6.BÖLÜM : KAHVALTI

Beyza Alkoç

6.BÖLÜM : KAHVALTI.

Gözlerim yatağımın ucuna bırakılan kıyafetlerdeydi hala. Elimde sarı fularımla oturup kalmıştım yeni kıyafetlerimin arasında. Ya da geçici kıyafetlerim mi demeliydim?

Midem ise dün akşam yediğim yemeği hâlâ şükranla hatırlıyor gibiydi ama içimde yine de kıpır kıpır bir huzursuzluk vardı. Nasıl huzurlu olabilirdim ki? Güçlü bir Rus mafyasından kaçıp saklandığım bu evde, ev sahipleri ile aynı masaya oturacaktım birazdan. Ve ne yaparsam yapayım, dün gecenin utancı hep üzerimde kalacaktı.

Ayaklarımı yatağın kenarına attım. Soğuk zemine değmesin diye siyah ev terliklerimi aradım gözlerimle. Sonra, dün akşam açtığım ama içine tam bakmaya cesaret edemediğim poşetlerden birine uzandım. Giysilere dokunduğumda kumaşların dokusu ellerimi sarar gibi oldu. Hepsi dikkatle seçilmişti. Sade ama zarif… Abartısız ama kusursuz.

Aralarından siyah, bol kesimli bir tişört seçtim. Ne vücudumu sıkacaktı ne de dikkat çekecekti. Tam benlikti. Altına ise klasik bir kot pantolon aldım. Renkleri soluk değildi, adeta parlıyorlardı ama yine de göz yormuyorlardı. Ardından ellerim sarı fularıma gitti. Titreyen parmaklarım arasında kayarken içimde bir şey düğümlendi. Fularım annemin elleri gibiydi hâlâ. Ve ben, bugün annemin izini boynumda taşıyacaktım. Tıpkı o gece olduğu gibi. Tıpkı bundan sonra hep olacağı gibi...

Belki bir daha hiç göremeyecektim annemi ama hatırasını hep yanımda taşıyacaktım.

Üzerimi değiştirirken aklım hep karnımdaki iyileşmekte olan yaramdaydı. Üzerinde artık bir bandaj yoktu. Siyah tişörtün kolları, dikiş izine sürtünmesin diye dikkatlice kıvırdım. Fuları boynuma bağlamak yerine öylece atıverdim, saten dokusu tenime değince bir nebze rahatladım. Ama hareket ederken dikkatli olmalıydım. Her kıyafet parçasını üzerime geçirirken adeta bir savaş veriyordum. Vücudum hâlâ her adımda, “Henüz tam iyileşmedim,” diye haykırıyordu bana.

Sonra, günler sonra ilk kez aynaya yaklaştım. Odanın köşesindeki boy aynasının karşısına geçtim ve kendime baktım.

Ne kadar solgun… ne kadar yorgun görünüyordum. Saçlarım karmakarışıktı. Tişörtün yakasından çıkan sarı fular, boğazıma bağlı olmasa da bir şekilde hem boğazımı hem de kalbimi sıkıyor gibiydi. Ellerimle saçlarımı taramaya başladım. Düğümler, günlerce ihmal edilen saç tellerimle inatla savaşırken yüzümdeki çizgilere takıldı gözlerim. Göz altlarım koyu renkteydi, yanaklarım çökmüştü. Yorgun ve kırılgandım.

Ve bu yüz… bana annemin yüzünü hatırlattı.

Çocukken anneme her sabah baktığımda yorgun olduğunu düşünürdüm. Çocukluğumun kendisinden dolayı parmaklıklar ardında geçiyor olduğunu bilmek ona hep yük olurdu. Çoğu gece uyumaz, düşünür dururdu. Ama yüzündeki o bitkinlik, sadece uykusuzluktan değildi ve ben bunu hep bilsem de şimdi daha iyi anlıyordum. İçinde biriken, hiç eksiltemediği hüznüydü yüzündeki bitkinliğin sebebi. Ben de o yola girmiş gibiydim. Aynada gördüğüm yüz, annemin yıllar önceki yorgun ifadesiyle aynıydı.

