5.Bölüm : Kayıp Şehir

Beyza Alkoç

*Herkes ararken ben buldum seni.”

“Günaydın Türkiye, 3 Eylül Perşembe gününden hepinize merhaba, bugünün bombalarına hazır mısınız?”

Burnumu çeke çeke yataktan kalkmamla birlikte odamın hala kapkaranlık olduğunu gördüm. Sayfamda yaptığım paylaşımın üzerinden bir dakika geçmişti ve odam adeta bir gece vakti kadar karanlıktı. Başımı kaldırıp komodinimde duran saate baktım.

“02.46 mı?” dedim şaşkınlıkla. Halsizce yatağıma geri döndüm. Yaptığım paylaşımı sildim ve telefonumu komodine geri bıraktım. Evin içinin delicesine sıcak olduğunu biliyordum ama tir tir titriyordum. Tüm vücudum yorganın altında olmasına rağmen büyük bir kar yığınının altında kalmış gibi hissediyordum. Karnıma aniden giren büyük bir sancıyla yatağımın içinde kıvranmaya başladım. Zar zor yataktan kalktım ve lavaboya gittim. Birkaç öğürmeden ve ufak bir kusmadan sonra yatağıma geri döndüm. Fakat bu sefer de üşümenin yerini terleme aldı. Nefes alamadığımı hissettim, biraz olsun hava alabilmek umuduyla balkona koştum. Balkonun bütün camlarını açtım ve yağan yağmurun tam karşısına oturup derin derin nefesler almayı denedim. Kendimi iyi hissetmeye başlamıştım. Bu arada üst katın ışıkları hala yanıyordu. Efe uyumuyor muydu?

Yaklaşık yirmi dakika boyunca balkonda o soğuğun altında şortlu pijama takımımla uzandım. Yirmi dakikanın sonunda neredeyse uyuyakalmak üzereyken aniden gelen bir öğürmeyle balkondan içeri koştum. Kusamıyordum, sadece öğürüyordum. Çocukluğumdan beri ne zaman ne hastalık yaşasam o hastalık beni midemden vururdu. Dünyanın en hassas midesine sahiptim. Yaklaşık beş dakika kadar banyoda oturup kusmaya çalıştım. Sonra çalan kapının sesiyle doğruldum ve kapıya doğru ilerledim. Kapının deliğinden baktığımda Efe’nin endişeli yüzünü gördüm. Kapıyı araladım ve ona baktım.

“Bir sorun mu var?” diye sordum halsizce.

“Kusuyorsun.” dedi, sesi oldukça endişeli geliyordu.

Başımı salladım. Onu içeri davet etmem gerekiyordu sanırım, ama bunun için hazır değildim. Bilgisayarım, not defterim, her şey içerideydi. Yapmam gereken şey ona iyi olduğumu söyleyip gitmesini rica etmekti sanırım. Fakat öyle olmadı. Efe’nin gözünün önünde öğürmeye başladım, koşarak lavaboya doğru ilerlediğim sırada Efe de telaşla eve girdi. Bir yandan kusuyordum bir yandan da not defterimi ve bilgisayarımı görmemesi için dua ediyordum. Başka bir çarem de yoktu sanırım. Efe peşimden gelmiş ve ben kusarken saçlarımı tutuyordu.

“İyiyim...” demeye çalıştım, “Sen gidebilirsin, uykunu bölme. Ben gayet iyiyim...” O sırada kusuyordum.

Aynen Mine, baya iyisin.

“Senin öğürmelerini balkonda duydum, inmeden hemen önce bir doktor arkadaşımı aradım. Birazdan burada olur, o geldiğinde giderim.” Başımı salladım.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım.

“Gel, seni yatağına yatırayım.” Efe beni kaldırmaya çalıştı ama adım atacak halim yoktu.

“Yürüyemiyorum...” diye sızlandım, sinirlerim o kadar bozulmuştu ki gözlerimden de yaşlar akıyordu.

“Tamam, sıkıntı yok.” Efe beni kucağına aldığında kendimi biraz olsun rahatlamış hissetmiştim. Sanki daha şimdiden yatağıma yatmış, yorganımın altına girmiş gibiydim.

“Yat bakalım...” Efe beni yatağıma yatırıp üzerime yorganımı örttükten sonra doğruldu.

“Ben gidip sana biraz su getireyim.” dediği an korkuyla kolunu yakaladım. İçeri girmesine izin veremezdim.

“Ne oldu?” diye sordu endişeyle. Bana doğru eğildi ve gözlerime endişe içinde baktı.

“Korkuyorum...” diye mırıldandım, “Bu saate kadar hep kabus gördüm... Lütfen içeri gitme. Beni bırakma.” Bunları söylerken vicdanım hiçbir şekilde rahat değildi. Sanki onun duygularıyla oynuyordum, sanki onu boştan yere endişelendiriyordum. Ama başka çarem yoktu. Efe endişe içinde yanıma oturdu.

