5.BÖLÜM : KAPI SESLERİ
5.BÖLÜM: KAPI SESLERİ
Gözlerimi her açtığımda aynı tavana bakıyordum. Aynı parlak gösterişli avize, aynı köşede biriken gölge, aynı renkten tiksinmeye başlamış bakımlı duvarlar. Zaman duvarlara sinmişti sanki. Hangi gündeyiz bilmiyordum ve umurumda bile değildi.
Sadece yatıyordum.
Bir bedenim vardı, evet. Ama içinde biri var mıydı, ondan pek emin değildim.
Zihnim bir boşlukta asılı kalmış gibiydi. Tüm sesler boğuktu, uzaktan gelen yankılar gibi. İçimde öyle derin bir sessizlik vardı ki, en ufak bir gürültü bile camlarımı kıracak gibiydi. Ruhum üzerindeki parmak izi kalıntılarından dışarıyı izlemeye çalıştığım bir cam gibi…
Kurşunun girdiği yeri hissediyordum hâlâ. Sargının altında sızlayan yer bir yara değildi sadece…
Bedenimde açılan o delik, sanki ruhumdan da bir parçayı alıp götürmüş gibi.
Doktor Oya’dan durumuma dair gerçekleri dinlediğim günden sonra çaresizce içime kapandım. Tamamen iyileşmem de sandığım kadar kısa sürecek gibi değildi. Zaten artık iyileşsem bile buradan ayrılıp ne yapacaktım, nasıl hayatta kalacaktım bilmiyordum.
Kendimi kendi zihnimin zindanlarına tutsak ettiğim bu günlerde ne yemek yemeyi kabul ediyordum ne de ayağa kalkmayı. Doktor Oya her gün iki kere uğruyordu. Gülümseyerek giriyordu odaya. Hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi görünen bir gülümsemesi vardı ama o gülümsemenin altında benim için endişelendiğini görebiliyordum.
Beni kurtarıp evinde misafir eden o yabancıyı, Devrim Ali Yöner’i, arada sırada doktorla birlikte geldiğinde görüyordum yalnızca. Nasıl olduğumu soruyordu, cevabını alınca gidiyordu. Bir yabancının beni ve duygularımı önemsemesini bekleyemezdim elbette. Zira ben de hiç bilmediğim bu evde, hiç tanımadığım bir adamın misafiri olmak istemiyordum ve bu geçici misafirliğin sona ermesini tüm kalbimle istiyordum.
Arkadaşlarımı özlüyordum, annemi özlüyordum, kedimiz Adnan’ı özlüyordum.
İştahım günlerdir öyle çok kapalıydı ki iki kaşık çorbadan başka bir şey almıyordu midem. Serum desteğiyle biraz olsun toparlanmaya çalışsam da giderek halsizleşiyordum.
Günler sonra gözlerimi araladığımda bu eve geldiğimden beri hissetmediğim bir şey hissettiğimi fark ettim. Açlık.
Midem günler sonra ilk kez açlık hissini tadıyordu ama midemi birdenbire vuran bu açlık öyle sıradan, normal bir açlık değildi. Açlıktan ölüyordum adeta. Halbuki daha bir saat önce odama getirilen bir tepsi yemeği reddederek geri göndermiştim. Ne olmuştu şimdi? Vücudum iyileşmek için çabalama evresine mi geçmişti?
Titrek bir nefes alıp etrafıma bakındım. Bu odada ne vakit geçirebileceğim bir şey vardı, ne de beni misafir eden insanlarla bile iletişim kurmama yarayabilecek herhangi bir iletişim aracı. Acaba kapı kilitli miydi? Kapıyı açsam, birilerine seslensem duyarlar mıydı?
Ya da biraz beklese miydim? Belki de birazdan birileri uğrardı yanıma.
Üzerimdeki yorganı ayaklarımla ittirdim ve ferahlamaya çalıştım. Üstümdeki kıyafetler yine onun kıyafetleriydi, Devrim Ali’nin. Gerçi yalnızca üstümdeki uzun lacivert ev tişörtü onundu, altımdaki siyah pijama altını uzun tişörtle rahat edemediğimi gören doktor Oya getirmişti. Bir de yatağımın yanına bırakılan bir çift siyah ev terliği vardı.
