta bir şeyler arıyordu.

“Ne arıyorsun?” diye sordum merakla.

“Tuz.” dedi.

“Ne için?” diye sordu Eren.

“Makarna için.”

“Makarnaya tuz koydum.” dedi Eren ama Eren’in yüzü aklına gelen bir düşünceden dolayı gülüyordu.

“Öyle mi?” dedi Uraz ve arkasını dönüp tezgaha yaslandı. Tezgaha derken, Bulut ve benim arama.

O sırada çatal ve kaşıkları almış masaya doğru ilerliyordum. Eren ile göz göze geldiğimizde Eren hala gülüyordu. Ona soran gözlerle baktığımda bana gözlerini kırptı. Yanından geçip gittim ve masaya çatal kaşıkları dizdim. O sırada Bulut masaya bardakları diziyordu.

“Tabaklar nerede?” diye sordu Uraz bir anda.

“Masada.” dedim, masaya bakıp başını salladı.

“Tabakların masada olmasına üzülmüş gibisin.” diyerek Uraz’a döndü Bulut.

“Basit üzüntülerin adamı değilim.” dedi Uraz alaycı bir sesle. Aralarındaki gerginlik yüz ifadelerine bile yansıyordu.

“Hadi masaya geçin.” dedi Eren, “Ben de makarnayı alıp geleyim.”

“O zaman ben de sosları getireyim.” diye mırıldandım, buzdolabını açtığım sırada sessizce konuşarak Eren’e döndüm.

“Halbuki eve girene kadar aralarında bir gerginlik yoktu...” dedim. Eren bana gülümseyerek döndü,

“Bulut sana yardım etmeye karar verene kadar.” dedi ve arkasını döndü.

“Ne demek bu?” Eren cevap vermek yerine tencereyi alıp masaya doğru ilerledi. Uraz’ın beni kıskandığını mı dile getirmeye çalışıyordu? Bu beşli arasında kıskanılacak tek isim Nisan’dı, öyle olmalıydı.

Peşinden gidip sandalyelerden birine oturdum ve sessizce yemek yedim. Diğerleri konuşurken dinlemeyi tercih ettim. Önce Eren buraya geliş hikayesini anlattı, hikayesi oldukça sıradandı.

“Yani gerçekten eğlenmeye gelmişsin.” dedim. Ufak bir kahkaha attı.

“Gerçekten eğlenmeye geldim.” dedi.

Sonra Nisan’ın hikayesini dinledik, onunki de Eren’in hikayesi gibiydi, hayatının farklılığıyla öne çıkan bir özelliği yoktu. Zengin bir ailenin güzel bir kızıydı, hayatından sıkılıp kendini burada bulmuştu.

Bulut’un hikayesi ise oldukça şaşırtıcıydı, uğruna okulunu dondurup şehir değiştirdiği kız arkadaşı tarafından aldatılmıştı, buraya gelmesine cesaret veren şey buydu.

Uraz hikayesini bize anlattığı kadar uzun anlatmadı, bir kez daha anlatacak halde değildi ama Nisan ve Eren’in de bilmesi gerekiyordu. Üç cümlede özetleyip bitirdi, böylesine acı dolu bir hayat Eren ve Nisan için şaşırtıcıydı.

Sıra bana geldiğinde ise hepsinin gözlerinde bir hayranlık sezmiştim. Küçük yaşlardan itibaren kendi başıma hayat mücadelesi vermem, ailem ile bir arada yaşayıp sevgisi görmeden büyümem, annemin o akşam bana kurduğu cümleler çok inciticiydi.

“Çocuk yaparken iyiydi tabi.” dedi Eren öfkeyle kameraya dönerek.

“Kime söyledin bunu?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Annen ve babana.”

İstemsizce güldüm. Nihayet birbirimizin hikayelerini öğrenmiştik. Bu birbirimizi tanımaya dair attığımız en önemli adımdı.

“Peki burçlarınız ne?” diye sordu Nisan, “Ne zaman doğdunuz?”

“7 Ekim.” diye mırıldandım, “Terazi burcuyum ben.”

“Gerçekten mi?” dedi bir anda heyecanla, “Ben de terazi burcuyum! 1 Ekim’de doğdum.”

