5. Bölüm: Balonlar
(Bölüm Müziği : Ezdi Erdoğan – Olmadığın Şehirlere)
(Derin’in Anlatımıyla)
“Yenilmek birkaç anıya…” diye başlıyor bir cümlesine çok sevdiğim bir şarkı.
Tam şu an aklımdan geçenler ise gelecekte kendi kendime yenileceğim bir anın daha ortasında olduğum. Karakoldayım. Bir yanımda annem, diğer yanımda ise Aziz Ata oturuyor. İçeride ifadesi alınan Yiğit’in anne ve babası ise karşımızdaki koltuklarda, utançtan yüzlerimize bile bakamıyor.
“Anlayamıyorum,” diye söze girdi annem, “Bu çocuk niye taktı sana?”
Öfkeliydi, iş yerinden aceleyle çıkıp gelmiş, duyduklarına inanamamıştı.
“Bilmiyorum.” diye mırıldandım sessizce.
“Senden de şikayetçi olmuş, öyle mi Aziz Ata?” diye sordu annem merakla.
Aziz başını salladı. Öne eğilmiş, kollarını uzun bacaklarına yaslamış yeri izliyordu.
“Tutamadım kendimi,” dedi, “Laftan anlayacak halde değildi.”
“Vurdun mu ona?” diye sordu annem endişeyle. Aziz Ata başını çevirdi, göz ucuyla bana baktıktan sonra anneme döndü.
“Etkisiz hale getirdim diyelim.” dedi.
Dudaklarımı birbirine bastırdım.
Önüme döndüm ve kendime odaklanmaya çalıştım. Karakolun gürültülü sessizliği hızlı bir sirkülasyonla akıp giderken odaların birinden çıkan tanıdık bir yüz dikkatimi dağıttı.
“Aziz Ata,” dedi öfkeli ses, “Odama gel.”
Bu ses Aziz’in ağabeyine, Deha Yener’e aitti. Aziz Ata bana bakıp göz kırptıktan sonra ayağa kalktı. Ağabeyinin peşine takılmış merdivenleri çıkarken konuşmalarının ufak bir kısmına kulak misafiri olabilmiştim.
“Çocuğun ağzına sıçmışsın…” diyordu Deha Yener öfkeyle, “Senden şikayetçi.”
Aziz’in bu cümleye “Sadece etkisiz hale getirdim.” diye yanıt vereceğine emindim ama artık konuşmalarını duyamayacağım kadar uzaklaşmışlardı.
Annem yanı başımda halsizce otururken ona döndüm. Deha Yener’i evli olduğunu öğrendikten sonra görmek ona ne hissettirmişti acaba?
“Özür dilerim.” dedim, “Benim yüzümden buradasın.”
“Saçmalama Derin,” dedi annem, “Sence senin yüzünden mi buradayız? Bir bak bakalım etrafına.”
Bakışlarım karşıya, Yiğit’in mahcup anne ve babasına kaydı. Annem doğru söylüyordu. Burada olma sebebimiz ben değildim, başıma gelenlerdi. Sıkıntıyla bir nefes verip öne doğru eğilmiştim ki açılan kapılardan birinden bir emniyet görevlisi çıktı ve doğrudan bana baktı.
“Derin Mavi Sezer.” diye seslendi, “İfadenizi alabiliriz.”
Yere bıraktığım sırt çantamı omzuma taktım ve yanımdaki annemle birlikte ifade odasına ilerledim. Anlatacak çok bir şey de yoktu aslında. Ne yaşandıysa bir bir anlattım. Yiğit’in bana olan tavrını, bunun ikinci kez yaşanıyor olduğunu, Aziz Ata’nın ne yaptıysa beni korumak için yaptığını… Her şeyi kısaca özetledim onlara.
İfade odasından çıktığımızda Yiğit’in ailesi hala aynı koltuklarda oturuyorlardı, onların işi bu sefer fazlasıyla uzun sürecekti belli ki. Aziz Ata da ortalıkta görünmüyordu.
“Seni eve bırakayım,” dedi annem emniyet müdürlüğünün kapısına doğru ilerlediğimiz sırada, “Benim atölyeye geçip birkaç saat işin başında durmam lazım. Yeni bir model çalışıyorduk…”
“Tamam,” dedim, “Ben de ders çalışırım.”
Gözlerim merakla emniyet müdürlüğünün kapısında, içeride kalan merdivenlerindeydi aslında. Aziz Ata’nın ne yaptığını, başının benim yüzümden belaya girip girmediğini merak ediyordum.
Aklım onda kalmıştı. Annemle arabaya doğru ilerlediğimiz sırada cebimden telefonumu çıkarmış ve Aziz Ata’ya bir mesaj yazmak için mesajlaşma uygulamasını açmıştım ki onun bana çoktan bir şeyler yazdığını fark ettim.
“Kimden : Aziz Ata Yener”
“Birkaç belge imzaladım, aşağı iniyorum.”
“Şimdi indim ama seni ifadeye almışlar.”
“Bahçede bekliyorum, istersen Musa Hoca’nın yanına gidebiliriz. Ya da kafanı dinlemek istersen ben tek gidebilirim, bir gelişme olursa haber veririm sana.”
Aziz’in mesajlarını okuyunca bahçede olduğum yerde kaldım. Annem arabasına doğru yürümeye devam ederken gözlerim emniyetin büyük ve kalabalık bahçesinde Aziz Ata’yı aramaya başladı.
“Gelmiyor musun Derin?” Annemin sabırsız sorusunu duymamla Aziz Ata’yı görmem bir oldu.
Saat sekiz yönünde, arabasının kapısına yaslanmış, gözündeki güneş gözlükleri ve elinde telefonuyla bizi izliyordu.
“Aslında…” diye mırıldandım anneme, “Aziz Ata’nın bugün okula gelme sebebi kütüphanede bana ders çalıştıracak olmasıydı.”
“Ders mi?” Başımı salladım.
“Anlamadığım birkaç konu için yardım istemiştim ondan… Şimdi de beni bekliyor ama, gidebilir miyim?”