Arada terliklerimi giyip odanın içinde biraz dolaşıyor, tuvalete gidip geliyordum, günlerdir hayatım bundan ibaretti. Bazen perdeyi aralıyor, şık parmaklıklarla korunan pencereden dışarıya bakmaya çalışıyordum ama bu odanın camı yalnızca evin arka bahçesini ve ormanı gördüğü için pek de bir şey göremiyordum. Arka bahçede hiçbir şey yoktu, kimse oraya adım bile atmıyordu.
Terliklerimi giyip odanın içinde biraz gezintiye çıktım. Bugün sabahtan beri iyice toparlanmaya başlamış gibi hissediyordum. Sanırım tamamen iyileşiyordum, enerjim yerine geliyordu. Tamamen iyileşmeye yaklaştıkça bu oda daha da boğuyordu beni. Tamamen iyileştiğimde ne yapacaktım? Hayatımı riske atıp ölmek pahasına da olsa sevdiklerimin yanına mı gidecektim? Yoksa bu zorunlu misafirlik bir süre daha devam mı edecekti?
Vakit geçmek bilmiyordu.
Odanın içinde öylece dolandım durdum, duvar kağıtlarına dokundum, perdelerde gezindirdim ellerimi. Gözlerim odanın kapısındaydı. Ne bir ses vardı ne de bir hareket. Kilitli olup olmadığını bile bilmiyordum. Birkaç kez kilitlendiğini duyar gibi olmuştum ama her zaman değil. Kalkıp kontrol etmek ise hiç aklıma gelmemişti. Zaten bugüne kadar kapıyı düşünecek halim bile olmamıştı hiç.
Şimdi ise açlıktan kıvranıyordum. Derin bir nefes aldım. Sanırım kapıyı açmayı deneyecektim. En azından kafamı uzatır, birilerine seslenirdim, hiç değilse koridorun neye benzediğini görürdüm.
Siyah ev terliklerimi sürüye sürüye kapıya gittim. Elim kapının kulpu üzerindeyken birkaç saniye duraksasam da çevirdim kapının kolunu. Kapıyı yavaşça açtım ve kafamı koridora doğru uzattım.
Kafamı koridora uzattığımda burnuma önce çok hafif bir temizlik malzemesi kokusu çarptı, koku beyaz sabun ve lavanta karışımıydı. Ardından o tanıdık sessizlik… Bu evde nefes alan tek kişi ben miydim acaba? Ya da belki de odaların ses yalıtımı çok iyiydi?
Loş ışıkla aydınlatılmış koridor, ağır kadife perdeler gibi duvarlardan sarkıyor gibiydi. Sanki bu evde zaman bile yürümeye korkuyordu.
Koridorun sonuna kadar göz gezdirdim. Sağ yanda bir merdiven başlangıcı görünüyordu, birkaç kapı da sağlı sollu sıralanmıştı ama hepsi kapalıydı. Her şey öyle düzenliydi ki birisi bu evi içeride bir saniye bile gürültü çıkmasın diye özel olarak dizayn ettirmiş gibiydi.
Bir adım attım. Sonra bir tane daha. Yavaş, neredeyse tereddütlü… Tahta zeminden gelen gıcırtı sesleri, kalp atışlarıma karışıyordu. Kendimi yakalanacakmış gibi hissediyordum ama neye yakalanacaktım ya da kim tarafından yakalanacaktım, onu bile bilmiyordum.
“Doktor Oya?” diye seslendim dikkatlice, koridorda etrafıma bakındım ama hiçbir ses gelmedi.
“Kimse yok mu?” dedim.
Sıkıntıyla iç çektim ve merdivenlere yöneldim. Her bir basamağa dikkatle bastım, parmak uçlarımda yürüyormuş gibi hafif ama temkinliydim. Kalbim sanki boğazımda atıyordu. Günlerdir kaldığım bu evin içinde ilk kez böyle dolaşıyordum. Aşağıya indikçe ayaklarım yere daha sağlam basmaya başladı. Belki de midemdeki boşluk, korkularımın önüne geçmişti artık.
“Ah be Eliz,” dedim kendi kendime, “Kendine gelmen için acıkman mı gerekiyordu?”
Zemin kata indiğimde, gözlerimin önüne serilen manzara karşısında bir an duraksadım.
Bu ev sadece büyük değil, aynı zamanda korkunç derecede lükstü. Bunu beni misafir ettikleri odadan biraz olsun anlayabilmiştim ama her şey her adımımda giderek daha da ihtişamlı bir hale geliyordu.