Birden kapı çaldı.

Aynadaki yansımamdan gözlerimi ayırmadan “Evet?” dedim.

Kapı aralandı. İçeriye beyaz pantolonunun üstüne pudra rengi bir gömlek giymiş, saçlarını ensesinde toplamış tanıdık biri girdi. Doktor Oya.

Gülümsüyordu ama gözlerinin içi hep olduğu gibi dikkatli ve temkinliydi.

“Günaydın Eliz,” dedi yumuşak sesiyle, “Bugün nasılız bakalım?”

Omuzlarımı hafifçe silktim. Nasıl iyi olabilirdim ki? Ne kadar iyi olabilirdim?

“İyiyim…” dedim, “En azından hala hayattayım.”

Birkaç adım atarak bana yaklaştı. Başımı çevirip yüzüne baktım. Benden daha iyi görünüyordu ama onun da yüzünde yılların yorgunluğu vardı. Birbirimizi tanımasak da birbirimizi anlayabiliyorduk belki de.

“Bugün kahvaltıya davetliymişsin,” dedi sonra, “Devrim öyle söyledi. Sana ben eşlik edeceğim.”

Boğazıma bir şey düğümlendi. Başımı sallamakla yetindim. Ne onu reddedecek ne de durumu dramatize edecek halim yoktu. Adamın tüm ailesi evde pijamalı yabancı bir kaçık olduğunu düşünüyordu, onlara bir cevap borçluydum.

“Hazır mısın?” diye sordu, nazikçe.

Bir kez daha aynaya baktım. Siyah tişört, kot pantolon, gevşekçe bağladığım sarı fular… Yüzüm hâlâ yorgun ama bir şekilde daha kararlıydı.

“Evet,” dedim bu kez daha net bir sesle. “Hazırım.”

Doktor Oya başını onaylayarak salladı ve kapıya yöneldi.

“Seni böyle görmek çok güzel bu arada,” dedi gülerek, “Yani böyle... normal.”

“Pijamasız.” dedim gülümsemeye çalışarak. Doktor Oya ufak bir kahkaha attı.

“Aynen öyle,” dedi, “Pijamasız.” Ve yürümeye devam etti.

Ben de birkaç adım gerisinden onu takip ettim. Odanın eşiğinden çıkarken, arkamda kalan aynaya bir kez daha göz ucuyla baktım ve günlerdir kendime sorup durduğum soruları bir kez daha sıraladım içimden, ben neyin içine düşmüştüm, benim burada ne işim vardı?

Koridor yine sessiz ve kasvetliydi. Adım seslerimiz duvarların arasında yankılanıyordu sanki. Duvardaki tablolar gölgelerin altında daha da karanlık görünüyordu. Her adımımızı tahta zemin emiyor, yankısı duvarlara çarpıp tekrar kulaklarımıza dönüyordu. Elimi hafifçe karnıma bastırarak yürüyordum, dikiş yerinin acımaması için adımlarımı kontrollü atıyordum. Doktor Oya ara sıra arkasına dönüp bana bakıyor, duraksamamam için yavaş yürüyordu.

Merdivenlere yaklaştığımızda içimdeki gerginlik yeniden alevlendi. Kalbim göğüs kafesime sığmayacak gibi atmaya başlamıştı. Bugün o insanlarla aynı masaya oturacaktım. Dün gece yüzüme bakan, sessizce beni tartan o gözlerin karşısına çıkacaktım. Üstelik bu kez kaçacak bir yerim yoktu. Ayrıca onlara ne diyecektim ki? “Merhaba, şey ben ünlü Rus mafyası Dimitri Vetrov’un Amerikalı diplomat Mark Benson’ı öldürdüğü ana şahit oldum da. O yüzden Tüm Rus mafyası benim peşimde, ben de o yüzden sizin evinizde saklanıyorum!” mu diyeceğim?

Doktor Oya bir şeyler sezmiş gibi başını bana çevirdi.