Annem önce bana, sonra başımla işaret ettiğim yerde beni bekleyen Aziz Ata’ya baktı. Aziz Ata olduğu yerden güneş gözlüklerini indirip anneme gülümseyerek el salladı. Öyle sevimli görünüyordu ki annem de dayanamayıp ona gülümsedi.
“İyi hadi, git.” dedi, “Aziz Ata’ya da güvenmeyeceksem kime güveneceğim…”
Gülümsedim ve anneme hızlıca bir veda sarılması verdim.
“Akşam görüşürüz,” dedim, “Gecikirsem haber veririm.”
“Gecikme Derin.”
“Tamam!”
Annemin yanından gülümseyerek ayrıldım ve Aziz Ata’ya doğru yürümeye başladım. Aziz Ata kendi kapısının yanından ayrılıp yolcu kapısını benim için açtı ve beni beklemeye başladı.
“Annene ne dedin?” diye sordu.
“Ders çalışmaya gidiyoruz…” diye mırıldandım, “Sen bana integral çalıştıracaksın.”
“Harika.” diye mırıldandı Aziz Ata, “Gerçekten çalıştırırım ama. Emin misin?”
“İntegral çalışarak Baran’ı bulabileceksek neden olmasın…” diye mırıldandım.
Aziz Ata önüne döndü ve çalıştırdığı arabasını emniyet müdürlüğünün bahçesinden çıkarırken bir yandan da arabanın müzik sistemini çalıştırdı.
“Açmamı istediğin bir şarkı var mı?” diye sordu.
“Fark etmez.” diye mırıldandım, Aziz Ata telefonunu bana uzattı.
“Al,” dedi, “İstediğin şarkıyı aç. Telefonum arabaya bağlı.”
Çekinerek de olsa uzandım ve Aziz Ata’nın telefonunu elime aldım. Bana telefonunu öylece elime bırakacak kadar güvenmesi içten içe hoşuma gitmişti. Müzik uygulamasının arama kısmına hızlıca iki kelime yazdım, “Bul Beni.”
Baran bana o iki kelimelik notu bıraktığı ilk anda aklıma gelen ilk şeylerden biri de bu şarkı olmuştu ve şimdi bir anda, Baran’ı aramak üzere çıktığımız bu yolda elime tutuşturulan bir telefondan bir şarkı açmam istendiğinde aklıma gelen ilk şarkı da bu olmuştu.
“Bul beni,” diyordu şarkının sözleri.
“Nefesin kesilinceye kadar uğraş,
Hadi bul beni…”
Aziz Ata’nın telefonunu yerine bıraktım. Şarkının sözleri arabanın içinde yankılanırken hemen yanımda duran açık cama doğru döndü gözlerim. Yanından geçtiğim ağaçlara, arabalara, insanlara, kuşlara ve sokak kedilerine baktı gözlerim…
“Ara bul beni,” dedi şarkı,
“Çıkarıp kurtar, bu kısır döngü bitirir beni artık.”
Elimi boş kalan sağ şeride doğru uzattım. Rüzgarı parmaklarımda hissettim, tenimde, elimde… Uçuşan saçlarım, birbirlerine karışan kaküllerim ve rüzgarın o uğultusuz, o dingin sesi şarkıyla birleştiğinde gözlerimi kapattım.
Aziz Ata arabasının üzerindeki camı da açtığında rüzgar artık her yerdeydi. Tenimde, nefesimde, saç diplerimde… Kulaklarıma gelen ufak bir düşme sesiyle gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey yerde, ayaklarımın hemen yanında duran mavi cam bir bilye oldu.
“Bu da nereden çıktı şimdi?” diyerek yere eğildim ve ayaklarımın arasında duran bilyeyi alıp doğruldum.
Rüzgardan dağılmış kaküllerimin arasından elimde tuttuğum bilyeye baktım.
“Torpidoda duruyordu,” dedi Aziz Ata, “Bir ara düşmüş herhalde.”
“Senin mi bu?” diye sordum.
Elimdeki bilye beni çocukluğuma götürdü. Oynadığımız oyunlara gitti aklım, birbirlerine çarpan bilyelerin çıkardığı o güzel kafamın içinde yankılanır gibi oldu.
“Çocukluğumdan,” dedi Aziz Ata, “Şans getirir diye saklıyordum.”
“Getirdi mi?” diye sordum.
Kırmızı ışıkta durmuştuk, Aziz Ata’nın gözleri üzerimdeydi, sorum ona bambaşka şeyler ifade eder gibi oldu. Bir anda elini uzattı ve dağılan kaküllerime uzandı. Ben gözlerimi kırpıştırdığım sırada o gülerek saçlarımı düzeltti.
“Şans…” diye mırıldandı, “Getirdi sanırım.”
Yutkundum. Kırmızı ışık yeşile dönerken araba tekrar hareket etti ve bilyeyi avucumun içine aldım.
“O zaman bu artık benim olsun.” dedim cüretkarca, “Bu bilye bana şans getirsin… Sana getirdiği gibi.”
Aziz Ata’nın dudağının kenarı belli belirsiz yukarı kıvrıldı, gözleri yola bakarken beni yanıtladı.
“Senin olsun,” dedi, “Şans getirsin.”
Yol öylece uzayıp gitti. Rüzgar o gün bize öyle iyi davrandı ki elimdeki bilyenin kusursuz ve pürüzsüz cam dokusu tenimle ne kadar iyi anlaştıysa rüzgar da öyle güzel sarmaladı bizi. O gün yaptığımız o kısa yolculuk adeta bir tatildi. Rüzgar kötüye dair her şeyi alıp götürdü sanki… En azından kısa bir süreliğine.
(Bir Saat Sonra)
“Evet, hoş geldiniz çocuklar.” Profesör Musa Erman büyük toplantı masasında tam karşımızda oturmuş önündeki kağıtlara bakıyordu, başının ne kadar ağrıdığı gözlerinden bile belliydi.
“Hoş bulduk.” diye mırıldandım.
“Dosyaların karışıklığına bakmayın, kafamda hepsi yerli yerinde ama bir şey bulabildiniz mi derseniz orası muamma işte… Bu arada kahve alır mısınız?” Musa Hoca konuşurken Aziz Ata soran gözlerle bana döndü.
