5.BÖLÜM : BENİM GERÇEK KALBİM.

Beyza Alkoç
0

“Eve giden yol hiç bugünkü kadar uzun görünmemişti.”

(İskoç Masalları, Elizabeth W. Grierson)

5.Bölüm : Benim Gerçek Kalbim.

“Sara... Gözlerini aç... Sara...”

Adımı sayıklayan ses uzaktan değil, kulağımın tam yanından geliyordu. Sesin sahibinin nefesini tam kulağımda ve hatta biraz da boynumda hissediyordum. Ses tanıdıktı, koku da öyle. Gözlerimi yavaş yavaş araladım ve yanımda uzanan şövalyeye baktım. Gözleri gözlerimdeydi, kafamın içinde dönüp duran konu ise bambaşkaydı, o benim ismimi mi söylemişti?

“Sara mı?” diye sordum merakla, “Bana ismimle mi hitap ediyorsun?”

“Yanlış bir şey mi yaptım, Prenses? İstediğin bu değil miydi?”

Şövalyenin etkileyici bakışları içimi titretirken ismimi söyleyen sesi kafamın içinde yankılanıyordu. İsmim dudaklarının arasından öyle güzel çıkmıştı ki daha önce böyle güzel söylendiğine şahit olmamıştım. Ben şaşkınlık ve merakla bu yaşananları sorgularken şövalyenin yüzünün yüzüme, dudaklarının dudaklarıma yaklaştığını fark ettim... İşte o an yanlış giden bir şeyler olduğunu anladım. Şövalyenin dudakları dudaklarıma yaklaşırken ne yapacağımı bilememenin getirdiği arafta kalmışlıkla çaresizce beklerken bir ses daha duydum.

“Sara!” İsmim bu sefer bir başka ağızdan, bir başkasının sesiyle geldi kulaklarıma.

“Anne!”

Başımı anneme çevirdim ve o an etrafımdaki her şey yok oldu. Yanımda uzanan şövalye, etrafımızı saran orman, ormanın sesleri ve nehir... Kendimi simsiyah bir boşluğun ortasında, annemin karşısında buldum. Üzerinde uzun, beyaz bir elbise vardı. Gözleri ağlamaktan kızarmış, yanakları ise soluktu.

“Sakın,” dedi bana, “Sakın yapma.”

“Ne yapmayayım anne?” diye sordum korkuyla, “Herkes nereye gitti?”

“Az önce yapacağın şeyi...” dedi, “Sakın yapma. Duydun mu beni Sara?”

Ne demek istediğini anlamıştım. Yanaklarımın utançtan kızardığını hissettim, annem ise karşımda dolu gözlerle durmuş konuşmaya devam ediyordu.

“Aşk kalbini kıracak güzel kızım,” dedi güçsüz bir fısıltıyla, “Ve o kalp krallığın kaderi...”

Bana kurduğu son cümle buydu. Ben henüz ona verecek hiçbir yanıt bulamamıştım ki gözlerimin önünde yok oldu ve ardında simsiyah bir boşluk bıraktı. Artık o boşluğun ortasında yalnızca ben vardım. Gözlerim çaresizce etrafa bakındıktan sonra kulaklarımın duyduğu yeni bir ses beni kendime getirdi.

“Majesteleri, iyi misiniz?”

Gözlerimi açtığım an Hazar’ı bir kez daha yanı başımda buldum. Oysa bu sefer her şey normaldi, bana ismimle hitap etmiyordu ve her an dudaklarıma yapışabilecekmiş gibi de bakmıyordu. Boğazımı temizleyerek doğruldum.

“Sayıkladım mı?” diye sordum merakla.

Şövalye uykulu gözlerle başını salladı. Hava yeni yeni aydınlanıyordu, orman doğmak üzere olan güneşin turunculuğuna bürünmüştü.

“Kâbus gördüm...” diye mırıldandım ve doğrularak ayağa kalktım, “Tuvalete gideceğim.”