“İstersen hemen aşağı inmeden önce biraz konuşabiliriz,” dedi yumuşakça, “Ya da eğer kendini kötü hissediyorsan ben Devrim Bey ile de konuşabilirim.”

Başımı salladım.

“Hayır…” dedim, “Bir süredir insan içine çıkmadığım için gerildim sanırım. Önemli bir şey yok."

Gözlerinde onaylayan bir parıltı belirdi ama daha fazla konuşmadı. Merdivenleri birlikte inmeye başladık. Her basamak, zihnimde yankılanan endişeleri biraz daha gün yüzüne çıkarıyordu. Aşağıda yine aynı büyük salon vardı. İkili kapılar kapanmıştı ama içeriden kısık sesler gelmeye devam ediyordu.

Holün genişliğine adım attığımız anda, burnuma yine o tanıdık lavanta ve beyaz sabun kokusu geldi. Temizlik bile bu evde fazla ihtişamlıydı. Her şey, her köşe, her detay sanki gösterişle donatılmıştı. Ama bu gösterişin altında bir şeyler eksikti… Samimiyet gibi, huzur gibi.

İkili büyük kapıya yaklaşırken Doktor Oya omzuma hafifçe dokundu.

“Merak etme,” dedi, “Mesafeli ve soğuk insanlardır ama sana asla bir zararları dokunmaz. Tanıdıkça seversin.”

Derin bir nefes aldım. Boğazımda düğümlenen yumruyu yutmaya çalıştım.

“Sorun değil,” dedim, “Zaten çok kalmayacağım.”

Kapılar ağır bir gıcırtıyla açıldığında, içerideki herkes bir anda bize dönmedi. Bu kez sahne daha sessizdi. Herkes kahvaltı masasında yerini almış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Ama biz adım attığımız anda o konuşmalar buharlaşıp yok oldu sanki.

Gözüm ilk olarak Devrim’e takıldı. Masanın en köşesinde, tam karşımızda oturuyordu. Beni görür görmez başını kaldırdı ve bakışlarımız bir anlığına buluştu. Yüzü dün geceki gibi sert değildi ama hala soğuktu. Onu çözmek ne mümkündü ki.

Yanındaki sandalyede ellili yaşlarda beyazlarının boyatıldığı her halinden belli olan koyu kumral bir kadın oturuyordu. Bu annesi miydi acaba? Masada ikisinin dışında yedi kişi daha vardı. İçlerinden birini tanıyordum, Devrim’in sağ tarafında annesi olduğunu tahmin ettiğim kişi otururken sol tarafında ise o gece beni birlikte kurtardığı yardımcısı oturuyordu.

Doktor Oya kibarca önümden çekilerek bana yolu açtı.

“Gel,” dedi fısıltıyla. “Yanıma otur.” Sonra kalabalığa döndü ve herkese gülümseyerek selam verdi, “Günaydın herkese, afiyet olsun.”

Doktor Oya masanın Devrim’e en uzağında kalan sandalyelerden birine otururken ben de yanına geçmek için bir adım attım ve duraksadım. Sanırım benim de bir şeyler söylemem gerekiyordu, değil mi?

“Günaydın herkese,” diye mırıldandım, “Ben Eliz... Dün gece biraz garip bir tanışma yaşadığımız için kusuruma bakmayın ama ben...” Ben lafı ağzımda eveleyip gevelerken Devrim’le göz göze geldik. Bana gözlerini kıstı ve sözü devraldı.

“Eliz,” dedi beni ailesine tanıtmak ister gibi, sesi yine de soğuktu.

Ne diyecekti şimdi? Rus mafyasından kaçırdığım kız filan mı diyecekti?

“Eliz iş ortaklarımdan birinin kız kardeşi...” deyiverdi bir anda.

Gözlerim şaşkınlıkla gözlerini bulduğunda ise bana doğrudan bakarken gözlerinde tek bir soru işareti bile yoktu.