Mermer zeminler, duvarlara gömülmüş ince işçilikli ahşap paneller, ağır kristal avizeler ve gümüş çerçeveli aynalar… Bir köşede antika gibi duran büyük bir piyano vardı. Ev bir müze gibi kokuyordu; her şey gösterişli, düzenli, kusursuzdu.
Dikkatimi çeken şeylerden biri ise bu evde henüz hiçbir fotoğrafa rastlamamış olmamdı. Ne duvarlarda, ne yanından geçtiğim vitrinde, hiçbir yerde herhangi bir kimsenin fotoğrafı yoktu.
Derin bir şaşkınlıkla yürümeye devam ettim. Geniş bir holün sonunda uzun bir koridor başlıyordu. Koridorun iki yanına büyük tablolar asılmıştı, ama hepsi ya birer hayvan resmiydi ya da karanlık manzaralar. Birkaç tablonun karanlığından içim ürpermişti. Bu koridoru geçmek bir ömür sürdü sanki.
Koridorun sonunda büyük, yüksek ahşaptan yapılma siyah bir çift kanat kapı vardı. İki yanında yine süslemeli vazolar, üzerlerinde kristal çiçek aranjmanları. Kapının ardında ise beklenmedik bir hareketlenme vardı. Kulağımı kapıya yaslamasam da içeriden gelen sesler belirgindi artık. Sesleri duyduğum an kendimi öyle çok tedirgin hissettim ki adımlarım durdu.
Kalabalık bir grup konuşuyordu, çatal bıçak sesleri duyuluyordu. Gülüşmeler, sandalye gıcırtıları… Ev ikiye bölünmüş gibiydi, buraya gelene kadar derin bir matem sessizliği hakimdi. Bu noktada ise her şey şenlenmiş gibiydi.
Belli ki içeride bir davet filan vardı. Kalbim telaşla teklerken gözlerim hala mutfak filan arıyordu! Ağrı kesici ararken rus mafyasının hedefi haline gelmiştim, acıktığım için başıma neler gelirdi kim bilir!
Tam geriye dönmeye karar verdiğim sırada bir şey oldu.
İkili büyük kapı bir anda açıldı.
Hem de kapının iki tarafı birden açıldı!
İçeriden ilk çıkan, ellerinde gümüş tepsiler taşıyan iki hizmetçiydi. Başları öne eğik, dikkatlice ilerliyorlardı ve beni henüz görmemişlerdi. Kapı tamamen açıldığında ise arkasında kalan salon tüm ihtişamıyla önüme serildi.
Elimde olmayan bir telaşla üzerimdeki kıyafetleri fark ettim. Üstümdeki uzun, bol ev tişörtü ve altımdaki pijama ve siyah ev terlikleriyle tam önümde açılan iki büyük kapının ardında kalakalmış, bu gecenin asıl misafiri benmişim gibi öylece duruyordum. Donakalmıştım.
Salon, neredeyse bir davet havasındaydı. Kocaman masanın etrafında toplanmış on-on beş kadar insan vardı. Kimi ayakta sohbet ediyor, kimi sandalyede şarap kadehini elinde tutuyordu. Işıklar sıcaktı, dekorasyon daha da göz alıcıydı. Sütunlar, yüksek tavanlar, duvarlarda antik aynalar…
Ama tüm bunların ortasında, beni oracıkta kalakalmaya iten asıl şey… insanların bana dönüp bakmasıydı. Hem de kapı açılır açılmaz.
Her şey çok hızlı olmuştu. Dönüp kaçmaya vaktim kalmamıştı bile çünkü kapılar açılır açılmaz adeta birisi “İŞTE BU GECENİN YILDIZI ELİZ SONAY!” diye anons etmiş gibi herkesin gözleri üzerime çevrilmişti!
Göz göze geldik. Hepsiyle.
İnsanlar önce durdu. Konuşmalar yavaşladı. Masanın bir ucunda oturan kadın kaşığını bıraktı. Yanındaki adam hafifçe başını yana eğdi. Gözler üzerimdeydi. Pijamalarımda, dağınık saçlarımda, korkmuş yüzümde…
Ve sonra, kalabalığın içinden iki tanıdık yüz beliriverdi.