“Türk kahvesi içebilirim…” dedim, “Sade.”
“Ben de aynısından alırım.”
“Çocuklar,” diyerek arkasına doğru seslendi Musa Hoca, “İki sade Türk kahvesi, bir tane de filtre kahve. Ben bir tane daha içmezsem ayılamayacağım zaten. Bugün dördüncü kahvemi içiyorum şimdiden.”
“Çarpıntı yapmıyor mu?” diye sordum bir anda, Aziz Ata gülmeye başladı.
“İnan bana,” diye söze girdi Musa Hoca, “Vücudum artık kahve içmezsem çarpıntı yapıyor Derin’ciğim!”
“Musa Hoca’yı elinde kahvesiz göremezsin.” diye ekledi Aziz Ata.
“Evet,” dedim, “Görmedim.”
Musa Erman kahvelerimiz gelene kadar Aziz ve benim önüme birkaç sayfalık birer dosya bıraktı. Önündeki karışık dosyalar bir anda düzene girmiş, en azından biraz olsun anlam ifade etmeye başlamıştı.
MÜREKKEP Dergisi’nin altı çizili bazı sayfaları, Baran’ın son dönem okul notlarındaki bazı değişimler, Musa Hoca’nın Baran’ın ailesinin ifadelerinden seçtiği bazı kısımlar…
“Afiyet olsun.” diye mırıldandı önümüze kahvelerimizi bırakan genç bir kız öğrenci. Gülümseyerek başımı kaldırdım.
“Teşekkür ederim.” dedim ve sıcak kahvemden bir yudum alıp kağıtlara döndüm.
“Öncelikle,” diye söze girdi Musa Erman, “Derginin tüm sayılarını okuldan aldım Derin, Baran’ın tüm yazılarını okudum ve tarihlere göre sıraladım onları. Bak şu, ilk gördüğünüz sayfa Baran’ın en eski yazısı, en alttaki de en güncel yazısı. Şimdi orada benim dikkatimi çeken şey şu…”
Musa Hoca anlatırken kaşlarım çatılı bir şekilde önümdeki yazıları inceliyordum.
“Baran ilk yazılarına motivasyon verici temalarla başlamış fakat yazıları giderek daha depresif, yer yer öfkeli bir hale gelmiş. Sen onda böyle bir değişim gözlenmedin mi peki?”
Başımı “hayır” der gibi salladım.
“Belirgin bir değişim fark etmedim. Sadece söylediğim gibi, Baran son günlerde biraz uyumsuzdu. Normalde hiç tartışmazdık ama dergiyi kime devredeceğimizle ilgili bile tartıştık.”
“Canını sıkan bir şeyler varmış gibi görünüyor.” dedi Musa Erman, “Üstelik girdiği son sınavların notlarında da belirgin bir düşüş olmuş. Sen de fark ettin mi bunu?”
Başımı eğip önümde duran sınav sonuçları çizelgesine baktım.
“Evet,” dedim, “Kafasını okula veremiyor gibiydi ama ben bunu üniversite sınavına çok az kalmasından dolayı yaşadığı stresle bağdaştırmıştım.”
“Olabilir,” dedi Aziz Ata, “Bu da bir seçenek.”
“Fakat ailesinin ifadeleri Baran’ın her zaman çok mutlu, çok pozitif olduğunu söylüyor. Sınav için stres yapmadığını, zaten bütün deneme sınavlarından aldığı sonuçların istediği bölüme fazlasıyla yettiğini söylemiş annesi…”
“Bu da doğru.” diye mırıldandım, “Yani notları hep çok yüksekti, bu yüzden sınavla ilgili de hep pozitifti ama işte son zamanlarda ara ara stresli olunca buna başka bir sebep bulamamıştım kendimce.”
“Hiç sordun mu?” dedi Aziz Ata, “Son zamanlarda hiç uzun uzun konuştunuz mu?”
“Açıkçası hayır.” dedim, “Son birkaç gündür herkese karşı tahammülsüzdü. Benim de dergi meselesinden dolayı canımı sıkıyordu.”
“Peki sen neden dergi konusunda bu kadar ısrarcı oldun?” Musa Hoca’nın sorusuyla ne diyeceğimi bilemedim, öylece soran gözlerle yüzüne baktığımda konuşmaya devam etti.
“Yani tamam, Baran bir süredir stresliymiş ve bu sebeple dergi konusunda bile bir tartışma çıkarmış olabilir, peki sen neden bu kadar ısrarla onun önerisini kabul etmek istemedin?”
“Bilmiyorum…” diye mırıldandım.
“Emin misin?” dedi Musa Hoca,
“Bak Derin. Bu çocuk bir aydan fazlaca bir süredir ortada yok, bizim her ayrıntıya ihtiyacımız var yoksa onu zaten canlı bulma ihtimalimiz kalmayacak artık. Belki senin de anlatmadığın bir şeyler vardır Derin. Baran’ın sana aşık olduğunu bile yeni itiraf ettin.”
Sonra durdu, yüzüme uzun uzun baktı ve son bir cümle kurdu.
“Belki de bu hikayenin eksik sayfası sensindir Derin, ne dersin?”
Yutkundum ve çaresizce kesik bir nefes aldım.
“İnanın bana, işe yarayacak her şeyi anlattığımı düşünüyordum. Baran’ın bana aşık olduğunu düşünmem işe yarayacak bir bilgi gibi gelmemişti. Veya dergiyi devredeceğimiz kişilerle ilgili benim onunla inatlaşma sebebim…”
“İnatlaşma sebebin.” dedi Musa Hoca, “Yani bir sebebin vardı.”
“Evet…” dedim çaresizce, “Vardı.”
“İşte onu istiyorum Derin, neydi o sebep?”
Önce birkaç saniyeliğine Aziz Ata’ya baktım, sonra başımı çevirip gözlerim masadaki kağıtların üzerindeyken sessizce mırıldandım.
“Baran dergiyi eski sevgilisine devretmek istiyordu. Alt sınıftan bir kız.”