“Eliz aslında ailesiyle yurtdışında yaşıyor.” dedi Devrim, “Türkiye’ye bir konser için gelmiş ama burada talihsiz bir kaza yaşayınca ağabeyi de benden rica etti. Onu iyileşene kadar bir süre misafir edeceğiz...”

Harika. Konuşma kısmı bana kalsa ben resmen “RUS MAFYASI, AMERİKAN DİPLOMAT, SANDIK” filan diye zırvalayacaktım!

“Geçmiş olsun kızım,” dedi Devrim’in annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın, “İstediğin kadar misafirimiz olabilirsin.”

“Annem,” diye ekledi Devrim, “Annem Züleyha Yöner.”

Ve sonra annesinin yanında oturan orta yaşlı adamdan itibaren masadaki herkesi tek tek tanıtmaya başladı.

“Dayım,” dedi, “Dayım Ertan Akdağ.”

“Memnun oldum Eliz,” dedi Devrim’in dayısı, “Hangi ülkede yaşıyordun peki?”

Devrim’le bir kez daha göz göze geldik. Yardımcısı Ömer’in de telaşla Devrim’e baktığını gördüm ve hiç beklemediğim bir anda konuşuverdim.

“Japonya.” dedim. Neden böyle demiştim ki? Sanırım çok uzak diye kimsenin oraya gitmemiş olacağını düşünmüştüm, böylece bana soru sorsalar bile verdiğim cevabın doğruluğunu teyit edemezlerdi.

Devrim’in gözlerindeki hayretlerle dolu bakışı görebiliyordum.

“Ah, Japonya mı?” dedi Devrim’in annesi merakla, “E biz daha geçen ay oradaydık. Oradan da bizim yazlığa geçtik işte, ne tesadüf! Neresinde oturuyorsun Japonya’nın kızım?”

Bir insanın annesi nasıl daha geçen ay Japonya’ya gitmiş olabilirdi ya?

“Eh,” dedim gizlemeye sakladığım bir telaşla, “Tokyo.” diye mırıldandım.

En azından bildiğim birkaç şehir vardı.

“Tokyo’nun neresinde oturuyorsun peki?” diye sordu kadın heyecanla.

Ne yapsaydım, bayılma numarası filan mı yapsaydım?

“Tokyo’nun...” diyerek Devrim’in gözlerine baktım, o ise yardımcı olmaya çalışmak yerine eğlenerek beni izliyor gibiydi.

“Tokyo’nun şeyinde...” dedim geveleyerek, “Kuzeyinde oturuyorum. Köyünde oturuyorum zaten, siz bilmezsiniz bence.”

“Köyünde...” dedi kadın soran gözlerle, “Tokyo’nun...”

Başımı salladım.

“Evet, Tokyo’nun kuzeyinde köyler olduğunu bilmiyor muydunuz?”

“Eh, biliyorum tabi.” dedi kadın mahcup bir ifadeyle, bilmediği her halinden belliydi. Zaten ben de bilmiyordum!

“Bir gün beklerim ama,” dedim yalanıma gerçeklik katmanları katmak için, “Döndüğümde yani. Tekrar gelirseniz bekleriz mutlaka. Hem anneannem çok güzel şey yapar... Sushi.”

Masada derin bir sessizlik oldu. Neden bu kadar uzatmıştım ki neden?

“Pekala,” diye söze girdi Devrim, “Kimde kalmıştık? Yengem... Yengem Suzan Akdağ. Erkek kardeşim Deha.”

“Erkek diye belirtmene gerek var mıydı ağabey?” diye sordu yirmili yaşlardaki esmer kardeşi.

“İçimden geldi,” dedi Devrim, sıra bize gelmişti, “Oya Hanımı zaten tanıyorsun...” dedi.

Ve Doktor Oya’nın yanında ise ben vardım. Sonra Devrim masanın diğer tarafına, benim karşıma dönüp anlatmaya oradan devam etti.

“Diğer kardeşim, Demir.” dedi Devrim.