Biri Doktor Oya’ydı. Ayakta durmuş, bana doğru bir adım atmıştı ama yüzü hem şaşkın hem endişeliydi. Diğeri ise evet... Devrim Ali Yöner’di. Masadan yavaşça kalkmıştı, elinde kadehiyle. Beni görür görmez duraksamış, ardından ciddi bir ifadeyle gözlerini üzerime dikmişti.
Ne yapacağımı bilemeden bir adım geri çekildim.
Ama artık çok geçti.
Herkes beni çoktan görmüştü.
Ve ben, pijamalar içinde, o ihtişamlı kalabalığın ortasında tek başıma bir yabancı gibi duruyordum.
“Herkese...” dedim ne dediğimin bilinçsizliği içinde, “İyi akşamlar. Başka bir yeri arıyordum, yanlışlıkla oldu. Kusura bakmayın. Size iyi eğlenceler!”
Ve bu cümleleri kurduğum an, hızla arkamı dönüp koşmaya başladım. Allah’ım her şey daha ne kadar kötü olabilirdi ki? Neden böyle bir açıklama yapmıştım ben şimdi? Sanki sokaktan geçerken içeri girmişim gibi, “Yanlışlıkla oldu, kusura bakmayın.” da ne demekti?
Arkamdaki kalabalıktan yükselen fısıltıları duyar gibi oldum, bir kadının öfke ve şaşkınlıkla harmanlanmış sesinden şu cümlenin çıktığını duyduğuma emindim, “Devrim bu kim?”
Ben ise nefes nefese koşturuyordum. O kadar telaş yapmıştım ki buraya nereden geldiğimi, holü geçince hangi koridora gireceğimi, hangi merdivenden çıkacağımı bile unutmuştum. Çaresizce etrafıma bakıyordum ama bir yandan da koşturmaya devam ediyordum.
“Eliz!” dediğini duydum arkamdan gelen öfkeli bir sesin. Endişeyle durmak yerine daha da hızlandım, merdivenlerden birini seçip hızla yukarı çıktım ve kendimi gördüğüm ilk odaya atıverdim.
Kapıyı hızla kapatıp sırtımı dayadım. Göğsüm inip kalkıyor, kalbim kaburgalarımdan dışarı fırlayacak gibi atıyordu. Işıklar kapalıydı ama ay ışığı perde aralığından içeri sızıyordu.
Ve tabi ki, burası beni misafir ettikleri oda değildi.
Odanın içine yabancı gözlerle baktım. Bu oda da tıpkı diğerleri gibi gösterişliydi. Köşede işlemeli bir şifonyer, kadife döşemeli bir koltuk ve ağır perdeler vardı. Duvarda yine karanlık bir tablo, çerçevesi o kadar süslüydü ki resmin içeriğini görmek zordu. Belki de bu evdeki her şeyin amacı gizlemek ve gizlenmekti.
Derin bir nefes aldım. Parmak uçlarım hâlâ titriyordu. Kapının önünde dikilmeye devam edersem biri gelip bulacaktı beni. Belki de beni o geceden beri arayan adamlardan biri de buradaydı, sonuçta Devrim onlarla arkadaştı, değil mi? Aceleyle odanın içlerine doğru ilerledim, yatak başlığının kenarına ilişip dizlerimi karnıma çektim. Kafamı kollarımın arasına aldım.
Aşağıdaki o salon, o insanlar, o gözler…
Sanki başka bir evrene düşmüş gibiydi ve o kadının sorusu hâlâ kulağımda yankılanıyordu,
“Devrim, bu kim?”
Belki de beni korumak isteyen adamı, Devrim’i bile tehlikeye atmıştım. Halbuki sadece acıkmıştım. Tıpkı o gece sadece ağrı kesici almaya gitmem gibi. Ah aptal Eliz, aptal ben!
İçimde bir hayal kırıklığı yükseldi.
“Eliz,” dedim içimden, “Gerçekten neyin içine düştün sen?”
O sırada merdivenlerden gelen bir ayak sesi duydum. Sonra odanın dışında hafif bir tıkırtı oldu. Nefesimi tuttum.
Kapı kolu çevrildi.
Ben hâlâ yatağın kenarında büzülmüş saklanırken kapı yavaşça açıldı. Ay ışığıyla birlikte bir silüet belirdi. Yavaşça içeriye girdi. Kapıyı kapattı ve odanın içine doğru birkaç adım atıp doğrudan saklandığım yere, yanıma gelip başucumda durdu.