“Tamam, ben buradayım. Korkma.” Elimi tuttu. Duygusuz, ruhsuz ve kalpsiz olduğumu düşünüyordum ya hani, eli elime değdiğinde garip bir duygu seli yaşadım. Anlatamayacağım hisler bütün hücrelerimi doldururken gözlerimi araladım. Bu saate kadar gerçekten de kabuslar görüp durmuştum, bu yalan değildi. En azından gerçekten kabus görmüş olmam beni biraz olsun kötü bir insan olmaktan alıkoyuyordu. Ya da ben ona inanıyordum.

“Şarkıyı yazdım.” diye fısıldadı.

“Hangi şarkıyı?”

“Rengarenk Acılar...”

“Gerçekten mi?” dedim halsizce, “Bu kadar çabuk mu?” Efe başını salladı.

“Hayatımda hiçbir şarkıyı bu kadar hızlı yazmamıştım. Bu saate kadar uyumadım, bir oturuşta bir şarkıyı hiçbir sözünü değiştirmeme gerek bile duymayacağım bir halde yazdım. Senin sayende...”

“Hayır.” dedim yorgun sesimle, “Yetenekli olan sensin.”

“Dünyanın en yetenekli sanatçıları bile ilham olmadan hiçbir şey yapamaz. Sen bana ilham oldun...” Halsizce gülümsedim.

“Peki ne zaman okuyabilirim?” diye sordum.

“Okuyamazsın.” dedi Efe.

“Neden?”

“Çünkü sözleri ilk defa konserimde duymanı istiyorum, okumanı değil dinlemeni istiyorum.” Güzel gözleri gözlerimin içine o kadar parlak bakıyordu ki sadece bakarak bile bir insanın ruhunu iyileştirebilirdi.

“Bu hafta vereceğin konserde mi söyleyeceksin yoksa? Bu kadar çabuk mu?”

“Hayır.” dedi Efe, “Bir sonraki konserim Küçükçiftlik Park’ta olacak. Yaklaşık on bin kişinin katılımı bekleniyor. Rengarenk Acılar’ı orada söyleyeceğim.”

“Bu harika bir haber.” dedim onun adına gerçekten mutlu olarak, giderek büyüyordu, resmen yıllarca kalkmayacağı zirveye doğru hızla tırmanıyordu.

“Ne zaman?” diye sordum.

“30 Eylül.”

“Efe, gerçekten çok sevindim. Beni ne kadar mutlu ettiğini tahmin edemezsin. Üstelik senin kariyerinin de bu kadar hızlı ilerliyor olması harika bir olay. Resmen parlıyorsun.” Efe parlayan gözleriyle gözlerimin içine baktı. Tam o an telefonu çalmaya başladı. Telefonunu açıp cam kenarına gittiği sırada onu izliyordum.

Bunları haber yapacak mıyız?

Hayır İç Ses, bunları haber yapmayacağız.

Buraya taşındığımdan beri ilk defa Efe’nin ağzından duyduğum cümleler bir haber değeri taşımıyordu benim için. Bu saate kadar uyumamış ve Rengarenk Acılar’ı yazmış olması, beni öğürürken duyup buraya koşmuş olması hayatım boyunca görmediğim kadar büyük bir iyilik örneğiydi. Hayatı boyunca hep kötülük görmüş olan ben böyle davranılmaya alışık değildim.

“Doktor arkadaşım gelmiş, kapıdaymış. Onu alıp geleyim...”

“Tamam.” Efe kapıya doğru ilerlerken bir dakika kadar bekledim ve o daireden çıkar çıkmaz hızla kalktım. Karın ağrımı umursamadan içeri geçip bilgisayarımı ve not defterimi vitrinimin en alt çekmecesine sakladım ve yatağa geri döndüm. Artık rahat olabilirdim. O çekmeceyi açması imkansızdı... Efe birkaç dakika sonra doktor arkadaşıyla birlikte aralık kapıdan içeri girdi.

“İsmi Mine, yeni kiracım.” diye anlatarak odama girdiğinde doktor arkadaşının otuzlu yaşlarda bir erkek olduğunu gördüm.

“Merhaba Mine. Ben Cenk.”

“Merhaba, nasılsınız?”

“Ben iyiyim ama sen kötüymüşsün duyduğum kadarıyla.”

“Evet, biraz...”

“Neyin var, anlat bakalım. O sırada ben de ateşini ölçeyim.” Doktor yanıma oturup ateşimi ve tansiyonumu ölçerken Efe de bizi ilgiyle izliyordu.

“Mide bulantısı, kusma, karın ağrısı, halsizlik... Bazen çok üşüyorum, bazen de çok terliyorum. Fakat benim hayatım boyunca soğuk algınlıklarını geçirme şeklim hep buydu. O yüzden ciddi bir şey olduğunu hiç sanmıyorum.”

“Ateşin yok, tansiyonun düşmüş biraz... Ciddi bir sıkıntın olduğunu sanmıyorum. Ben şimdi sana bir iğne yapacağım, o seni rahatlatır. Fakat boş vaktinde mutlaka hastaneye gidip bir kan tahlili de yaptır. Anlaştık mı?”

“Tamam, tabi ki.”

