5.Bölüm : 747’nin Hikayesi.

Beyza Alkoç
0

5.Bölüm : 747’nin Hikayesi.

“Şefim, Masa 7’nin servisi hazır.”

“Şefim, Masa 13 çıktı.”

“Şefim, bunları dolaba atıyorum...”

“Tamam, siz devam edin. Ben kapıya çıkıp geliyorum.”

Eren Aymaz, 23 yaşında olmasına rağmen çok büyük işler başarmış bir isimdi. Sadece on yaşındayken babasının restaurantında çalışır, babasına yardım ederdi. Okuldan arta kalan tüm zamanlarını babasının restaurantı için çalışarak geçirirdi. Kasada dururdu, servis yapardı ve gerekirse mutfağa bile girerdi. On beş yaşına geldiğinde mutfaktaki yetenekleri babası tarafından keşfedilince restaurantın aşçısından eğitim almaya başladı. Bir sonraki yıl ise bir yemek kursuna gitmeye başlayıp sertifika üzerine sertifika aldı. Üniversiteye başladığında okumak istediği bölüm netti. Bir yandan gastronomi okurken bir yandan babasının restaurantının aşçılık işini tamamen eline almış gibiydi. Eren üniversite son sınıftayken anne ve babası meyve ve sebze yetiştiriciliği yapmak için Seferihisar’a taşınınca restaurantın tüm sorumluluğu ona kalmış oldu.

Fakat eksik olan bir şey vardı.

Eren’in aradığı, içinde yıllardır eksikliğini hissettiği bir şey.

Eğlenmek.

Eren çocukluğundan beri o kadar çok çalışmıştı ki bir kez olsun kendisi için bir şey yapmamış, eğlenememişti. Bunu iş çıkışlarında arkadaşlarıyla oturduğu kafelerde onlara anlatıyor, dert yanıyordu.

“Biraz ara versene.” demişti arkadaşlarından biri, “Yurtdışına git, gez. Kafanı dinle.”

“Daha farklı bir şey arıyorum. Ruhum bambaşka bir şeyler yapmak istiyor.”

“Masterchef’e mi katılsan?” demişti bir diğeri.

“Ben yemek yapmaktan sıkıldım diyorum sen ne diyorsun...”

Günler sonra arkadaşlarıyla geleneksel toplanma günlerinde arkadaşlarından biri, Nazan, oraya elinde bir kağıtla gelmişti. Kağıdı Eren’e uzatmıştı.

“Baksana, belki ilgini çeker. Araştırdım ama çok da bir bilgiye ulaşamadım. Sadece yapımcılarının isimlerine ulaştım. Bilindik isimler. Ne dersin?”

Eren elindeki kağıdı merakla açmış ve yazan satırları okurken heyecanlandığını hissetmişti. Heyecan, uzun zamandır hissetmediği bir duyguydu.

“BU BİR KAYBOLMA PROJESİ!”

“Sizi kaybetmemizi ister misiniz?” Eren cümlelerin kendisini içine çektiklerini hissediyordu.

“ENKAZ ALTINDAKİLER çok yakında tüm dünyayla aynı anda yayında! Ülkeni temsil edecek beş yarışmacıdan biri olmak için @enkazaltindakilertv hesabımızdan bizimle iletişime geçebilirsin.

Unutma, zor olan kaybolmak değildir. Zor olan eve dönmektir.”

Bir anlığına ortamdan soyutlandığını hissetti. Sanki arkadaşlarının orada olduğunu unuttu, nerede olduğunun farkında bile değildi. Etrafından soyutlandı ve telefonunu eline alıp kağıtta bahsedilen sayfayı buldu. Sayfada yazan açıklamaları okudu.

“Her ülkeden beş yarışmacı.  

Her bir ülkede yer altına kurulmuş 180 bin metrekarelik birer plato.

Tüm dünyada her gün yirmi dört saat yayın.”

“Gözlerinizi açtığınızda yıkılmış

bir evde uyanacaksınız.

Tek çıkış yolunuz yerin altı olacak.

Kendinizi bulduğunuz çıkış noktası her bir yanı

kameralarla çevrili, her yeri izlenen bir plato.

Tek amacınız ise alandaki ipuçlarını takip edip evinizi bulmak.

Tüm yarışmacılar evlerini bulduğu an,

kazanan belirlenmiş olacak.

Öyleyse, sizi kaybetmemizi ister misiniz?”

“Enkaz Altındakiler’den biri olmak üzere başvurmak için isim, soy isim ve doğum tarihinizle birlikte atacağınız bir mesaj yeterli olacaktır. Bol şans.”