“Aaa!” dedim yapmacık bir şaşkınlıkla, “İnanılmaz.”

Masada ufak bir gülüşme olduktan sonra Eren söze girdi.

“İşin garip yanı ben de terazi burcuyum.” dedi Eren, “21 Ekim’de doğdum.”

Eren’e şaşkınlıkla baktığım sırada elini kaldıran Bulut söze girdi,

“19 Ekim.” dedi şaşkınlıkla.

“Uraz?” diyen Nisan dehşet içinde Uraz’dan gelecek cevabı bekliyordu.

“11.” dedi Uraz ve biz merakla beklerken ekledi, “Ekim.”

“Şaka filan mı bu?” dedi Nisan eli kalbinde.

“Ne bu Terazi Burçlarını Toplama ve Yok Etme Kampı mı? Böyle bir örgütün eline mi düştük?”

“Başak burçları yapmış olabilir!” dedi Nisan bu teoriyi ciddiye alarak, “Teraziler ve başaklar birbirine zıt burçlar.”

“Tamam ama kimse zıt burçlar diye aynı burçtan insanları toplayıp yok etmez Nisan, sadece şakaydı.” diye açıkladı Eren. Kendimi tutamayıp güldüm.

“Şakalaşıyoruz ama bu durum gerçekten garip değil mi? Yani hepimizin aynı burç olması, hepimizin Ekim ayında doğması.”

Sonra içimden yaptığım hızlı bir hesapla bir şey fark ettim, bugün 11 Ekim olmalıydı, bugün Uraz’ın doğum günüydü. Gün bitmek üzereydi, Uraz bundan bahsetmemişti bile.

“Bugün senin doğum günün...” dedim Uraz’a dönerek.

“Öyle mi?” dedi, farkında bile değildi.

“Neden sabahtan beri hiçbir şey söylemedin?” diye sordu Nisan.

“Hayatım boyunca doğum günlerimi hiç kutlamadım.” diye açıkladı Uraz, “Ailemi kaybettiğim kazanın olduğu gün abimin doğum günüydü. Abim o yüzden doğum günlerinden nefret ederdi, asla kutlamazdık. Ne benimkini ne onunkini...”

Sonra bunlardan bahsetmek tadını kaçırmış olmalı ki ayağa kalktı. Kendi bulaşıklarını alıp mutfak tezgahına doğru ilerledi. Onları bulaşık makinesine dizerken gözlerim Eren’in gözlerine kaydı.

“Pasta yapamaz mısın?” diye sordum.

“Bir düşüneyim...” dedi gülümseyerek.

“Ben de kurabiye yapabilirim, isterseniz.” diye ekledi Nisan. O sırada Uraz bahçeye çıkarken Eren sessizce konuşmaya başladı.

“Senin onu oyalaman gerekir, bir saat kadar.”

“Tamam, sorun değil. Oyalarım.” diyerek ayağa kalktım ve bulaşıklarımı alıp makineye yerleştirdim. Ben bahçeye doğru ilerlerken Nisan ve Eren hazırlıklara başlamıştı bile. Bulut ise ben çıkarken kendine kahve yapıyordu.

Bahçeye indiğim sırada Uraz’ı ön bahçede göremedim. Yan bahçeye doğru ilerledim, oradaydı. Yine bir duvar yazısı yazıyordu. Arkasından uzun uzun baktım.

“URAZ KAYALAR BURADAYDI.” cümlesinin üzerinde dolaştı gözlerim. Yazısı tamamen bitene kadar sesimi çıkarmadım. Bittiğinde ise ona doğru bir adım attım.

“Bunu neden yazıyorsun?” diye sordum merakla. Sesimi duyunca başını bana doğru çevirdi ve geriye doğru bir adım atıp evin bahçeye inen siyah merdivenlerinin basamaklarından birine oturdu.

“Annem ve babam öldükten sonra hep bir yerlerde izleri olsun istedim, fotoğrafları, yazıları, sesleri... Çocukluğumda hep en büyük ihtiyacım onlardan birer izdi. O yüzden şimdi her yere kendimden bir iz bırakmaya çalışıyorum. Keşke her yerde olabilsem, her yere benden bir iz bırakabilsem...” diye anlattı sessizce.

