6.BÖLÜM : KILIÇLAR KONUŞSUN.
.png)
6.Bölüm : Kılıçlar Konuşsun.
“Baltalar çıkana kadar savaşçılar kalplerini göstermez.”
(Viking Efsaneleri, Jennie Hall)
-
Kalbim el değmemiş topraklar gibi, ben bile yeni keşfediyorum. Bazı hisleri ve duyguları yeni yeni tanıyorum, bende var olabileceğine inanmadığım kalp çarpıntılarını ilk defa keşfediyorum. Yolculuk ilerledikçe ve biz yol aldıkça kendimi daha özgür ve daha güçlü hissediyorum.
Yola çıkalı saatler olmuştu. Atların her koşar adımında babamın dostu Hera Amca’nın evine daha çok yaklaşıyorduk. Bugün at üzerinde düne göre çok daha fazla vakit geçirmiştik ve artık oldukça yorulmuştuk, zira kalçalarımın bile ağrıdığını hissediyordum. Hazar ise atın dizginlerini hala o kadar sıkı tutuyordu ki yola çıktığımızdan beri kollarını bile gevşetmemişti. Ara ara yüzümü kapatan siyah başlığımı açıyor, nasıl bir yerde olduğumuza bakıyordum. Gitmekte olduğumuz yer ileride, dağların ötesindeydi ve buradan bakınca orası bir kış diyarını andırıyordu. Dağın ötesinin ne durumda olduğunu göremiyorduk ama biliyordum ki burası geceyi ormanda geçirmek için fazlası ile soğuktu. Burada bir gece uyusam o gece benim hayatta olduğum son gecem olurdu. Diğerleri için ise aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Az önce biri, “Hava sıcak mı ne?” diyordu!
Gökyüzü giderek kararıyordu, o kadar süratliydik ki biz mi ağaçların arasından geçip gidiyorduk yoksa onlar mı bizim yanımızdan geçip gidiyorlardı ayırt edilecek gibi değildi.
“Geldik, Majesteleri.” Hazar’ın sesini duyup gözlerimi açtığımda kısa bir süreliğine uyuya kaldığımı fark ettim.
En son yanından süratle geçtiğimiz ağaçları izliyordum, görüntü bende hipnozvari bir etki yaratmış olsa gerekti ki nasıl uykuya daldığımı bile hatırlamıyordum. Gözlerimi at üzerinde açıp gayri ihtiyari arkamda oturan Hazar’ın göğsüne doğru iyice yayıldım. Hemen sonra kendimi öne çekip boğazımı temizledim ve duruşumu dikleştirdim.
“Geldik mi?” diye mırıldandığım sırada gözlerim bizi heyecanla karşılayan ev ahalisini buldu. Birkaç hizmetli bize “Hoş geldiniz!” nidalarını sayarken diğerleri ise Hera Amca’yı koca çiftliğin içinde bulup haber vermenin telaşındaydı. Diğer şövalyeler tek tek atlarından inerken Hazar kulağıma doğru eğildi.
“Attan iniyorum efendim,” dedi sessizce, “İnince sizi de alacağım ama hala uykulusunuz, ben inince düşmezsiniz değil mi?”
Utanarak gülümsedim.
“Düşmem şövalye. Merak etme.”
Hazar hızla indi ve bana kollarını uzattı. Hala o kadar uykuluydum ki ne attan inecek ne de ev ahalisi ile sohbet edecek halim kalmıştı. Kendimi zorlayıp Hazar’ın kollarına tutunarak yere indim. Ayakkabılarım hafif karlı zemine değdiğinde kayacak gibi oldum ama Hazar beni anında tuttu. Elleri kollarımı tutarken gözlerim gözlerini buldu. Bu zoraki temas beni bir kez daha koyamadığım yeni duygular içine soktu. Yanaklarım kızarmaktan yorulmuştu.
“Aferin şövalye,” dedim bozuntuya vermeden, “Hızlısın.”
“Her zaman efendim.”
