6.Bölüm : Bir Şeyler
*Yara bandımı söküp yaralarımla kaldım.*
Hayat şelaleden aşağı düşmekle başlar, hepimiz doğduğumuz an bir şelaleden aşağı düşer gibi gözlerimizi açarız. Öyle şaşkın, öyle temkinli, öyle korkak. Gözlerimizi açar ve yüzmeye başlarız. Su bizi geri çektikçe ileri gitmek için çabalarız. Yaşamak bizi geri çeken bir suda inatla ileri gitmeye çalışmaktır, başka bir şey değil. Bazen yorulduğumuzla kalırız, bazen suya karşı galip geliriz. Fakat bazen kazanmak bize hiçbir şey getirmez. Bazen kaybetmek daha çok şey kazandırır. Bu da benim kaybettiğimi kabul ettiğim ve kazandığım anlardan biri.
Efe’ye dört saattir ulaşamıyordum. Onun hakkında tuttuğum not defterinden onun hakkında bildiklerime dair yaptığım listeyi koparmış ve çöpe atmıştım. Not defterimi de çekmecelerden birine kaldırmış Efe’nin sosyal medya hesaplarında geziniyordum. Hiçbir paylaşım yapmamıştı. Bana dair gerçekleri öğrenip gitmesinin yollarını düşünüyordum. Belki telefonum çalmıştı, o yanıtlamıştı ve arayan kişi telefon açılır açılmaz bana “Yeşil Küpeli Kız” diye hitap etmişti. Ya da belki de gidişinin bunlarla hiçbir alakası yoktu. Ne olmuş olabilirdi? Neden gitmiş olabilirdi?
Artık bir şeyler yemeliyiz...
Haklısın İç Ses.
Kalkıp zorla da olsa birkaç kahvaltılık atıştırdıktan sonra Efe’nin bana aldığı ilaçlardan içtim. Sonra bilgisayarımın başına geçip birkaç haber yapmaya çalıştım. Fakat aklımı asla işlerime veremiyordum. Birkaç saatin sonunda kapım çaldığında neredeyse bilgisayarı duvara fırlatıp koşacaktım. Bilgisayarı koltuğa bıraktım ve kapıya doğru ilerledim. Kapının deliğinden baktığımda derin bir nefes aldım.
Bu o...
Bu Efe’ydi, evet. Kapıyı merakla ve heyecanla açtım. Efe karşımda darmadağın bir halde durmuş bana bakıyordu.
“Sen iyi misin? Nereye kayboldun?” diye sordum endişeyle.
“Özür dilerim, haber veremedim. Çıkıp sen uyanmadan geri dönerim diye düşünmüştüm, öyle olmadı. Giderken seni uyandırıp nasıl olduğunu sordum, sen iyi olduğunu söyleyince ben de gittim. Annem rahatsızlandı... Onun yanındaydım, evden birkaç şey almam gerekiyordu, onları aldım ve yanına geri döneceğim.”
“Öyle mi?” dedim endişeyle, “Neyi var?” Efe dağılmış bir halde çok basit bir şey söylüyormuş gibi cevapladı.
“Kalp krizi.”
“Kalp krizi mi?” Şok içinde yüzüne baktığımda burnunu çekti. Ayakta zor durduğu belliydi. Gözyaşlarını içinde tutmaya çalıştığı da belliydi. Yüzü kıpkırmızıydı, elleri yumruk olmuş öylece kırılmak üzere olan bir duvar gibi duruyordu.
“Sen iyi misin?” diye sordum. Başını salladı, ses çıkarmadı. İyi olmadığı belliydi, ağzını açsa ağlayacak gibiydi.
“Sarılmak ister misin?” diye sordum titreyen sesimle, gözleri gözlerime değdi ve o an tüm şehrin elektriklerini kesecek bir etkileşim oldu aramızda. Sol gözünden bir damla yaş düşmek üzereyken bana sarıldı.
“Bugün en az otuz kişiyle görüştüm, hastaneye ziyarete geldiler... Biri bile bunu teklif etmedi. Ve benim tüm ihtiyacım buymuş.” dedi kollarımın arasında titrerken.
“Annen... Şimdi nasıl?” diye sordum endişeyle.
“Daha iyi, kendine geldi sayılır. Çabuk atlattı. Hayati tehlikesinin geçtiğini söylüyorlar. Babam, teyzelerim, dayılarım yanında. Ama ben mahvoldum... Hayatımın en zor günüydü.” Sonra benden ayrıldı ve kolunu kapıya yaslayıp konuşmaya başladı.
“Sabah 6 gibi telefon geldi, arayan babamdı. Bana tek bir şey söyledi, ‘Annen kalp krizi geçiriyor, çabuk gel.’ Buradan nasıl çıktığımı bilmiyorum. Çıktım, karşıdaki eczaneye girip aceleyle senin ilaçlarını aldım. Geldim, buraya bıraktım. Seni uyandırıp nasıl olduğunu sordum, sonra da çıktım gittim. Hayatımda duygusal olarak bu kadar zorlandığım tek bir gün daha yaşamadım Mine.” Onu şaşkınlıkla dinledim. Şok içinde sözünü kestim.