Musa Erman söylediğime şaşırırken Aziz Ata’nın bakışları da çok farklı değildi.
“Sen de bunu istemedin çünkü…” diye söze girdi Musa Hoca, “Onu kıskandın?”
“Yemin ederim öyle bir mesele değildi bu…” dedim ve “Bakın durum aslında şöyle…” diyerek açıklamaya çalıştım,
“Size söylediğim gibi, Baran bana aşıktı. Ve sanırım kendince benim onu kıskanmam için bir şeyler yapmak istiyordu. Bu sebeple dergiyi bir alt sınıfımızda olan eski kız arkadaşına devretmek istiyordu fakat kızın o dergiyi çekip çevirebilecek bir niteliği yoktu. Beni kıskandırmak için onca yıllık emeğimizi saçma sapan birine devretmek istemesine kızmıştım sadece. Benim istediğim şey dergiyi nitelikli birilerine devretmekti.”
“İsmi neydi kızın?” diye sordu Musa Hoca bir yandan not alırken.
“Rana.” dedi, “Rana Günolan.”
“Tamam… Onu da araştıralım biraz. Bana bir de şu seninle uğraşan çocuğu anlatır mısınız, neydi ismi, Yiğit… Yiğit Nalsız. Onu ve Baran’ın okuldaki tüm yakın arkadaşlarını.”
Başımı salladım. Kahvemden bir yudum daha aldım ve anlatmaya başladım. Baran’ın okuldaki yakın arkadaşlarını, Yiğit ile olan arkadaşlığını, bu arkadaşlıkların birkaç aylık bir süreç içindeki değişimini…
Her şeyi uzun uzun konuştuk. O kadar gergin hissediyordum ki kendimden bile şüphe etmeye başlamıştım. Acaba anlatmam gereken ama anlatmayı unuttuğum bir şeyler var mıydı? Bana önemsiz gelen detaylar aslında önemli miydi?
Rana’nın bu işle bir ilgisi olabilir miydi mesela? Ya da Yiğit’in benimle olan derdinin sebebi benim bu kaybı araştırmaya devam ediyor olmam olabilir miydi?
Baran bir yerlerdeydi ve durumuyla ilgili yalnızca iki ihtimal vardı, yaşıyordu veya ölüydü. Oysa sonucunda yalnızca iki ihtimal olan bu kaybın sebebinin ardında yüzlerce ihtimal vardı, yüzlerce…
Sonunda oradan çıktığımızda bir kez daha dağılmıştım. Baran ile ilgili her konuşma yüzüme koca bir tuğla gibi çarpıyor, her seferinde sağlam bir duvara toslayıp öylece kalıyordum.
Aziz Ata’nın arabasında, sürücü koltuğunun yanında yerimi aldığımda içeri girerken cebime attığım bilyem şimdi bir kez daha avucumun içindeydi. Mavi bilyemi sıkıca tutuyor, kafamdaki artan ihtimalleri yeniden düşünüyordum.
Aklımdaki şüpheli isimleri giderek artıyordu. Aklımdaki sebepler de giderek artıyordu ama değişmeyen tek şey sonuçlardı, onu ne halde olursa olsun bulacaktık. Yaşarken ya da ölüyken. Onu bir şekilde bulacaktık…
“İyisin, değil mi?” diye sordu Aziz Ata arabasını çalıştırırken.
“İyiyim,” diye mırıldandım, “Sadece artık tüm bunların sona ermesini istiyorum…”
Aziz Ata bir süre sessiz kaldı. Arabasını otoparktan çıkardığında hava kararmaya başlamıştı. Bu sefer kimse müzik açmadı, ne o ne de ben. Dönüş yolculuğunun müziği yağmur sesiydi. Arabanın camlarına vuran, asfalta çarpan ve ağaç yapraklarından kaldırımlara birer birer düşen yağmur damlalarının sesi.
Bir sürelik sessizlik benim sorumla bölündü.
“Yarın yine gidecek miyiz?” diye sordum, “Musa Hoca’nın yanına yani…”
“Bir iki gün ara verelim bence…” diye mırıldandı Aziz Ata, “Hem onlar biraz daha araştırma yapsın, hem sen biraz kafanı dinle, hem de ben…”
“Hem de sen ne?”
“Hem de ben taşınma işimle ilgileneyim.”
Soran gözlerle ona döndüm.
“Taşınıyor musun?” Aziz Ata gözlerini yoldan ayırmadan başını salladı.
“Aynen,” dedi, “Kampüsün yakınlarında bir daireye taşınıyorum. Annemlerin yanından ayrılma vaktim çoktan gelmişti…”
“Özür dilerim ya,” dedim, “Seni de bir yanda sınavların bir yanda taşınma işin varken kendi sorunlarımla uğraştırıp duruyorum. Keşke haberim olsaydı.”
“Saçmalama,” dedi Aziz Ata, “Zaten evin anahtarını yarın teslim edecekler. Ha ama, temizliğe yardım etmek istersen seve seve beklerim.”
Güldüm.
“Sadece ikimiz mi olacağız? Koskoca evi temizlemek için?”
“Bir artı bir küçük bir daire tuttum Derin,” dedi Aziz Ata alaycı bir gülümseme ile, “Tek kişi yaşayacağım.”
“Annenlerin iki katlı müstakil evlerinden sonra zor gelmeyecek mi?”
Aziz Ata kaşlarını çattı.
“Sen nereden biliyorsun bunu?”
Hah, harika, ne diyeceğim şimdi, evinizi senin sosyal medya hesaplarını araştırırken gördüm mü diyeceğim? Aynen öyle diyeceğim.
“Sosyal medya.” dedim, “Ağabeyinin evli olduğunu da oradan öğrendim. Keşke kendisi de arada baksa sosyal medyaya, belki evli olduğunu hatırlar.”
Aziz Ata buna elbette ki cevap vermedi. Bu konu onun için hem çok hassastı hem de bana inanmıyordu zaten. Bana inanıp inanmaması çok da umurumda değildi aslında. Elbet bir gün öğrenirdi.