“Dünya bizim not defterimiz.” dedim ona doğru yürürken, “Üzerinde attığımız her adım bile bir iz aslında. Her bakış, her nefes, her kelime, hepsi bizden dünyaya kalan izler.” Sonra merdiven basamağında Uraz’ın yanına oturdum.

“Bu kadar derin bir ruhum yok.” dedi sessizce.

Başka hiçbir şey söylemedi. Elindeki tahta parçasını soyup elinde kalan parçaları yere attı ve ayağa kalktı.

“Biraz yürüyeceğim.” dedi.

“Beni de davet etmen ne kibar bir davranış.” diye mırıldandım.

“Gelebilirsin.” dedi izin verir gibi.

Uraz’ın davet anlayışı buydu sanırım, yanında gitmeme izin vermek. Sırf gözümden kaybolup da eve girmesin diye kalktım ve onunla beraber yürümeye başladım. Öyle gerçekçi bir platformun içindeydik ki uzaklardan bir yerlerden cırcır böceklerinin seslerini duyuyorduk. Karanlığın arasında yürümeye başladık. Sessizlik aramızdaki tek sohbetti. Birkaç dakika yürüdükten sonra alnıma düşen bir damla yaş ile olduğum yerde durdum ve başımı kaldırdım.

“Ne oldu?” dedi Uraz arkasında kaldığımı fark ederek, “İyi misin?”

Tam o an Uraz’ın da yüzüne bir damla yaş düştü. Başını yukarı kaldırıp üzerinden damla damla yaş düşen led ekrana baktı.

“Bu da ne?” diye sordu, “Yağmur mu?”

“Aşmamız gereken bir problem mi yoksa teknik aksaklık mı?” diye mırıldandım merakla.

“Devam edip bakalım. Belki sadece bu noktada olan bir problemdir.” dedi Uraz, “Kapüşonunu kapat istersen.” diye ekledi.

Kapüşonumu kapattım ve yola devam etmek için bir adım attık. Yol anormal bir şekilde böyle damla damla devam ediyordu. Yaklaşık yüz metre yürüdükten sonra önümüzdeki manzara daha da kötüydü. Önümüzdeki manzarada o kadar çok damlayan nokta vardı ki sanki yağmur yağıyordu.

“Tamam ama nasıl?” dedi Uraz öfkeyle, “Ekrandan içeri nasıl su sızar?”

“Bunu kurgulamış olabilirler mi? Belki de diğer eve gidene kadar karşımıza çıkardıkları zorluk budur.”

“Yağmur mu?” diye sordu Uraz tepemizde duran yıldızlı ekrana bakarken, “Yağmur ne zamandan beri zorluk olmuş?”

Başımı kaldırıp bir kez daha tavana baktım. Sonra elimle tavandaki bir noktayı gösterdim.

“Burada bir kırık var.” dedim. Başını çevirip tam o noktaya baktı.

“Garip.” dedi Uraz, “Sanki taş atılmış gibi. Sen orada kal. Ben bakıp geleyim.”  

Sonra birkaç adım daha ilerledi ve ekrana el fenerini tutarak göz attı. Arkasında durmuş onu beklerken üşüdüğümü hissediyordum. Saçlarım ve kapüşonum sırılsıklam olmuştu. Uraz kapüşonunu bile kapatmamıştı.

“Ekranda çatlaklar var.” dedi Uraz. Sonra ileri doğru birkaç adım daha attı ve benim de ona doğru yürüdüğümü duyup elini arkaya doğru uzattı.

“Gelme, su sızıntısı giderek kötüleşiyor.” dedi sertçe, çaresizce başını kaldırdı ve bir kez daha yukarı baktı. Yukarıdan su sızıntısı ile birlikte çamur damlaları geliyordu.

“O zaman dönelim!” dedim ona sesimi duyurmak için bağırarak. Uraz başını sallayarak bana döndü. Kıyafetleri hem sırılsıklam olmuştu hem de çamur içindeydi.

“Dönüp evin etrafındaki sandıkları incelememiz lazım.” dedi, “Şemsiye ya da şemsiye gibi kullanabileceğimiz bir şey bulursak ileriye kadar gidip inceleyebiliriz.”