“Dur bir dakika...” dedim kaşlarımı çatarak, “Annenin kalp krizi geçirdiğini öğrendin ve onun yanına gitmeden önce eczaneye gidip benim ilaçlarımı mı aldın?” Başını salladı.
“Babam zaten annemi hastaneye götürüyordu. Ama sen yalnızdın...”
Yalnız... Ben yalnızdım. Ben hep yalnız olmuştum. Ben yapayalnızdım. Beni tarif etmek için ne doğru bir kelime. Yalnız...
“Ben... Çok teşekkür ederim Efe.” dedim gözlerim dolarken, “Seninle hastaneye gelebilir miyim? İyi görünmüyorsun.”
“İyi değilim.” dedi, “Gerçekten gelir misin?”
“Tabi ki.” dedim, “Sen beni içeride bekle. Ben hemen üzerime bir şeyler giyip geliyorum.” Tam o an aklıma bilgisayarımı açık bir şekilde koltukta bıraktığım geldi. Efe ayakkabılarını çıkarırken hızla içeri girdim ve bilgisayarımın ekranını kapattım. O sırada Efe de ayakkabılarını çıkarmış salonuma doğru ilerliyordu.
“Kahvem var, istersen alabilirsin. Ben hemen geliyorum.”
Hızla yatak odasına geçtim. Üzerime mor delikli hırkamı, beyaz tişörtlerimden birini ve bol kot pantolonumu geçirdim. Saçlarımı yandan ördüm ve çantamı alıp telaşla Efe’nin yanına döndüm. O sırada Efe’yi koltukta uyurken gördüm. Duraksadım, ona doğru bir adım attım ve uyuyan yüzünü izledim. O kadar güzel bir yüzü vardı ki kalbinin iyiliği yüzünden okunuyordu. Bütün gece benim başımda beklemişti, bütün gün ise annesinin yanındaydı. Yorgunluktan ölüyor olmalıydı. Belki de onu bir süre uyandırmamalıydım. Yarım saat bile uyusa bu ona iyi gelecekti. Çantamı yere bıraktım, yatak odasından kırmızı battaniyemi aldım ve salona dönüp Efe’nin üzerine örttüm. Efe battaniyeye sıkıca sarıldı ve daha derin bir uykuya daldı. Ben de yanına geçtim, oturdum ve neden yaptığımı bilmeden onu izlemeye başladım.
Milyonlarca insanın hayran olduğu Efe Duran... Koltuğumda uyuyordu. Ona dair başka hiçbir şey bilmek istemiyordum. Sadece burada olduğunu ve uyuduğunu biliyordum. Ötesi değil... Şu an benim için başka hiçbir şey önem arz etmiyordu.
“Bir yol buldum sandım...”
“Ne?” Bakışlarım şaşkınlıkla Efe’ye dönerken uykusunda bir şarkı mırıldandığını anladım. Gülümsedim.
“Beni çıkmaza soktun, kendi ellerinle...”
Efe şarkı mırıldanmaya devam ederken onu hayranlıkla izliyordum. Karşımda tüm hayatı müzik olmuş bir yetenek abidesi vardı. Geleceğinin ne kadar parlak olduğu gözlerini açmadan da gözlerinden belli oluyordu. Efe şarkısını bitirip mışıl mışıl uyurken cebimde titreyen telefonumu çıkardım. Gelen mesajı açtım ve okumaya başladım. Mesaj kaynaklarımın birinden geliyordu.
“Kaynak 7 : Yeşil Küpeli Kız, merhaba. Olayları duydun mu?”
“Ne olayı?”
“Kaynak 7 : Efe Duran’ın annesi kalp krizi geçirmiş. Haber sadece tek bir kanalın elinde, kanalın gazetecileri hastaneye doğru yoldaymış. Yoldaki gazetecilerden biri arkadaşım, ondan öğrendim. On dakikaya kadar hastaneye ulaşır sonra da tüm Türkiye’ye duyururlar.”
Okuduğum mesajın şaşkınlığıyla birkaç saniye donakaldım. Bu haberi kim duyurmuştu, bu haber nereden duyulmuştu? Efe’nin bu hayatta en önem verdiği şey ailesiydi ve onların özel olarak kalmasını istiyordu. Bunun olmasına izin veremezdim.
“Kimin kanalı?” yazdım öfkeyle.
“Kaynak 7 : Serhat Turdan.”
Sonra öfkeyle mesajdan çıktım. Serhat Turdan, Türkiye’nin en zengin kanal sahiplerinden... Kendisini benimle rakip gören ve bana sık sık mail atıp meydan okuduğunu sanan zavallı. Burnumdan soluyarak mail sayfama girdim. Serhat Turdan’ın mail adresini yazdım ve hızla mail yazmaya başladım.
“Kime : @serhatturdantv20@gmail.com”
Mail Konusu : İmzalı Fotoğraf.
Sevgili Serhat Turdan Bey.