“Sizi götüreyim.”

“Fazla uzağa gitmeyeceğim, bırak da bunu bari tek başıma yapabileyim şövalye.”

Hazar cevabımı bile duymamış gibiydi. Çoktan ayaklanmıştı. Ben ayağıma ayakkabılarımı, üzerime de başlığımı geçirirken o beni bekliyordu. İstemeye istemeye peşine takıldım. Birlikte birkaç dakika yürüdükten sonra bana eliyle gövdesi kalın bir ağacı işaret etti.

“Burası iyi görünüyor.” dedi.

“Sen burada bekle, geliyorum.” Hazar’ı birkaç adım geride bırakıp kalın gövdeli ağacın arkasına geçtim. Tuvalet konusu yolculuğun en zor kısmıydı. Tabi bu yalnızca benim için zordu, onlar için nefes almak kadar kolaydı. Dışarıda olmaya, aylarca ormanda yatıp kalkmaya bile alışıklardı.

Yolculuğun üçüncü gecesini geride bırakırken ben kendimi şimdiden kilo vermiş ve halsizleşmiş hissediyordum. Daha kaç günümüzün yollarda geçeceğini hiçbirimiz bilmiyorduk. Tüm bu savaş hali ve yolculuk planı o kadar hızlı gelişmişti ki yola hazırlıksız çıkmak zorunda kalmıştık. Tek bildiğim şey yolculuğun sonunda ulaşacağımız bölgenin geçen sene Hazar’ın başında olduğu elli kişilik bir grup tarafından fethedildiğiydi. Yolu bu yüzden bu kadar iyi biliyorlardı ama fetih şartları ve şu an içinde bulunduğumuz yolculuk bambaşkaydı, bu yüzden hiç kimse ne kadar yolumuz kaldığını söyleyemiyordu.

“Dönebiliriz.” diye mırıldandım ve Hazar’ın yanından geçip kamp alanımıza doğru ilerledim. O da peşimdeydi.

“Acıktınız mı?” diye sordu yanıma yetiştiğinde, “Hala biraz yiyeceğimiz var. Bugün bizi idare eder. Neyse ki yarın geceyi dışarıda geçirmeyeceğiz.”

“Ne?” Duyduğum cümle beni heyecanlandırmıştı, başımı çevirip soran gözlerle yanımda yürüyen şövalyeye baktım.

“Bugün ve yarın yeterince yol alırsak yarın akşam babanızın eski bir dostunun çiftliğine varacağız. Bizi bir gece misafir edecekler.” Duyduğum haber yüzümü gülümsetmişti.

“Kimmiş peki? Ben tanıyor muyum?” diye sordum merakla.

“Babanızın süt kardeşi.” dedi Hazar, “Bay Hera.”

“Ah, tanıyorum tabi ki!” dedim sevinçle, “Hera Amca’yı çok severdim. Ta ki o çok uzaklara taşınana kadar...”

Konuşarak kamp alanına döndüğümüzde kendimi daha iyi hissediyordum. Yarın geceyi dışarıda geçirmeyeceğimiz haberi beni şimdiden mutlu etmişti. Biz kamp alanından ayrılırken hala uyuyan diğer şövalyeler ise kalkmış ve atlarıyla ilgilenmeye başlamışlardı.

“Günaydın Majesteleri.” Atlas’a başımı sallayarak gülümsedim.

“Günaydın Şövalye.” Ardından diğer şövalyelerle de “günaydınlaştıktan” sonra nihayet kahvaltı yapmak için nehir kenarına oturdum.

Hepsi işlerini bitirip nehrin kenarına dizilmişti. Uyku tulumları toplanmış, atlar beslenmiş ve yüzler yıkanmıştı... Orman sabahları sessizliğini bozuyordu. Günü selamlayan kuşların sesleri kulaklarımızı dolduruyordu ve tepenizde kuşlar uçuyorsa güvendesiniz demekti. Nehre vuran gün ışıkları ve tüm gece yağan yağmurun çekilmeye niyeti olmayan kokusu ise dün gecenin tüm zorluğunu alıp götürmüştü.