“O zaman yarın sabah erkenden kalkıp temizlik malzemelerini alıyorum,” dedi, “Sonra da gelip seni alıyorum.”
“Olur, ben kitaplarımı da alayım, sen temizlik yaparken ben de integral çalışırım.”
“Ben temizlik yaparken senin oradaki görevin ne olacak peki?” diye sordu Aziz Ata, “Varlığınla beni motive etmek mi?”
“Neden olmasın?”
Karşılıklı gülüştükten sonra Aziz Ata uzanıp radyoyu açtı. Bir süre boyunca çiseleyen yağmurun altında, rastgele çalan Fransız şarkılarıyla ilerledikten sonra zamanın ne kadar geçtiğini bile anlamadan sokağa geldiğimizi fark ettim. Aziz Ata arabasını bizim evin önünde durdurduğunda iç çekerek bana döndü.
“Yarın saat on gibi gelirim.” dedi, “Ama vazgeçersen yaz bana.”
“Yazarım,” dedim, “Ama kitaplarımla geleceğim, ciddiyim! Bu arada,” diyerek elimi radyonun sesini kısmak için müzik çalarak uzatmıştım ki Aziz Ata da aynı şeyi yaparken eli elimi tuttu.
“Özür dilerim.” dedi Aziz Ata, “Sesini kısacaktım.”
“Ben de.” diye mırıldandım.
Ama bu temas kalbimi öyle hızlandırmıştı ki öylece kalakalmıştım. Aziz Ata elini çekse de benim elim ses kısma tuşunun üzerinde öylece duruyordu. Taşlaşmış gibiydi!
“Eh,” diye mırıldandım, “Ben artık ineyim.”
“Derin…” dedi Aziz Ata.
“Efendim?”
“Bir şey söyleyecektin sanki…” dedi, “Ne diyecektin?”
“Ben mi?” dedim telaşla, ne söyleyeceğimi bile unutmuştum, “Şey diyecektim…” dedim.
“Evet?”
“Kireç çözücü almayı unutma,” deyiverdim bir anda, “Kireç çözücü çok işimize yarar…”
Şu an tam olarak ne saçmalıyordum acaba?
Aziz Ata öylece kalakaldı, ne diyeceğini bilemedi, gülse mi gülmese mi kararsız kalmış gibiydi.
“Tamam.” dedi, “Unutmam.”
“O zaman iyi geceler sana, yarın görüşürüz!”
“İyi geceler Derin. Bir şey olursa yaz bana, ya da ara…”
“Sen de.”
Arabadan inmemle çantamdaki anahtarıma yönelmem bir oldu. Kapıyı hızla açtım ve kendimi içeri atıp sırtımı kapattığım kapıya yasladım. Aklım hala o andaydı, Aziz Ata’nın büyük ve güzel elinin benim küçük ve narin elimi tuttuğu o anda…
Yanaklarımın kızardığına emindim. Hatta belki de ateşim çıkmıştı. Adeta bir aptal gibi kapının önünde durmuş bir elim kalbimde bir halde Aziz Ata’nın eline değen diğer elime bakıyordum. Elim bile kızarmıştı sanki. Acaba o da böyle hissetmiş miydi?
“Derin, sen misin kızım?” Mahperi Abla’nın içeriden gelen sesini duyduğumda elim hala kalbimdeydi.
“Benim…” diye mırıldandım ve sonra “Mahperi Abla!” diye seslenerek mutfağa doğru ilerlerken ekledim, “Kolonya var mı?”
–
Akşamın ilerleyen saatlerini ders çalışarak geçirdim. Oysa kitap sayfalarının arasında gezinirken bile aklımın yarısı Baran’ın kaybıyla endişeli, diğer yarısı ise Aziz Ata’nın hayatımdaki yeriyle meşguldü. Bir yanım hüzünlü, bir yanım heyecanlıydı.
Bunca olayın arasında bir şeylere heyecanlanabiliyor olmak ise bana kendimi yalnızca suçlu hissettiriyordu. Uyumadan önce yatağıma uzanıp bir süreliğine telefonuma baktım. Eski mesajlaşmalarımızı okudum, Baran ile olan konuşmalarımızın üzerinden geçtim ve en sonunda ismi “FRIENDS FOREVER” olan mesajlaşma grubumuza tıkladım.
Grupta ben, Dünya Can, Berfu ve o vardı… Baran. En son konuşmamızın üzerinden neredeyse iki ay geçmişti. Hüzünle iç çektim ve gruba yazmaya başladım.
“Yazmayalı uzun zaman oldu… İyi geceler hepinize. Berfu, Dünya ve sen Baran, her nerede isen…”
Mesajım Berfu ve Dünya tarafından hemen okundu. Baran elbette ki çevrimiçi bile değildi. İkisinin yanıtları art arda sıralanırken gözlerim dolu dolu bakıyordu ekrana.
“İyi geceler Derin’im,” yazdı Dünya, “O da yazacak bir gün. Yeniden bir arada olacağız.”
Sonra Berfu’nun mesajına kaydı gözlerim.
“İyi geceler Deroş. Merak etme, Baran da dönecek bize.”
Derin bir nefes aldım. Gözlerimi kapattım ve ekranını kapattığım telefonumu parmaklarımın arasında sıktım. Kalbimin yarısı umutla kaplıydı, yarısı hüzünle. Sanki ruhumun yarısına toprak atılıydı ama diğer yarısı bir kutlama sonrasından kalan konfetilerle kaplıydı…
Umut etmekten başka çarem yoktu. Annem aşağıda, televizyonun başında çizim yaparak sabahlayacaktı bu gece. Onun derdi başkaydı.
Mahperi Abla mutfakta, yaprak sarıyordu, onun da derdi bir başkaydı.
Dünya ve Berfu da bu saate kadar uyuyamamıştı, acılarımız aynıydı.
Belki Aziz Ata da odasında bir başka derdin içindeydi şimdi.
Kapımızın önünden geçen herkesin derdi başkaydı.
Herkesin umutları vardı ve umutsuzlukları, herkesin imkanları vardı ve imkansızlıkları. Hayat iki uçluydu her daim, kutlamaların konfetileri ve vedaların külleri arasında gidip geliyordu gerçeklik.