“Benim erkek olduğumu belirtme ihtiyacı duymamana sevindim ağabey,” dedi diğer kardeşi. İkisinin arasında sürtüşmeli bir gülümseme olurken Devrim soğuk bir gülüşle ortada kalan iki kişiyi atlayıp direkt yanında oturan yardımcısına döndü.

“Ömer,” dedi, “Yardımcım. Tanışmıştınız zaten.”

“Evet,” dedim, “Tanışmıştık.”

Ömer bana gülümseyerek el sallayınca ben de ona gülümsedim. Sıra Ömer’in yanındaki genç ve güzel kadına geldiğinde ise kadının gergin bakışlarının Devrim’in üzerinde olduğunu fark ettim. Uzun kızıl saçları beline doğru uzanıyordu ve üzerinde taşıdığı her şey olan güvenini haykırıyor gibiydi. Şıklığı, oturuşu, bileğini zarifçe süsleyen altın bileklikleri, hatta dudaklarındaki solgun ama özenle sürülmüş ruj bile onun bu evdeki yerini bildiğini ve sahip çıktığını gösteriyordu sanki.

Gözleri Devrim’in üzerinde sabitlenmişti ama yüzündeki ifade bir gülümsemeye bile yaklaşmıyordu. Gerginlik, sadece ona değil, tüm masaya yavaş yavaş yayılıyordu.

Devrim nihayet gözlerini kadına çevirdi ve dudaklarını araladı.

“Bu güzel hanımefendi de,” diye mırıldandı zoraki bir kibarlıkla, “Benim nişanlım.” deyiverdi bir anda.

Devrim’in bir nişanlısı mı vardı? Bu beni ilgilendiren bir konu değildi elbette ama bana nedense hiç de ilişki yaşayıp bir kadını mutlu edebilecek biri gibi görünmemişti. Daha çok robot gibiydi.

Kadının dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı oldu. Bu, gülümseme değildi. Zafer de değildi. Daha çok, “İşte şimdi herkes yerini bilsin,” der gibi bir duruştu.

“Lale ben,” dedi kadın, ilk kez doğrudan bana dönmüştü. Sesi ince ama dokunaklıydı, en fazla iğne ucu kadar soğuk bir naziklik taşıyordu, “Dün gece tanışamadık.”

“Evet...” dedim kısık bir sesle, başımı eğerek. “Böyle bir tanışmayı tercih ederdim açıkçası.”

Masadan birkaç kişi hafifçe güldü ama bu gerginliğin üzerini örtemedi. Başımı hafifçe kaldırıp baktığımda gülenlerin Devrim’in kardeşleri ve yardımcısı Ömer olduğunu gördüm. Lale ise başını hafifçe yana eğdi. Sanki gülmelerini sorguluyor gibiydi.

Devrim’in bana tanıtmadığı tek bir kişi kalmıştı. Nişanlısı Lale’nin yanında oturan ellili yaşlardaki oldukça bakımlı kadın fazlasıyla süslüydü, annem burada olsa halk dili sözlüğünü sonuna kadar arayıp tarar ve kadın için en doğru kelimenin “kokoş” olduğuna karar verirdi.

“Ve son olarak, Selda Hanım...” dedi ve kadın tam o an sözünü kesti Devrim’in,

“Ben de annesiyim.” dedi gülümseyerek, “Selda Hanım denir mi çocuğum? Müstakbel karının annesiyim ben!”

Devrim’in kardeşleri bir kez daha kendi aralarında gülüşürlerken bu evdeki gerilimin benimle hiç de ilgisi olmadığını fark ettim o an. Burası zaten kaotik bir evdi. Masadaki insanlar her ne kadar gülümseseler de kimse gülüşlerinde samimi değildi.

“Memnun oldum,” diye mırıldandım, “Yani herkesle tanıştığıma memnun oldum... Ve beni evinizde misafir ettiğiniz için de teşekkür ederim.”

“Sahi ya,” diye söze girdi Devrim’in nişanlısı, “Misafirlik demişken... Ne kadar sürecek bu misafirlik?”