“Acaba sarayda durumlar nasıl?” diye sordu Poyraz. Başımı kaldırıp önümdeki sandviçi kucağıma doğru indirdim ve derin bir nefes aldım.

“Umarım herkes iyidir.” dedim, saray benim evimdi, sahip olduğum her şey ve tüm ailem oradaydı...

“Poyraz’ın yeni bir bebeği olmuştu da...” diye açıkladı Atlas, “O yüzden aklı sarayda.”

“Ah,” dedim hüzünlü bir sesle, “Keşke gelmeseydin.”

Bir bebeğin benim uğruma babasından uzak kalması o kadar can sıkıcıydı ki şimdi bunun için bütün gün kendimi suçlayacaktım.

“Bu benim görevim Majesteleri,” diye açıkladı Poyraz, “Sizinle gelmeseydim düşünmekten gözüme uyku bile girmezdi...”

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım ve başımı salladım.

Ne söyleyeceğimi, ne hissedeceğimi bilemiyordum. Hepsi ailelerinden uzaktaydı, üstelik ailelerini potansiyel bir savaşın ortasında bırakıp çıkmışlardı bu yola. Oysa suçlu hissetmem de yanlıştı çünkü benim ölmem demek kraliyetin sona ermesi demekti ve bu hepsinin sevdiklerine veda etmesi demekti...

“Artık yola çıkalım.” diyerek ayağa kalktı Hazar.

Kucağımda duran küçük sandviç parçasını da ağzıma attım ve onlar atlarının yanına geçerken son lokmamı çiğnemeye başladım. Sonra gözlerim eteklerime kaydı, her yanım çamura bulanmıştı. Ben çocukken bile bu kadar kirlenmemiştim, üzerime bir parça toz gelse elbisem değiştirilirdi... Eteklerimdeki çamura bakarken önce öfkelensem de bir anda durum benim için bambaşka bir noktaya evrildi ve gülümsedim. En azından bu da farklı bir deneyimdi, hayatımda ilk defa kirli olmanın tadını çıkarıyordum. Buna mutlu olmam acınasıydı, değil mi?

Eteklerime dökülen ekmek kırıntılarını yere silkeleyerek ayağa kalktım. Hazar atının bacaklarını kontrol ediyordu, tüm bu kontrol ve hazırlık bugün ne kadar hız yapacağımızın ispatı gibiydi. Ağır adımlarla yanına ilerlerken kendi pelerinimin üzerinde hala onun pelerinini taşıyor olduğumu olduğunu fark ettim. Elimi boynuma atıp iplerini çözdüm ve onun pelerinini çıkarıp ona uzattım.

“Bu nedir, Majesteleri?”

“Pelerinin,” dedim gülümseyerek, “Bu kadar çabuk unutmuş olamazsın.”

“Ben onu size vermiştim.” dedi.

Ona pelerinini uzattığım elim havada kalmıştı.

“Hediye miydi?” diye sordum anlam vermeye çalışarak.

“Üzerimizdeki her şeyi bize tahsis eden babanız olduğuna göre elinizdeki pelerin de zaten sizin...” dedi ve ekledi, “Teknik olarak.”

“Öyleyse üzerindeki diğer kıyafetler de benim. Onları da verecek misin?”

Gülümseyerek  şaka yaptığımı anlaması için ona yalvaran gözlerle baktım. Eğer şaka yaptığımı anlamazsa kurduğum cümle oldukça rezil bir cümleydi! Neyse ki dudaklarının iki kenarı da yukarı doğru kıvrıldı. Atının bacaklarına sürdüğü ve ne olduğunu bilmediğim meyve kabuğunu nehre doğru fırlattıktan sonra bana döndü.