O gece öyle bir geceydi işte, iki ucun arasında gidip geldiğim, rüyalardan kabuslara savrulduğum bir geceydi. Sabahında ise iki uç kalmamıştı artık, rüyam sona ermişti sanki, bir kabusa uyanmıştım.
Çalan telefonumun sesi beni telaşla uyandırdığında ekranda yazan isim heyecanlandırmıştı kalbimi, “AZİZ ATA YENER.”
Birkaç kez boğazımı temizledikten sonra telefonu açtığım gibi kulağıma götürdüm.
“Alo!” dedim, “Saat kaç ya?”
“Derin…” dedi Aziz Ata. Telaşla kalktım.
“Uyuya mı kaldım? Özür dilerim, geldin mi? Dur ben şimdi giyinir inerim hemen. Sen temizlik malzemelerini filan aldın mı? Kireç çözücüyü unutmadın değil mi?”
Bir yandan konuşuyor, bir yandan da dolabımdan kıyafet çıkarmaya uğraşıyordum. Lakin telefondaki sessizlik bana farklı bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki. Karşımda hiç de kapının önüne gelmiş ve beni bekliyormuş gibi konuşan bir Aziz Ata yoktu.
“Derin.” deyişi ilk kez bu kadar derindi.
Gözlerim huzursuzca bilgisayar masasının üzerinde duran küçük mavi saatime kaydı. Saat henüz sabahın yedisini yeni geçmişti.
“Aziz Ata…” dedim merakla, “Saat çok erken. Sen beni bu saatte aramazsın.”
“Derin,” dedi bir kez daha, “Bir yere oturur musun?”
“Ne oldu ki?” dedim korkuyla.
Sesi kulaklarıma ulaştı. Bir anda söyleyiverdi ve ruhuma işledi sonra.
“Baran…” dedi bir anda, elim kalbime gitti.
“Ne oldu? Söyle,” dedim, “Söyle!”
Soyut bir bilye sesi duyar gibi oldum, sanki kaçmak istedim o an her şeyden, kaçıp çocukluğuma saklanmak istedim. Aziz Ata konuşmaya başladığında bir yandan onu dinliyor, diğer yandan diğer elimle boştaki kulağımı kapatıyordum.
Hem dinlemek istiyordum, hem de duymak istemiyordum.
Oysa duymak zorundaydım, dinlemek ve bilmek zorundaydım.
“Az önce haber geldi. Telefonu ve kıyafetleri bulunmuş…” dedi Aziz Ata, “Ormanlık bir alanda… ve kan içinde…”
Kafamdaki soyut bilye seslerinin şiddeti arttı. Artık basit bir çocuk oyunundan ziyade, bir savaş vardı kafamın içinde. Bilyeler birbirine çarptı, birkaç tanesi kırıldı.
“Ağabeyim,” dedi Aziz Ata, konuşmaya devam ediyordu, “Savcı ile birlikte olay yerine gitti. Birkaç ekip birden yolladılar. Alan inceleniyor. Birkaç da gazeteci gitmiş, televizyondan öğrenmeni istemedim… Hemen aramak istedim.”
Hiçbir şey söyleyemedim. Hiçbir şey. Tek kelime çıkmadı ağzımdan. Tek yaptığım elimdeki telefonu kapatmak oldu. Telefonu kapattığım gibi yastığımın altına koydum ve geri yattım. Ağlayamadım, donakalmıştım adeta.
Sanki bu da bir rüyaydı, bir kabustu aslında. Uyumak ve bunları duymadığım bir versiyonuna uyanmak istiyordum hayatın.
Yorganımı kafama kadar çektim. Titriyordum sanırım. Belki ateşim vardı belki de yalnızca üşüyordum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, bir ara odamın kapısı açıldı. Annemin içeri girdiğini deodorant kokusundan anladım, titreyen elleri yorganımı nazikçe çekti. Hüzünlü gözleri bana bakarken ben de ona bakıyordum ve artık ağlıyordum. Yanıma oturdu, bana sıkıca sarıldı.
“Geçecek,” dedi bana, “Ben yanındayım.”
Orada öylece sarıldık, belki yarım saat boyunca, belki daha fazla…
“Mahperi,” diye seslendi annem merdivenlere doğru, “Kolonya getirir misin?”
“İstemiyorum.” diye mırıldandım gözyaşları içinde, “Sadece uyumak istiyorum. Çünkü bunlar gerçek değil, bunlar gerçek değil…”
Sayıkladığımı hatırlıyorum. Annemin elini alnımda hissettiğimi… Saçlarımın okşandığını ve uyuyakaldığımı…
Ne kadar uyuduğumu da bilmiyorum aslında. Gözlerimi ikinci bir uyanıklığa açtığımda gördüğüm ilk şey yanı başımda valiz hazırlayan annemdi. Güzelce giyinmiş, dolabımın önünde eğilmiş koca bir valizin içine kıyafetlerimi dolduruyordu.
“Anne?” dedim şaşkınlıkla, “Ne yapıyorsun?”
Bakışlarım kapıya çevrildi, kapıda elindeki iki pasaportla bekleyen Mahperi Ablanın hüzünlü yüzüne baktım soran gözlerle. Annem başını kaldırıp bana anlayışla baktı ve elinde tuttuğu mavi gömleği kaldırdı.
“Bunu bayadır giymiyorsun,” dedi, “Yanımıza alalım mı?”
“Anne,” diyerek doğruldum yataktan, artık öfkelenmeye başlamıştım, “Ne yapıyorsun?”
“Valiz hazırlıyorum.” dedi, meşguliyetine ara vermeden konuşmaya devam etti, “Uzun bir tatile çıkıyoruz Derin. Artık vakti geldi.”
“Ne tatili anne, delirdin mi sen?”
Ayağa kalktım ve elindeki gömleği öfkeyle aldım elinden. Sinirlerim öyle çok yıpranmıştı ki artık histeri krizi geçirecek noktaya kadar gelmiştim. Annem elinden alınan gömleğe rağmen istifini bozmadı, eşyalarımı katlamaya devam etti.