Gözlerim önce bir anlığına Devrim’e kaydı, o ise doğrudan gergin bakışlarla nişanlısına bakıyordu. Adam hayatımı kurtardı diye bir de ilişkisinde gerginlik yaşamasına mı sebep olacaktım şimdi de?

“Eliz benim misafirim,” dedi Devrim, “Ve misafirim ne kadar isterse o kadar kalacak.”

“Sonsuza kadar kalmayacaktır herhalde...” dedi nişanlısı Lale, “Sonuçta bakım evi değil burası.”

Kurduğu son cümle kalbimi delip geçerken öfkemi dizginlemeye çalıştım. Kadın haklıydı. Nişanlısının evinde benim ne işim vardı? Bu onun için tabi ki sorun olacaktı. Aralarındaki gergin bakışma devam ederken bu kahvaltıya gelmeyi kabul etmemin bile aptallık olduğunu fark ettim. Yapılması gereken şey şuydu, Devrim ailesine benim kaza geçirdiğimi, bir süre bu evde misafir olacağımı ama kimsenin gözüne görünmeyeceğimi açıklayacaktı ve ben o lanet odadan asla çıkmayacaktım. Sandalyemi sıkıntıyla geriye doğru ittim.

Sandalyemden çıkan hafif gıcırtı, sessizleşen masanın üzerine bir tokat gibi indi. Herkesin gözleri yine üzerime çevrilmişti.

“Benim,” dedim kibarca, “İlaç saatim geçiyor, odaya dönsem iyi olur.”

Doktor Oya ayağa kalkar gibi oldu, ama ona başımı hafifçe sallayarak oturmasını işaret ettim. Devrim’in gözleri bana kilitlenmişti. O keskin bakışlarında bir şey vardı: Karışık bir özür, engel olamamanın öfkesi ve belki de... anlayış.

Nişanlısı Lale ise kollarını göğsünde birleştirip dudaklarının kenarına küçümseyici bir ifade yerleştirmişti. Gözleriyle arkamdan beni süzüyordu.

Kimse arkamdan bir şey demedi. Ne diyeceklerdi ki zaten? Burada beni tanıyan kimse yoktu, ben bu evde misafir bile sayılmazdım.

Koridora çıktığımda derin bir nefes aldım. Parmaklarımı boğazımdaki sarı fulara götürdüm. Annem… onun eliyle ördüğü bu parça beni bundan sonra hayata bağlayacak tek şey olacaktı belki de. Ama ne garip, şu an bu evde hayatta kalmak bile bana fazla geliyordu.

Duvarlardaki karanlık tabloların arasından geçerken ayak seslerim yankılandı. Koridor, salondan gelen hafif sesleri yutuyordu. Ben ise sadece kendi kalp atışımı duyuyordum. Kalbimin ritmi hızlanmıştı. Ellerim titriyordu. İçimdeki bu öfke tam olarak neyin öfkesiydi onu bile bilmiyordum.

Tek istediğim bana verilen odaya dönmekti. Kapıyı kapatıp, perdeleri çekip, tüm bu yabancı insanların yüzlerini, seslerini, bakışlarını geride bırakmaktı. Sessizliğin içinde kaybolmak istiyordum.

Köşeyi döndüğümde tanıdık kapı karşımdaydı. Elimi titreyerek kapı koluna uzattım, açtım ve içeri girdim. Kapıyı arkamdan kapatırken öyle bir hisse kapıldım ki, sanki içeride değil de suda boğulmaktan kurtulmuş gibi nefes alabiliyordum. Sırtımı kapıya yasladım. Gözlerimi kapattım. Ben bu evden nasıl kurtulacaktım?

Bu zoraki misafirlik nasıl bitecekti?

Aileme ve hayatıma nasıl kavuşacaktım?

Birkaç saniye… belki birkaç dakika boyunca orada öylece kaldım. Ne hareket ettim ne düşündüm. Sadece kalbimin atışına kulak verdim.