Hazar kollarımı bırakıp kendine çeki düzen verirken gözlerimi ondan kaçırdım. Hizmetlilerin sonunda buldukları Hera Amca tam o sırada kapıda göründüğünde zamanlamanın güzelliğine şükrettim.
“Prenses!” dedi kapıdaki Hera Amca, “Nasıl da büyümüşsün böyle?” Kapıda durmuş beni kolları açık bekliyordu.
Kaymamaya dikkat ederek birkaç adım attım ve Hera Amca’nın kolları arasına girip ona nazikçe sarıldım.
“Siz hiç büyümemişsiniz.” diyerek güldüm.
“Biz artık yaşlanıyoruz, Prenses. Yoksa kraliçe mi demeliyim?”
Hera Amca ile birlikte içeri girerken başımı çevirip şövalyelerin ne yaptıklarına baktım ama içeri girişimiz o kadar hızlı oldu ki gözlerim hepsini seçemedi. Hazar’ı görememiştim... Omuz silkip yürümeye devam ettim, nasıl olsa içeri gelecekti.
“Kraliçe demenize daha var Hera Amca. Babamın sağlık durumu fazlasıyla iyi!” diyerek kıkırdadım. O ise esprime büyük bir kahkaha ile karşılık verdi.
“Babanla aynı yaştayız güzel kızım, fazla vaktinin kaldığını sanmıyorum.” Bu sefer de kendi kurduğu cümleye kahkaha ile güldü. Hera Amca sarkastik esprilerin adamıydı, hep böyle olmuştu.
“Hanımlar, prensesimize odasını gösterin lütfen... Ronda, mutfaktakilere söyle masayı hazırlamaya başlasınlar.” Hera Amca hizmetlilere emirler yağdırırken benim aklım ise şövalyelerdeydi. Hiçbiri hala içeri girmemişlerdi.
“Peki şövalyeler nerede kalacak?” diye sordum merakla.
“Ah, onlar mı?” dedi Hera Amca, bu soruyu duyduğuna fazlasıyla şaşırmış gibiydi.
“Evet,” dedim, “Şövalyelerim nerede kalacak?”
“Onlar için bahçenin girişindeki müştemilatı hazırlattım. Ben onların nerelerde yaşadığını biliyorum, inan bana onlara saray gibi gelecektir!”
Hera Amca’nın cümleleri bir bir sıralanırken içimde kabaran öfkenin nasıl meydana gelip nasıl büyüdüğünü an ve an keşfettim. O ise konuşmaya devam ediyordu.
“Zaten bahçede de yatsalar yadırgamazlar, normalde ahırdan bozma yerlerde kalıyorlar...” Cümleleri bitince de her zamanki esprilerinden birini yapmış gibi güldü ve ciddiyetinden ödün vermeyen suratıma öylece baktı.
Derin bir nefes almaya ve sakin kalmaya çalıştım. Öfkeme yenik düşüp yanlış bir cümle kurmamak için çabalıyordum.
“Onlar benim korumalarım,” dedim sertçe, “Eğer aynı çatı altında uyumazsak beni kim koruyacak?”
“Burada sana kimse bir şey yapamaz, Hera Amca’n burada! Üstelik bu evin de korumaları var güzel kızım, kapıda görmüşsündür.”
Öfkeli bir nefes aldım. Sakinleşmeye ve mantıklı düşünmeye ihtiyacım vardı. Babam olsa ne yapardı? Veya annem... Annem olsa ne yapardı? Peki ben ne yapmak istiyordum? Ben annem de babam da değildim, bambaşka biriydim. Hikayem başkaydı, yolum bambaşkaydı. İçimde tahtına oturmayı bekleyen bir kraliçe vardı ve kendime sormam gereken asıl soru da buydu aslında: Kraliçe Sara ne yapardı?
Ben ne yapardım?
“Yedi kişiler.” dedim keskin bir ses tonuyla, “Yedi oda hazırlanacak. Yemeğe geldiğimde şövalyeler odalarına geçmiş olsun.”