Doktor bana iğne yaptıktan sonra birkaç ilaç yazdığı reçeteyi Efe’ye uzattı.

“Gelmene gerek yok, ben kendim çıkarım. Kızı yalnız bırakma. Kötü olursa bana haber ver, sabah da bu ilaçları alırsın kahvaltı yaptıktan sonra kullanmaya başlar. Korkulacak bir şey yok.”

“Tamam, Cenk. Çok sağ ol.”

“Görüşürüz, yarın ara beni.”

“Tamam kardeşim, ararım. Hadi iyi geceler.”

Doktor bizi yalnız bırakırken vurduğu iğnenin etkisiyle gözlerim yavaş yavaş kapanıyordu. İğne bende büyük bir rahatlama yapmıştı, sakinleştiğimi hissediyordum. Sanki bir anda her şey yavaşlamıştı. Sesler azalmış, görüntüler yumuşamıştı. Efe yatağımın yanındaki kitap okuma koltuğuna oturdu ve bana döndü.

“Eğer senin için sorun olmayacaksa sabaha kadar beklemek istiyorum. Sabah çıkar ilaçlarını alır getiririm, sonra da giderim. Olur mu?”

“Olur...” diye mırıldandım, “Efe...”

“Efendim Mine?”

“Sen neden bu kadar iyisin?”

“Herkese iyi değilim, inan bana.”

“Neden bana bu kadar iyisin?”

“Hayatın boyunca yeterince kötü davranışa maruz kalmadın mı sence de?”

“Bu yüzden mi?” diye sordum ve sonra istemeye istemeye devam ettim, “Ben... Uyuyorum galiba.”

“Uyu Mine. Birkaç saat sonra uyandığında kendini iyi hissediyor olacaksın.”

“Ben zaten iyi hissediyorum...” diye mırıldandım ne söylediğimin bilinçsizliğiyle, “Acılarım bir şarkı oldu... Nasıl kötü hissedebilirim?” Efe bana doğru eğildi. Dolmuş gözleriyle kapanmak üzere olan gözlerime baktı.

“Şarkıyı duyduğunda çok daha iyi hissedeceksin. Söz veriyorum.”

“O zaman bana bir şarkı söyler misin? Başka bir şarkını... Olmaz mı?”

“Olur.” Derin bir nefes aldı. Uykunun kolları arasında rengarenk bir derinliği çekilirken Efe’nin şarkı sözlerini duydum. Tamamını dinleyebilecek kadar kendimde değildim. Sadece birkaç cümle duyduğumu hatırlıyordum.

“Sen kayıp şehirsin...
Herkes ararken,
ben buldum seni.
Ve artık benimsin.”

Şarkının sözleri uzun süre kafamın içinde dönüp dolaştı. Efe’nin etkileyici sesi herhangi bir ilaçtan daha şifa vericiydi sanki. İçimde Efe Duran’a karşı garip bir his vardı. Ona karşı hiç yabancı hissetmiyordum. Onunla tanıştığım ilk gün bile sanki yıllarca aynı sınıfta okumuşuz da birbirimizi o yıllarda fark etmemişiz gibi hissetmiştim. Yüzünde, sesinde, bakışlarında çok tanıdık bir his vardı.

“Ve artık benimsin...”

“Ve artık benimsin...”

Saatler süren uykumdan ter içinde sıçrayarak uyandığımda Efe’nin yanımda olmadığını gördüm. Telaşla telefonumu aldım ve saate baktım. Saat 09.36’ydı. Telefonumun hemen yanında ise bir eczane poşeti vardı. Efe ilaçlarımı almıştı ama burada değildi. Neden gitmişti? Neden giderken bana haber vermemişti? Yoksa bir şey mi görmüştü? Telaşla yatağımdan kalkıp oturma odama geçtim. Sırayla evin her yerini aradım ama Efe yoktu. Üstelik ayakkabıları da kapının önünde değildi. Ne görmüş olabilirdi ki? Neden gitmiş olabilirdi? Korku içinde yatak odasına döndüm ve telefonumu elime alıp onu aradım. Telefon çaldı, çaldı... Ama asla açılmadı. İşi daha da abartıp üzerime bir hırka geçirdim ve hızla üst kata çıktım. Kapısını çaldım, fakat açan olmadı. O an onun gerçekleri öğrenme ihtimali beni mahvetti, onun o güzel kalbinin kırıldığını düşünmek, bana gösterdiği tüm güzelliklerin karşılığında ona böyle bir kötülük yaptığımı öğrendiğini bilmek beni olabildiğince derinden sarstı. Ne olmuştu bilmiyordum, Efe neredeydi bilmiyordum, gerçekleri öğrenmiş miydi bunu da bilmiyordum fakat bildiğim tek bir şey vardı.

Şu ana kadar hırslarım uğruna getirdiğim bu oyunu tam şu an burada bitiriyordum. Onun haberlerini yapmayacaktım. Haberler ayağıma kadar gelse de asla ama asla onunla ilgili tek bir cümle yazmayacaktım. Efe Duran defteri kapanmıştı.