Sonra gözlerimi açıp ağır adımlarla yatağa doğru ilerledim. Günlerden sonra ilk kez bu kadar ayakta kalmıştım, bedenim hâlâ zayıf, hâlâ sızılıydı. Yatağın kenarına oturdum. Dizlerime kapanır gibi eğildim. Parmak uçlarım yerdeydi, alnım neredeyse dizime değiyordu. Boğazımdaki fulara dokundum yeniden.

Kapının çaldığını duyduğum an gelenin Doktor Oya olduğuna emindim.

“Girin.” diye mırıldandım halsiz bir sesle.

Kapı açıldığında gözlerim yavaş yavaş içeriye girenin kim olduğuna baktı ve gelen isim şaşırtıcıydı.

“Eliz.” dedi Devrim, içeri girip kapıyı kapattı.

“Sen...” diye mırıldandım, “Burada ne işin var? Ailen kahvaltıda, nişanlın, kayınvaliden...”

“Sen iyi misin?” diye sordu söylediklerimi umursamadan.

Kapıyı kapatıp önüme kadar gelmiş, öylece ayakta dikiliyordu.

“İyiyim,” dedim, “Sadece kendime kızdım biraz.”

“Neden?” diye sordu.

“Bu kahvaltıya hiç gelmemeliydim.” diye mırıldandım, “Yaptığın her şey için teşekkür ederim, bir çözüm bulur bulmaz buradan çıkıp gideceğim ama merak etme, bir daha bu odadan dışarı çıkıp kimsenin gözüne görünmeyeceğim, yani ailece merak etmeyin... Bir daha beni görmeyeceksiniz. Sadece bir çözüm bulmak için biraz zamana ihtiyacım var, bana eğer telefonumu verebilirsen...”

Devrim bir anda hareketlenip yatağa, yanıma oturdu.

“Biz çözüm bulamazsın Eliz,” dedi, sesi netti, “Çünkü bunun bir çözümü yok. Seni saklayan biri olmadığı müddetçe o adamların seni bulması bir saniye bile sürmez.”

“Tamam, ben de saklanacak başka bir yer bulurum o zaman.”

“Buna ihtiyacın yok.” dedi, “Sana söyledim Eliz, sen benim misafirimsin, istediğin kadar kalabilirsin ve kimse benim misafirime saygısızlık edemez.”

“Hayır,” dedim, “Bunu istemiyorum. Beni burada saklayabilmek için kimsenin ailesiyle veya nişanlısıyla arası kötü olsun istemiyorum. Bak, sana minnettarım Devrim. Ama merak etme, bu misafirlik yakında bitecek ve sen de kendi düzenine dönebileceksin.”

Sözümün ardından aramıza bir sessizlik yerleşti. Bu basit bir suskunluk değildi, içinde kırgınlık, çaresizlik ve ikimizin de kaçındığı gerçekler vardı. Belki de beni kurtarıp bu eve getirdiğine bile pişmandı Devrim. Huzurlarını bozmuştum sonuçta.

“Bu evin duvarları hep çatlaktı Eliz,” dedi, “Sen herhangi bir düzeni bozup herhangi bir huzuru kaçırmadın, merak etme. Şimdi yat ve dinlen lütfen, sana kahvaltı getirmelerini söyleyeceğim. Sen dinlendikten ve sakinleştikten sonra tekrar konuşuruz.”

Ayağa kalktı. Gidişi de gelişi kadar sessizdi Devrim’in.

Kapı kapanınca odada yeniden yalnız başıma kalakaldım. Burası bana çocukluğumun geçtiği koğuşu hatırlatıyordu ama orası daha huzurluydu. Bir an gözüm pencereden süzülen sabah ışığına takıldı.

Sırtımı yavaşça yatağın başlığına yasladım. Gözlerimi kapadım.

Ve o an, içinde bulunduğum bu yabancı evde, yabancı insanların arasında ve içine düştüğüm bu karmaşanın ortasında bana tanıdık gelen tek şeyin boynumda taşıdığım sarı fular olduğunu fark ettim.

Belki de hayatta kalmak bazen sadece nefes almayı değil dayanmayı öğrenmekti.

Ve ben artık öğrenmeye başlamıştım...