Bu içimdeki kraliçenin bana perdenin arkasından kendini gösterdiği ilk gerçek andı. Gittiğim nokta buydu, az önce konuşan kişi tam olarak ben değildim... Az önce konuşan içimde yatan kraliçeydi ve ben o olmaya doğru ilerliyordum... Kraliçe olmaya doğru.
Hera Amca’nın yüzündeki anlam veremez ve bozguna uğramış ifadeyi görebiliyordum. Tam yanından geçerken ona döndüm ve birkaç şey daha söyleme ihtiyacı hissettim.
“Seni severim Hera Amca ama şunu bil, ben asla babam kadar nazik olmayacağım. Burada yalnızca misafir olmadığımı biliyorum çünkü sahip olduğun ve olacağın her şeyi babama ve krallığa borçlusun. Eğer babamın yardımları olmasaydı belki şimdi sen de aynen tarif ettiğin gibi bir evde yaşıyor olurdun... Ahırdan bozma.”
Yutkundu ve başını çevirip telaş içinde kendini açıklamaya çalıştı.
“Beni bilirsiniz Prenses, ben hep böyle şakalar yaparım.”
“Belki de artık yapmamalısınızdır.”
Bu cümlem ile tam olarak ne kadar ciddi olduğumu anladı. Başını salladı ve terleyen alnını ceketinin cebindeki mendili çıkararak sildi. Yanından geçip gittim ve bana yol gösteren hizmetlisi ile birlikte bir üst kata çıkıp kalacağım odaya yerleştim.
“Bunlar kıyafetleriniz, Majesteleri.” dedi kadın, oldukça çekingen görünüyordu, “Burası ise banyonuz. Havlularınız, terlikleriniz, sabunlarınız... Her şey burada. Sizi şimdi mi yıkamamı istersiniz yemekten sonra mı?”
Gözlerim merakla odanın içinde dolaştı. Barok kırmızısı yüksek duvarlar, işlemeli bir tavan, siyah perdeler, özenle oyulmuş mobilyalar... Baştan aşağı ihtişam. Derin bir nefes aldım ve benden korku içinde yanıt almayı bekleyen hizmetliye döndüm.
"Teşekkür ederim,” dedim, “Siz çıkabilirsiniz. Ben kendim yıkanırım.”
“Fakat...” dedi ve ne diyeceğini bilemeyerek çaresizce etrafına bakındı.
“Söyleyebilirsin,” dedim, “Benden çekinmene gerek yok.”
“Bay Hera sizinle ilgilenmem için bana kesin bir emir verdi. Tek başınıza yıkandığınızı duyarsa...”
O sırada kadının sol eli sağ bileğine doğru gitti ve sağ bileğindeki morluğu okşadı. Gözlerim bileğindeki morluğu yakaladığında başımı kaldırıp yüzüne baktım.
“Seni cezalandırıyor mu?” diye sordum, sonra o cümleyi kurdum, “Seni dövüyor mu?”
Dişlerim öfkeden birbirlerine kenetlenmişti. Karşımda duran siyah saçlı, beyaz başlıklı bu kadın olsa olsa otuz yaşındaydı. Çelimsiz ve korkaktı, morarmış bileği bir erkeğin tek hareketiyle kırabileceği kadar inceydi. Onu baştan aşağı acı içinde süzdüm, içimdeki öfke giderek artıyordu.
“Hayır, efendim.” dedi kadın, gözleri yerdeki işlemeli kırmızı İran halısındaydı.
Derin bir nefes aldım. Üzerimdeki siyah pelerini yavaş yavaş çıkardım ve yıkanması için yanında durduğum sandalyenin üzerine bıraktım. Sonra kadından uzaklaşıp odanın penceresine doğru ilerledim. Elbisemin çamurlu etekleri odanın yerlerine çamur bulaştırıyordu ve bu hiç umurumda değildi. Pencerenin önünde durup dışarıdaki karanlığa baktım.. Odamın penceresi şövalyelerin atlarını bağladıkları yarı açık ahıra bakıyordu. Şövalyeler karanlığın içinde seçiliyordu. Hepsi oradaydı, yedisi birden.