“Baran’ın kıyafetleri bulundu anne! Telefonu bulundu ormanda! Kan revan içinde bulundular hem de! Sen de gelmiş tatile gidiyoruz diyorsun!”
Öfkeli bağırışlarım annemin canına tak eder gibi oldu, bir anda durdu ve ayağa kalkıp aynı öfkeyle yüzüme baktı.
“Biliyorum Derin!” diye bağırdı bana, “Bir gün okulundaki o takıntılı aptal çocuk yüzünden karakoldayız, ertesi gün Baran’ı arıyoruz, bir sonraki gün yine Yiğit yüzünden karakoldayız, sonraki sabah kan revan içinde haberlerle uyanıyoruz! Ben,” dedi öfkeyle, “Kızımın bu kaosun içinde aklını yitirmesine izin vermeyeceğim Derin.”
“Ne yapacaksın anne? Zor zamanlardan geçiyoruz diye çekip gidecek miyiz evimizden?”
“Aynen öyle,” dedi öfkeyle valizimi kapatırken, “Seni alıp götürüyorum bu pisliğin içinden.”
Valizi kaldırdı ve güçsüz bir nefes alıp bana döndü.
“Her şeyini toparladım. Özel eşyalarını da sen toparlarsın, şarj aletlerini, iç çamaşırlarını… On beş dakika içinde aşağıda olman lazım, uçağı kaçırmayalım.”
“Benim…” diye mırıldandım çaresizce, ne diyeceğimi bilemiyordum ama annemin ne kadar ciddi olduğunu görebiliyordum artık.
“Sınavım var…” dedim, “Sınavım varken ne tatili?”
“Ben her şeyi ayarladım, merak etme.” dedi annem,
“Sınavına üç ay var. Bu sabah bütün hocalarınla konuştum. Zaten sınav seneniz olduğu için herkes esnek davranıyor, bir de Baran ve Yiğit mevzuları olunca… Okul sınavlarına çevrimiçi olarak katılabileceksin. Gideceğimiz yerde üniversite sınavına hazırlık için de birkaç özel hoca ayarladım sana, üç ay boyunca onlarla çalışacaksın. Sonra da geri döneceğiz zaten. Sırt çantana alacağın her şeyi ona göre al.”
Sessiz kaldım. Ağlamaktan kızarmış ve şişmiş gözlerime artık kabullenişin bakışları yerleşmişti.
“Üç ay yokuz yani…” diye mırıldandım sessizce. Annem başını salladı.
“Aynen öyle.” dedi.
“Nereye gidiyoruz peki?” derken gözlerim bir kez daha Mahperi Abla’nın elindeki pasaportlarımıza kaydı.
“Madrid’e.” dedi annem, “Biliyorsun zaten, uzun zamandır oradaki bir moda eğitimine katılmak istiyordum. Üç aylığına güzel bir ev kiraladım, ikimiz için de ihtiyaç duyabileceğimiz her şeyi ayarladım…”
Sonra bana doğru bir adım attı annem. Elini yanağıma koydu, önce yanağımı sonra saçlarımı şefkatle okşadı.
“Bu süreçte burada olmak sana iyi gelmeyecek Derin, senin geleceğin ve psikolojin benim için her şeyden daha önemli. Ne yapıyorsam senin için yapıyorum, ama merak etme, Baran’ın meselesi çözülene kadar bize ne zaman ihtiyaç duyarlarsa onlara destek olacağız. Tamam mı?” dedi ve bir kez daha ekledi, “Her şey senin için kızım…”
Bana sıkıca sarıldı. Ben gözyaşları içinde başımı sallarken Mahperi Abla yanımıza gelip valizimi aldı ve kapıya doğru çekiştirdi.
Sanırım annem haklıydı. Bir süreliğine buralardan uzaklaşmak benim için tek iyi seçenek olacaktı. Çünkü son bulunanlardan sonra Baran için artık iyi bir ihtimal kalmamış gibi görünüyordu.
Annem bana hazırlanmam için on beş dakikalık bir zaman vererek odamdan çıktığında yatağımda oturmuş öylece olan biteni sorguluyordum yalnızca.
“Kırık bir telefon,” yazıyordu telefonumun ekranında açık olan son dakika haber sayfasında, “Kan lekeleri içinde kahverengi bir kazak, kot bir pantolon, bir çift kahverengi keten ayakkabı…”
Daha fazla okuyamadım bile. Kalktım, usulca üzerimi değiştirdim. Sırt çantama birkaç kitap, defter, tablet, şarj aletleri, ve birkaç ufak tefek eşya daha yerleştirdikten sonra aynaya kendime baktım. Odamdan çıkmadan önce banyoya girip yüzüme birkaç defa su çarptım. Burnumu çeke çeke sildim yüzümü, ama gitmeden önce yapmam gereken bir şey daha vardı. Kapımı açıp aşağı doğru seslendim.
“Beş dakikaya geliyorum anne.”
Tekrar odama döndüm ve telefonumu açıp Aziz Ata’yı aradım. Telefon ikinci çalışında açıldı. Aziz Ata’nın sesi oldukça endişeliydi.
“Derin!” dedi telaşla, “Meraktan delirdim. Size doğru yoldayım, kapınıza geliyordum!”
“İyiyim ben.” diye mırıldandım, “Beni arayıp haber verdiğin için teşekkür etmek istedim sadece, ve bu zamana kadarki yardımların için de teşekkür etmek istedim… Gelmene gerek yok.”
“Bu ne demek şimdi Derin?” diye sordu Aziz Ata aynı telaşla, “Veda mı ediyorsun bana?”
“Bir süreliğine,” dedim, “Buna veda diyebiliriz sanırım.”
Telefondan gelen arka plan seslerinden Aziz Ata’nın arabasını durdurduğunu anladım. Bir yerde kenara çekmiş ve durmuş olmalıydı.
“Ne demek bu Derin?” diye sordu endişeyle.
“Annem beni götürüyor…” dedim, gözlerimden akan birer damla yaş dudaklarımı buldu.
“Götürüyor da ne demek?”