Yanıma geldi ve birlikte evin yolunu tuttuk. Yerdeki çamur birikintilerinden birinin üzerinde kayıyordum ki beni belimden tuttu.

“Dikkat.” dedi ve beni kaldırıp kolunu uzattı, “Kolumu tutabilirsin.”

“İzin verdiğin için teşekkürler, kendim halledebilirim.”

Uraz’ın burnundan güldüğünü duydum. Tam o an bir kez daha kaydım ve Uraz beni bir kez daha tuttu. Beni bir kez daha kaldırıp bıraktı ve yürümeye devam ettik. Tam iki dakika sonra ben bir kez daha kaydım ve Uraz beni bir kez daha tuttu! Rezalet, tam bir rezaletti.

“Kolumu tut artık.” diye mırıldandı sakin kalmaya çalışarak.

Başımı salladım ve sol elimle sağ bileğini sıkıca tuttum. Başka çarem yoktu, yeterince rezil olmuştum. O normal bir insan gibi yürürken ben buz pistinde gibiydim. Ağır ağır yürüdüğümüz on beş dakikalık yolun sonunda evin bahçesine ulaştık.

“889, sen bu sandıkları kontrol et. Ben arka bahçedeki sandıklara bakacağım.” dedi ve hiç durmadan arka bahçeye doğru ilerledi. Hızla sandıkları kontrol etmeye başladım. Yaklaşık on dakika boyunca bahçedeki tüm sandıkların içlerini inceleyip durdum. Kürek, leğen, erzak, muşamba, el fenerleri, kömür, odun, gibi birçok şey buldum. Ama işe yarar diyebileceğim tek şey sondan bir önceki sandıktan çıkan siyah yağmurluklar ve yağmur botlarıydı. Onları heyecanla sandığın üzerine dizdiğim sırada Uraz’ın bana doğru yürüdüğünü gördüm.

Elinde şemsiyeler vardı.

“Bulmuşsun.” dedi başıyla sandığı işaret ederek.

“Asıl sen bulmuşsun!” Elinde onlarca siyah şemsiye vardı, “Şimdi ne yapacağız?”

“Botları, yağmurlukları ve şemsiyeleri içeri götürelim. Hep birlikte hazırlanıp çıkalım. Sen yağmurlukları al, ben botları ve şemsiyeleri alırım.” dediği an eğilip yağmurlukları ve botlardan ikisini elime aldım.

“Botları ben alırım demiştim. Botlardan biriyle aynı boydasın zaten.” diye söylendi Uraz.

Diğer botları alarak elindeki şemsiyelerle birlikte peşimden geliyordu. Birlikte kapıyı açıp içeri girdiğimiz an Eren’in Uraz’a pasta yaptığını unuttuğumu fark ettim! Neyse ki hiçbir şeyi mahvetmemiştik. Pastayı yapmış, masaya kurabiyelerle birlikte koymuş ve mumlarını yakmışlardı. Uraz önce anlam vermeye çalışarak bana baktı.

“İyi ki doğdun.” diye mırıldandım ve gülümsedim.

“İyi doğdun Uraz!” dedi Eren gülümseyerek.

“İyi ki doğmuşsun Uraz!” Nisan da aynı heyecanla devam ettiği sırada masanın hemen yanındaki berjerde oturan Bulut’un sesini duydum.

“Doğum günün kutlu olsun.” dedi ve berjerden kalkıp masanın başına geldi.

Uraz elinde botlar ve şemsiyelerle, baştan aşağı sırılsıklam ve çamurlu kıyafetleriyle pastaya doğru birkaç adım attı. Ben de ondan farksızdım. Masanın başında durduğumuzda Eren ve Nisan bizi dehşet içinde baştan aşağı süzüyordu. Onlara “Birazdan anlatacağım.” bakışı attım ve Uraz’a döndüm.

“Teşekkür ederim.” dedi. Başka hiçbir şey söyleyemedi.

Pastanın üzerindeki “İyi ki doğdun 533!” yazısına uzun uzun baktı. Sonra eğilip mumları üfledi.

“Dilek diledin mi?” diye sordum merakla. Başını yüzüme doğru çevirip gözlerimin içine baktı.

“Diledim.” dedi, “Hayatımda ilk defa.”