“İsmin ne senin?” diye sordum arkamda dikilen hizmetli kadına. Gözlerim hala pencerenin ötesindeydi.
“İsmim Helga, Majesteleri.”
“Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun Helga?”
“Tabi ki efendim,” dedi, “Siz yüce kraliyetimizin prensesisiniz...” Söylerken heyecanla gülümsüyordu.
Ona döndüm ve sırtımı pencerenin yanındaki duvara yasladım.
“Ben yalnızca bir prenses değilim Helga,” dedim, “Ben bu ülkenin sıradaki hükümdarıyım, tahtın babamdan sonraki sahibi ve gelecekteki kraliçesiyim... Ben kalbin sahibiyim.”
Helga son cümlemi duyduğu an başını kaldırdı ve bana hayretler içinde baktı. Nutku tutulmuş gibiydi. Gözleri fal taşı gibi açılmış, yanakları kıpkırmızı olmuştu.
“Siz... o musunuz?” diye sordu, “Kehanetin bebeği.”
Ona hüzünle gülümsedim ve başımı salladım.
“Ben o’yum. Ben senin gelecekteki kraliçenim.” dedim sessizce, “Ve şimdi sana emrediyorum. Bana doğruyu söyle, o adam seni dövüyor mu?”
Kadın titrek bir iç çekişten sonra başını yavaşça sallayarak yere eğdi.
“Evet efendim.” dedi, korktuğu her halinden belliydi.
Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattım ve başımı arkamda duran duvara yasladım. Sanki hayat beni her saniyesini biraz daha değişerek ve biraz daha olgunlaşarak geçirdiğim bir yolculuğa çıkarmıştı.
“Çıkabilirsin,” dedim, gözlerim hala kapalıydı, “Sorarsa ona beni yıkadığını söylersin. Bana bu konudan bahsettiğini kimseye söyleme. Tamam mı?”
“Tamam efendim.”
Helga odadan çıkar çıkmaz pencereye döndüm. Hazar ve diğer şövalyeler atlarının başında durmuş ellerindeki seramik bardaklardan bir şeyler içiyor ve sohbet ediyorlardı. Bir süre daha onları izledikten sonra pencerenin perdelerini kapattım ve üzerimdeki her şeyi çıkarıp sandalyenin üzerine bıraktım. Odanın içinde çıplak adımlarla yavaş yavaş yürüdüm ve banyoya girdim.
Banyonun tam ortasındaki küveti benim için sıcak su ile doldurmuşlardı. Küvetin tam karşısında bir şömine vardı ve şöminenin ateşi banyoya girer girmez her yerimi ısıtmış, beni mayıştırmıştı. Düşmemeye çalışarak küvetin içine girdim. Vücudum sıcak su ile buluştuğu an gözlerimi kapattım ve küvetin içinde şömine ateşinin sesi ile öylece uzandım. Sadece birkaç dakika sonra kafam da suyun içerisindeydi ve suyun iyileştiriciliği vücudumun her yanını sarmıştı. Kulaklarım artık hiçbir şey duymuyordu, suyun sessizliği ve dinginliğinden öğrenmem gereken çok şey vardı.
Sanki dünyada üç tane Sara vardı. Biri tek başımayken büründüğüm bu hal, içime dönüklüğüm ve sessizliğim... Bir diğeri şövalyeler ile bu yolculuğa çıktıktan sonra keşfettiğim bambaşka bir Sera, dışa dönük ve hayalperest. Üçüncüsü ise kendini yeni göstermeye başlayan Kraliçe Sera... Güçlü ve cesur.