Gelen oydu. Devrim Ali Yöner.
Ceketini çıkarmıştı, beyaz gömleğinin kolları kıvrılmış, yakası biraz açıktı. Ama yüzündeki ifade… Öfkeyle yorgunluk arasında bir yerdeydi.
“Eliz,” dedi sakin bir sesle, “Saklanmak zorunda değilsin.”
Başımı kaldırmadım.
“Yanlış odaya girmişim.” dedim mırıldanarak.
“Biliyorum.” dedi.
“Ve özür dilerim,” dedim, “Evde hiç ses yoktu, birilerinin orada olduğunu tahmin edemezdim. Ben sadece... sadece acıkmıştım.”
“Anladım.” dedi, “Kalk oradan, yarana zarar vereceksin.”
Bana elini uzattı. Titrek bir nefes alıp gözlerinin içine baktım. Gözlerinde kızgınlık değil, başka bir şeyler vardı. Belki de sadece yorgunluk. Elini tutmam birkaç saniye sürdü. Ama sonunda parmaklarımı parmaklarına bıraktım. Ayağa kalkarken içimde bir şey yerinden kıpırdadı. İçimde güvende olmakla tutsak olmak arasında sıkışmış bir duygu vardı.
“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım elini bırakırken.
Yüzüne bakamıyordum çünkü o beni korumak için kendini riske atmışken onu zor durumda bırakmış olmaktan korkuyordum.
“Ve eğer seni zor durumda bıraktıysam...” diye söze girmeye çalıştım ama sözümü kesti.
“Sorun değil.” dedi, “Şimdilik bu evde yalnız olduğumuzu ama seni tanıştırmak zorunda kalacağım birileri olacağını söylemiştim sana.”
O kadar uzun süredir kimse bana bu tonda konuşmamıştı ki... Ne yargı vardı sesinde, ne de merhamet maskesi. Sadece düz, sakin, gerçek.
“Onlar onlar mıydı?” diye sordum merakla.
Başını salladı.
“Evet,” dedi, “Ailem.”
Biraz olsun rahatlamıştım. En azından başını belaya sokmamıştım.
Devrim bir adım geriledi, eliyle kapıyı işaret etti.
“Gel, seni odana götüreyim,” dedi, “Sana yemek hazırlayıp getirmelerini söylerim.” Sesi sakindi, ama aradaki mesafeyi hep koruyan o soğuk tonla konuşuyordu.
“Tamam,” dedim neredeyse fısıltıyla.
Peşine takıldım. Karanlık koridoru birlikte sessizce geçtik. Ayak seslerimiz yankılanıyordu ama kimse bir şey demiyordu. Ne ben konuşuyordum ne o. Merdivenleri tırmanırken, sanki her adım aramızdaki havayı biraz daha geriyordu.
Odamın kapısına geldiğimizde durdu. Elini kapının koluna koymadı, sadece bana döndü.
“Sana birazdan yemek getirilmesini söyleyeceğim,” dedi. Sesi yine aynı tondaydı. Ne fazla sıcak, ne de kırıcı. Sadece... mesafeli. İçeri bile girmeyecekti belli ki.
“Teşekkür ederim.” dedim başımı hafifçe eğerek.
Ama tam arkasını dönecekken tekrar konuştu.
“Sabah kahvaltıyı odanda değil, salonda bizimle birlikte yapmanı istiyorum,” dedi.
Bakışlarım bir anda ona döndü. Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemedim.
“Seni ailemle tanıştırmam şart oldu artık.” dedi ardından.
Bir an dona kaldım. Kalbim garip bir şekilde sıkıştı. “Tamam,” diyebildim yalnızca, gergin, çekingen bir şekilde. Bunu ona borçluydum çünkü ailesi evlerindeki garip misafiri görmüşlerdi ve benimle tanışmadan sorular sorup duracaklardı.
Devrim başını eğerek bir selam gibi onayladı. Sonra sessizce arkasını döndü ve koridorda uzaklaştı.
Odamın kapısını kapatıp sırtımı dayadım. İçimde bir korku, midemde bir yumru vardı.
Sabah... salonda... o korkunç kalabalıkla kahvaltı. Bu kelimeler zihnimde dönüp duruyordu. O an ne açlığım kaldı, ne yorgunluğum. Hemen yatağın kenarına oturdum. Ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirip, tavanı izlemeye başladım. Bu insanların hepsi birer yabancıydı bana, Devrim de dahil olmak üzere hepsi.