Duygulandığını biliyordum ama gözlerinde en ufak bir yaş yoktu. Hala dimdikti, aklı hala dışarıdaki su sızıntısındaydı, aklı hala oluşabilecek bir sorunu önlemenin peşindeydi.

“Peki bu haliniz ne?” dedi Bulut merakla.

“Dışarıda su sızıntısı var.” diye açıkladı Uraz, “Gidip onu kontrol etmemiz gerek. Ama sorun tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük. O yüzden bunları giymemiz ve şemsiyeleri kullanmamız gerekecek.”

“Su sızıntısı mı?” dedi Bulut, “Saçmalık. Böyle bir yapımda böyle bir aksaklık olacağına inanıyor musun cidden?”

“Git de bak o zaman.” diyerek elindeki şemsiyelerden birini Bulut’un kucağına attı Uraz. O sırada Eren söze girdi.

“Tamam, bu hale geldiğinize göre anormal bir şeyler oluyor demek ki. Gidip bakalım.”

Ortamın kısa gerici sessizliğinden sonra her birimiz yağmur botlarını, yağmurlukları giydik ve ellerimize birer şemsiye aldık. Birlikte bahçeye indik.

“Sandıkları açmadan önce belki de bize de danışmalıydınız.” diye mırıldandı Bulut.

“Doğru olanın bu olduğunu düşünüyorsan sen mutlaka her yapacağın şeyden önce gel bana danış. Ben sana danışmam.” dedi Uraz.

“Soruna odaklanabilir miyiz artık?” dedim öfkeyle. O sırada Nisan’ın şaşırmış sesi duyuldu.

“Yağmur yağıyor!”

“Yağmur değil, su sızıntısı.” diye açıkladı Eren. Sinir bozukluğu içinde güldüm.

“Başak burçları yapmış olabilir.” diye mırıldandım.

Eren ile birbirimize bakışıp güldüğümüz sırada Uraz ve Bulut önden gidiyordu. Şemsiyelerimize vuran su sesleri giderek artarken Bulut, Eren ve Nisan’ın da olayın ciddiyetini gördüklerini görebiliyordum.

“Bu normal değil.” dedi Eren, “Baksanıza, çatlaklar var. Çatlaklar var, içinden su sızıyor ve ekran hala çalışıyor.”

“Bu da mı kurgu? Elektrik kesintisi gibi?” diye sordu Nisan.

“Kurgu değil gibi...” Bulut’un sesi Uraz’ın haklılığını kabullendiği için hayal kırıklığı içindeydi.

“Galiba büyük bir problemimiz var.” diye mırıldandım.

“Galiba değil.” dedi Uraz, “Büyük bir problemimiz var.”

Ellerimizde şemsiyelerle önümüzde görünen o büyük problemimize döndük. Önümüzde gördüğümüz bu su sızıntısı neydi, neyden kaynaklanıyordu bilmiyorduk. Bu bir kurgu değildi. Peki bu bir teknik aksaklık ise neden kimse gelip bize yardım etmiyordu? Neden kimse bizimle iletişime geçmiyordu?

İçimdeki korku bana bir şeyler fısıldıyordu.

Yerin altındaydık, şemsiyeler sığınağımızdı.

Bilinmezliğe doğru bir gece yürüyüşü yaparken aslında neyin altında olduğumuzun korkusu her yanımı sarmıştı. Bir an önce çözmek istediğim bir bulmacanın ortasında o an kalbime hiç düşmeyen bir his düştü, sanki bir yerlerden annemin üzüntüsünü duydum ve hissettim.

Ayağımın kaydığını hissettiğim an elim bilincime sormaksızın kalktı ve Uraz’ın bileğini tuttum. Başını çevirip şemsiyesinin altından bana baktı ve yüzümdeki korkuyu görmüş olacak ki dudaklarını araladı.

“Korkma,” dedi, “Halledeceğim.”

O an bu cümle sanki doğduğumdan beri her sorunumu Uraz Kayalar çözmüş, beni her zorluktan Uraz kurtarmış, her düştüğümde elimi Uraz tutmuş gibi bir güven hissi doğurdu içimde. Ona güvendim, halledeceğine inandım. Sebebi yoktu. Halledeceğim dediyse hallederdi.