İnsan yaş aldıkça çocukken göremediği birçok şeyi görmeye başlıyor, yüce sandığı birçok insanın aslında ne kadar da aşağılık olduğunu fark ediyordu. Hera Amca’yı yıllardır görmüyordum ve benim aklımda her zaman “bizi hep iyi ağırlayan bir aile dostu” olarak kalmıştı oysa belli ki bizi iyi ağırlamak için emri altında çalışanlara zulmediyordu. Peki babam bunu bilmiyor muydu? Hiç mi anlamamıştı? Yoksa umursamamış mıydı?
Başımı sudan çıkarıp nefes aldım, şömineden gelen is kokusu içimi doldurduğunda bu kokunun bana ne kadar da evde hissettirdiğini fark ettim. Odamı, yatağımı, yastıklarımı, bahçedeki çiçeklerimi düşünüp hüzünle gülümsedim...
Babamı düşündüm, onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Biz onunla güzel bir ikiliydik. Gündüzleri ülkeyi yönetiyor, geceleri ise baba oluyordu. Odalarımızı dolaşıyor, her birimiz ile sohbet edip bizi seviyor ve bize iyi geceler dileklerini sunmadan uyumuyordu.
Bazı geceler beni masal anlatarak uyuturdu. Masallar genelde güçlü savaşçılarla, galip gelinen savaşlarla ve mutlu krallıklarla ilgili olurdu... Ne komik. Anlattığı her masalda her krallığın bir de düşmanı vardı, sanki düşmanlar olmazsa krallıklar anlamsız kalacaktı. Bir gün ona “Bizim düşmanımız kim baba?” diye sormuştum. Bana aynen şöyle demişti, “Senin en büyük düşmanın vicdanını kaybetmiş olandır güzel kızım. Bunu hiç unutma.”
Ve ben bunu hiç unutmadım.
Doğduğum andan beri bir kraliçe olacağımı bilerek büyüdüm. Bilinmez ve gizemli olan ise nasıl bir lider olacağımdı. Oysa artık bunu da biliyordum... Vicdan benim yolum olacaktı. Benim hükümdarlığımda kötülüğe yer yoktu. Adalet için konuşması gereken kılıçlar olsa bile, o kılıçlar konuşacak ve o adalet sağlanacaktı.
İskandinavların, İngilizlerin ve Türklerin bir araya gelerek yaptıkları tek şey... Norveç ve İskoçya’nın tam ortasında büyük ve güçlü bir ada ülkesi, Vegvisir Krallığı. Kraliyetin yüzlerce yıldır taşıdığı bu isim, Vegvisir, bir inanışa göre eski denizcilerinin fırtınalı havalarda yönlerini ilahi yardımlarla bulabilmek için kullandığı, mucizevi bir gücü olduğuna inanılan bir sembol aslında. Krallığımız gücünü atalarımızın inançları doğrultusundan bu sembolden alıyor ve tam yedi yüz yıldır ayakta. Ben ise Vegvisir Krallığının geleceği ve kaderi... Geçmişi ve şimdisiyim.
Kraliyette kadınlara yalnızca nasıl oturup kalkacakları, nasıl bir leydi olacakları öğretilir. Erkeklere ise nasıl birer savaşçı olacakları... Halk ise erkeklerini evlerine yemek getirecek şekilde büyütür, kadınları ise erkeklerine hizmet edecek şekilde. Oysa benim inanışıma göre bir kadın nasıl oturup kalkacağını kimseden öğrenmez, nasıl oturmak istiyorsa oturur, nasıl kalkmak istiyorsa kalkar. Savaşçı olmak erkeklere mahsus değildir ve insan yalnızca kılıçlarla savaşmaz, kelimeler de birer silahtır, beyinler de savaşır.
Hislerim, duyduklarım karşısında kabaran duygularım, atış hızı artan ve azalan kalbim benim yol göstericilerim... Hep dediğim gibi, bir gün kraliçe olacağımı biliyordum ama nasıl bir kraliçe olacağım gizemini hep korumuştu. Ta ki bugüne kadar...
Sis perdesi kalkmıştı, artık yolumu biliyordum ve birazdan yapacaklarım benim kraliçeliğimin küçük bir ön gösterimi olacaktı... Hem de oldukça küçük...