“Pelerin sizde kalabilir.” dedi, gülümsüyordu ama yine de her zamanki ciddiyetinden ödün vermiyordu, “Hava giderek soğuyacak ve siz yine üşüyeceksiniz. Ben ise üşümüyorum.”

“Pekala.” diyerek daha fazla uzatmadan pelerinini boynuma geçirdim ve iplerini hızlıca bağladım.

“Hazırsanız ata binmenize yardım edeyim.” diyerek bana elini uzattı.

Başımı sallayarak soğuk ve bakımsız elini tuttuğum gibi kendimi atın üzerine attım. Hazar da hemen ardımdan hareket etti ve neredeyse birkaç saniye sonra arkamdaydı. Kolları iki yanımdan uzanıp atın dizginlerini tuttuğunda kokusunun yanımızdan esen rüzgarla burnuma taşındığını fark ettim. Kokusu beni sabaha karşı gördüğüm rüyaya götürdü. Gözlerimi kapatıp rüyamdaki halini anımsamaya çalıştım. Bana olan yakınlığı, ismimi fısıldayışı, dudaklarıma yaklaşan dudakları...

O an farkında olmadan elimi kalbime götürdüm. Hazar endişeyle kulağıma doğru eğildi.

“İyi misiniz?” diye sordu.

Ateşim ve çarpıntım olduğuna emindim ama bu olanlara anlam veremiyordum. Başımı salladım.

“İyiyim, kolyemi düşürdüm sandım da... Onu kontrol ediyordum.”

“Pekala.” dedi Hazar ve diğer şövalyelere döndü, “Bugün biraz sürat yapacağız çocuklar. Beni takip edin ve kendinizi olabildiğince zorlayın. Bahane istemiyorum.”

“Anlaşıldı patron!” Atlas’ın sesi kulaklarımı doldurduktan hemen sonra yola çıktık.

Atların ayakları toprak yolu delercesine hareket ettiğinde sürat beni bir kez daha şövalyenin vücuduna itti. Hazar akşama kadar olabildiğince yol almanın planlarını yaparken ben gördüğüm rüyayı sorgulamaya devam ediyordum. Neden böyle bir rüya görmüştüm? Peki ya annemin rüyama gelmesinin ve beni uyarmasının sebebi neydi?

Hayatım boyunca hiç erkek arkadaşım olmamıştı. Aşktan da öte, bir erkek dostum bile olmamıştı. Şimdi Hazar’la geçirdiğim birkaç günün sonunda böyle bir rüya görmem belki de normal karşılanabilirdi fakat bu ona aşık olacağım anlamına gelmiyordu. Annemin bana yaptığı uyarı ise çok netti. Aşkın kalbimi kıracağını söylüyordu...

Derin bir iç çektim ve bu konuyu unutmaya karar verdim. Sanırım aşk benim yaşamayı hak ettiğim bir duygu değildi. Kaderimde yoktu. Üzerimde koskoca bir krallığın sorumluluğunu taşırken, kraliyetin kaderi bana bir kehanetle bağlıyken aşık olmam benden medet uman herkese haksızlık olurdu.

Oysa kalbim bu düşüncelerimi tasdiklemiyordu. Kalp kolyem tam kalbimin üzerine denk geliyordu ve kalbim üzerine denk gelen o kolyenin anlamına inat yerinden çıkıp gitmek istercesine atıyordu. Ben yalnızca kraliyetin kaderini belirleyecek olan o kalbin sahibi, taşıyıcısı değildim. Benim göğüs kafesimin içinde atan ve bir şeyler hisseden bir kalbim daha vardı ve sanırım gerçek kalbim hayatım boyunca ilk defa öne çıkmak, “Ben de varım!” demek istiyordu.

Çünkü o bir şeyler hissediyordu... Bu zamana kadar hiç hissetmediği şeyler.