Ben yıllardır yaptığı haberlerle size kıskançlıktan kafayı yediren Yeşil Küpeli Kız. Duyduğuma göre Efe Duran’ın annesinin yaşadığı sağlık sorununu bile bir rekabet uğruna habere dönüştürme peşindesiniz. Eğer gazetecilerinizi oradan çekmez ve bu haberi yaparsanız bilin ki manken Zelin Alkaya ile geçirdiğiniz o muhteşem ve müstehcen Prag tatilinizin fotoğrafları siz haberi yaydığınız an pek sevgili eşinizin telefonuna gider. Size iyi çalışmalar dilerim. Büyük bir fanım olduğunuzu biliyorum, bir gün görüşürsek bir fotoğrafımı imzalayıp vermek isterim. Fotoğrafımı derken, yüzümün değil de orta parmağımın fotoğrafını imzalamayı tercih ederim haberiniz olsun.
İyi çalışmalar dilerim.”
Telefonumun ekranını öfkeyle kapattım ve beklemeye başladım. Sadece beş dakika sonra telefonum titredi. Gelen mesaj kaynağımdandı.
“Kaynak 7 : Arkadaşım aradı, Serhat Bey onları şirkete çağırmış. Haberin yapılmamasını emretmiş. Bu nasıl olabilir? Haberi sen mi yapacaksın?”
“Haberi ben yapmayacağım.” yazdım, “Haberi kimse yapmayacak.”
Bu piyasada durduramayacağım tek bir insan bile yoktu. Hepsinin her şeyini biliyordum, bazılarının kendilerinin bile bilmediği şeyleri biliyordum. Bu yola Efe’nin hayatını öğrenip haber yapmak üzere çıkmıştım ve şimdi şöyle devam edecektim, artık kimse Efe hakkında tek bir haber dahi yapamayacaktı. Yapan olursa, karşısında beni bulacaktı. Bu benim ona borcumdu.
“Efe...” diye mırıldandım sessizce, “Artık gidelim mi?”
Gözlerini açtı. Şaşkın bakışlarla önce bana sonra karşıdaki saate baktı. Kendine gelmeye çalışarak doğruldu.
“Ben ne kadar zamandır uyuyorum?” diye sordu.
“Yarım saattir... Uyuyakalmıştın, ben de biraz uyumalısın diye düşündüm ve o yüzden seni uyandırmadım.”
“Teşekkür ederim.” dedi uykulu sesiyle. Sonra ayağa kalktı ve gözlerini ovuşturdu.
“Gidelim, gelmek istediğine emin misin?”
“Tabi ki.” dedim minnettarca. Efe birkaç saniye boyunca yüzüme baktı ve derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.
“Hayatımda tanıdığım en iyi insansın.” dedi gözlerimin içine uzun uzun bakarken.
“Ben mi?” dedim şaşkınlıkla.
“Evet, sen...” dedi etkileyici sesiyle.
“Teşekkür ederim.” diyerek gülümsedim.
“O zaman çıkalım mı?” diye sordu.
“Çıkalım...”
Efe Duran ve ben adeta bir çift gibi birlikte önce benim dairemden çıktık. Sonra binadan çıktık ve sonra onun o meşhur siyah camlı arabasına bindik. Efe tam arabasını çalıştırıyordu ki bana döndü.
“Bu arada çok güzel olmuşsun.” deyiverdi bir anda. Ben utandığımı hissederken o devam etti, “Mor çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım. Yola çıktığımız sırada Efe radyodan rastgele bir şarkı açtı. Ve bu şarkı kendisinin şarkısıydı.
“Nasıl bir his?” diye sordum.
“Ne nasıl bir his?”
“Radyoyu açınca karşına kendi şarkının çıkması...” Efe sessizce güldü.
“Gurur verici.” diye mırıldandı, “Bu şarkıyı tam üç yıl önce yazmıştım...”
Sonra kısa bir sessizlik oldu, Efe radyonun sesini açtı ben ise şarkının sözlerine odaklandım. Şarkının sözleri çok garipti, sanki üç yıl önce yazılan bu şarkıda bana dair bir şeyler olduğunu hissediyordum.
“Üç günlük savaşta yıllarca kaldım.
Yara bandımı söküp yaralarımla kaldım.
Sonra sen geldin, beni sardın,
Yağmur başladı ve ıslandık.
Aklım başımda değildi,
Seninle uyandım.
Kıskançlıktan delirdim,
Çünkü benim değildin,
Ve başkasının olamazdın...
Olamazdın...
Olamazdın...”
Başımı Efe’ye doğru çevirdim, bana baktığını gördüm. Göz göze gelince bakışlarını kaçırdı. İçimde bir şeylerin kıpırdadığını hissediyordum. Sanki kader bizi birbirimize doğru itiyordu, sanki yıllardır aradığı bendim ve yıllardır beklediğim oydu. Tarihe not düşmeliydim belki de. Bugün 5 Eylül Cuma’ydı ve içimde bir şeylerin kıpırdadığı ilk gün, içsel ölümümün var olduğu ise son gündü.
Bugün bir şeyler oluyordu. Ne olduğunu bilmiyordum... Betimleyecek cesaretim de yoktu, sadece ve sadece bir şeyler oluyordu...
Bir şeyler.