“Bir süredir yaşadıklarım… Yiğit, Baran, karakollar, ifadeler, kötü haberler… Her şey çok fazla geldi ona. Bana da çok fazla geldiğini düşündüğü için alıp götürmek istiyor beni buradan. En azından bir süreliğine uzak kalmam gerektiğine inanıyor… Üç aylığına,” dedim ve tereddütle ekledim, “Madrid’e.”
“Madrid’e.” diye tekrarladı Aziz Ata, “Üç aylığına.”
“Evet.” dedim, “Üniversite sınavıma kadar.”
Telefonda kısa bir sessizlik oldu. Ne o bir şey söyleyebildi, ne ben. Tam o sırada gözüme masada duran mavi bilye çarpıverdi. Hüzünle gülümsedim. Ayağa kalktım ve mavi bilyeyi elime aldım.
“Ama bilyen yanımda…” diyerek sırt çantamın fermuarını açtım, bilyeyi en ön göze koyup fermuarı kapattım, “Belki bana şans getirir oralarda.”
“Umarım.” dedi Aziz Ata. Sesi artık daha ciddiydi.
Sanki sesinin tınısından bir şeyler eksilip gitmiş gibiydi, bir şeyler kaybolmuştu…
“Her şey için teşekkür ederim Aziz Ata.” dedim, “Kısaydı ama güzel bir arkadaşlıktı. Kendine çok iyi bak. Belki bir gün kaldığımız yerden devam ederiz. Döndüğümde bir şeyler değişmemiş olursa tabi… Kim bilir.”
Aziz derin bir nefes aldı.
“Rica ederim,” dedi, ismimi bile söylemedi, “Sen de. Sen de kendine çok iyi bak…”
Ve telefon kapanıverdi.
Bir sayfa kapandı o an.
Bir şeyler bir süreliğine rafa mı kalkmıştı yoksa tamamen bitmiş miydi bilmiyordum ama sırtıma taktığım çantamın ağırlığı bana ne kadar uzağa gidersem gideyim içimde taşıdıklarımın ağırlığını da yanımda götürdüğümü hatırlatır gibiydi.
“Ev size emanet.” dedi annem Mahperi Abla’ya,
“Aynı şekilde devam edersiniz, her gün süpürür silersiniz. Bahçeyi ihmal etmeyin. Bahçeye gelen sokak kedilerine mama vermeyi de unutmayın. Biz yokken buzluğa bol bol yemek yapar koyarsınız, geldiğimizde işiniz kolaylaşır. Bir şey olursa ararsın beni zaten, ulaşamazsanız mesaj yazarsınız.”
“Tamam Zeren Hanım, size iyi yolculuklar, aklınız burada kalmasın. Kendi evimiz gibi bakarız…”
“Sizin de eviniz sayılır zaten.” dedi annem. O da neredeyse benim kadar üzgündü aslında.
Annemin arabası da üç aylığına burada kalırken eşyalarımızın bagajına doldurulduğu taksinin arka koltuğuna yerleşip kulaklıklarımı taktığım an gerçek bir veda anıydı. Bir süreliğine olsa bile, üç aylığına ve neredeyse yüz günlüğüne veda ediyordum evime, sokağıma, umutlarıma ve gerçeklerime…
Sırt çantamdaki bilyenin bana şans getireceğini umarak koşarak uzaklaşıyordum gerçeklerden. Evimi arkada bırakıyor, sokağımı terk ediyor, Aziz Ata’yı, Baran’ı, Berfu’yu, Dünya’yı ve bana dair her şeyi ardımda bırakıyordum.
Aklımda birkaç cümle vardı oradan ayrılırken, Musa Erman’ın bana söylediği “Belki de bu hikayenin eksik sayfası sensin Derin.” cümlesi dönüp duruyordu kafamın içinde.
Sonra kendi sesim yankılanıyordu kulaklarımda, “Bu bilye bana şans getirsin.”
Sonra Aziz Ata’nın sesini duyar gibi oluyordum, “Senin olsun, şans getirsin…”
Dünya Can’ın ve Berfu’nun Baran’ın geri döneceğine inandıklarına dair cümlelerini duruyordum kafamda. Baran’ın siyah saçlarını anımsıyordum, iki siyah gözü ile yüzüme baktığı ve bana öfkelenip “Mavi.” dediği o anı hatırlıyordum.
Annemin partileri, başarı basamaklarını bir bir yükselirken müzik eşliğindeki o salınışları…
Yıllar önce, çocukluğumda, babamı en net hatırladığım o gün yüzüme gelen o pilav kaşığını hatırlıyor musunuz?
Kalbimi o andan daha fazla kıran hiçbir an yaşayamam derdim kendime, oysa bugün aldığım haber hayatımın en kötü anını yaşatmıştı bana.
Baran’ın kıyafetlerini kan içinde hayal etmek, birlikte aldığım o bir çift keten ayakkabıyı ormanın çalılıklarının arasında resmetmeye çalışmak benim için yaptığım en kalp kırıcı şey olmuştu.
Kırık bulunan o telefonun içi bizim çocukluğumuzla, arkadaşlığımızın hatıralarıyla doluydu.
O telefonun içi neşeyle, hüzünle ve hatıralarla doluydu. Ses kayıtlarıyla, mesajlaşmalarla doluydu.
Ondan bir mesaj ya da bir arama geleceğine inanmıştım onsuz geçen tüm bu haftalar boyunca. Oysa telefonu onun yanında bile değildi…
Gözlerim uzun süre arabanın arka camından görünen evimizde, sokağımızda kaldı. Arkadaş buluşmalarımız, sohbetlerimiz orada kalmıştı ve belki de bir daha hiç yaşanmayacaktı.
Kutlamalar, partiler, konfetiler ve melodiler ardımızda kalmıştı… Hayatımın partisinin balonları çoktan patlamıştı. Geriye yalnızca sönük balonlar ve terk edilmiş bir parti salonu kalmıştı adeta.
Daha önce söylemiştim ya hani, hayat üzgün bir partiydi, kimse aslında mutlu değildi.
Konfetiler patlamış, balonlar sönmüş ve artık parti sona ermişti…