On dakika mı geçti, yarım saat mi bilmiyordum ama kapı tıklatıldı. Ardından içeriye girip sessiz adımlarla yanıma gelen biri, yatağın yanındaki küçük masaya bir tepsi bıraktı. Hiçbir şey söylemeden çıktı.
Başımı çevirdiğimde gözlerim doldu. Sinirlerim her geçen gün daha da bozuluyordu. Yine de o kadar açtım ki günler sonra ilk kez bana getirilen yemeklerin tamamını yedim.
Midem günlerdir böyle bir sıcaklığı beklemişti. Karnım doyduğunda, içimdeki stres uyanmaya başladı yeniden. Gecenin ilerleyen saatleri boyunca yatağımda dönüp durdum. İnsanların güzelim akşamını mahvetmiştim, yemeklerini zehir etmiştim. Ben gittikten sonra tek mevzuları yine ben olmuş olmalıydım.
Sabaha karşı birkaç kez uykumdan irkilerek uyandım. Elim yorganıma, gözüm pencereye gidip geldi. Sabahı iple çekmiyordum...
Güneşin ilk ışıkları odayı aydınlatmaya başladığında, perdelerden süzülen ışıkla birlikte yavaşça gözlerimi açtım. Göz kapaklarım ağırdı. Uyku hâlâ üzerimdeydi ve dün akşam berbat bir karşılaşma yaşadığım o insanların önüne çıkacağımın bilinciyle mide kasıntılarıyla gözlerimi zar zor açtım.
Sonra gözüm yatağın ucuna ilişti ve kaşlarım çatıldı çünkü yatağımın ucunda iki büyük lüks marka poşeti duruyordu.
Yavaşça doğruldum. Üzerime uzanan sabah ışığında parlayan o poşetler, sanki bir gece öncesinin hayal olmadığını, bugün gerçekten o sofraya oturmam gerektiğini haykırıyordu. Yine de bu beklemediğim bir şeydi. Ellerim titreyerek ilk poşeti açtım.
İçinden zarif bir sabahlık, ütüsü bozulmamış gömlek elbiseler, zarif babetler ve yumuşacık bir hırka çıktı. Her şey sade ama şıktı. Renkler tam benim seveceğim türdendi: siyah ve sarı...
Asıl mesela ise ikinci poşetteydi. İkinci poşette ince sarı bir fular vardı. Fuları elime aldığım an gözlerimin dolduğunu hissettim zira bu fular benim fularımdı... O gece yarısı boynumda sarılıyken ucu o sandığa sıkışan, Devrim ve yardımcısının beni bulmalarına sebep olan o fular.
Nefesim daraldı.
İçimde hem bir teşekkür, hem de kocaman bir kasvet duygusu belirdi. Bir elim sarı fularımı tutarken diğer elim poşetin içindeki arkası dönük kağıt parçasına uzandı. Kağıtta bir not yazıyordu.
“Fuların kuru temizlemeden yeni geldi. Yanına birkaç parça da kıyafet eklemek istedim. Bu kez pijama ile gelmek istemeyeceğini düşündüm. Sevgiler. -Devrim Ali Yöner.”
Gözlerim bir nota bir de diğer elimdeki ince sarı fulara baktı.
Geçen sene cezaevine annemi ziyarete gittiğimde bana saten kumaştan bir fular ördüğünü, üzerine ise baş harfimi işlediğini anlatmış, sonra da elime tutuşturuvermişti. İşte o fular bu fulardı... Ucunda küçük bir “E” harfi işlemesi vardı ve şimdi ellerim annemin ellerini tutar gibiydi.
Devrim Ali Yöner önce hayatımı ve şimdi de annemin benim için elleri ile işlediği fularımı kurtarmıştı. Ona dair içimde uyanan merak katlanarak artıyordu ve o gün zirveye ulaşmıştı sorularım.
Kimdi bu adam? Neden bana yardım ediyordu ve asıl soru da şuydu, o gece neden oradaydı? Neden o adamların yanında, o cinayetin tam ortasındaydı?
-
YAZAR INSTAGRAM : beyzalkoc
HİKAYE INSTAGRAM : misafirkitapresmi
ÜYE OLUP YORUM YAPMAYI UNUTMAYIIIIN! <3