Tüm bunları okuduktan sonra telefonunun ekranını kapattı ve kendine düşünmek için zaman verdi. İşler ne olacaktı? Mutfağı bir süreliğine okuldaki arkadaşlarından birine emanet edebilirdi, çok yetenekli arkadaşları vardı. Peki ya kasa? Kasada durmayı bırakalı çok olmuştu. Deli cesaretiyle mesaj sayfasına girdi.

“Eren Aymaz, 23.” Yazdı ve gönderdi.

Sonra telefonunu masaya bırakıp arkadaşlarıyla olan sohbetine geri döndü. Ertesi gün işe gitti, insanlar için yemek yaptı, hayatına devam etti. On dakikada bir telefonuna bakıyor, mesaj gelip gelmediğini kontrol ediyordu. Akşam 21.36’da, restaurantın kapanmasına tam 24 dakika kala telefonunun titrediğini hissetti. Serin bir akşamdı, restaurantta sadece iki masa doluydu. Eren yemeklerini yapmış ve en tenha masaya geçmiş kahve içiyordu. Telefonunun titremesiyle birlikte umutsuzca ekrana baktı. Mesaj onlardan geliyordu.

“Sevgili Eren Aymaz, yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız. 9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz. Bol şans.”

“9 Ekim...” dedi kendi kendine. Takvime baktı, bugün 3 Ekim’di. İlk eleme tam 6 gün sonraydı. Emin miydi, bunu yapacak mıydı, yapmalı mıydı?

Yaptı.

Tam 6 gün sonra eline tutuşturulan kağıtta sıra numarası yazıyordu.

“747.” diye seslenilmişti kendisine. Üç rakamın yan yana gelmesinden oluşan bu sayı onun dönüm noktasıydı.

Artık Eren yoktu, 747 vardı.

Hep söylediği ve söyleyeceği gibi, o buraya “eğlenmeye” gelmişti.

(Kumru’nun Anlatımıyla)

(Günümüz)

Bu zamana kadar karanlığı en çok ne kadar hissettiniz? Karanlığın zifiri olanını hiç tatmış mıydınız? Hiç ışık görmemek yok olmak gibiydi, yarattığı his buydu. Hayatımda ilk defa böylesine bir karanlığa şahit olmuştum. Zira gözlerimi kapattığımdaki karanlık bile böylesine koyu değildi.

Ben Kumru Sonat, buraya benim, senin, bizim, enkaz altındakilerin hikayesini anlatmaya geldim. Sen de enkaz altındasın, farkında değil misin?

Aydınlıkta yürüyeceğini sandığın bir yolun kararması, aslında hepimizin hayatlarının özeti bu değil de nedir? Hiçbir şeyin umduğun gibi olmaması, hiçbir şeyin hayal ettiğin gibi olmaması, hatta ve hatta her şeyin hayal ettiğinden çok daha kötü olması ama senin dışarıya gülümsemen. Hiç yaşadın mı bunu?

Kazanacağımızı sandığımız sınavlar, seçileceğimizi sandığımız işler, sevileceğimizi sandığımız insanlar, mutlu olacağımızı sandığımız şehirler, evler, koltuklar...

Pespembe bir dünyası olan, pespembe hayalleri olan bir çocuktum. Hep her şeyin iyi olacağına inandım, kendimi inandırdım. Hayat üzerime yıkılırken ben hep dans ettim, bu dans bazen somuttu bazen soyut. İçinden de dans edebilirsin, unutma. Sana bunları geleceğimden yazıyorum, Kumru’nun hayalleri öldü. Ama 889’un hayalleri yaşıyor.

Kendimi enkaz altında hissetmem gereken bir yarışmaya katıldım. Oysa ben bütün hayatım boyunca enkaz altında kalmış gibi hissettim zaten. Dışarıya gülümserken, “Her şey iyi, her şey çok güzel.” derken karanlıkla yüzleşir ve kendini görürsün.

Karanlık bizim aynamızdır.

Kendi kendine dersin ki, “Hiçbir şeyin iyi olduğu yok.” Bizler, hayallerinin enkazı altında kalanlarız. Sen, ben, o, hepimiz...

Sen bir çığlık atarsın, dünya bir fısıltı duyar. Sen tüm çabanla koşup bir yerlerden kaçmaya, bir yerlere varmaya çalışırsın, dünya kıpırdadığını görmez. Küçücük kalbin göğüs kafesinin içinde çırpınırken dışarıya gülümsersin ya hani, işte bu tarih sayfalarının görüp görebileceği en güçlü harekettir, bıraksınlar kahramanlık hikayelerini.

Üzerimizdeki sisli bulut altında kaldığımız enkazımız. Sen de enkaz altındasın, farkında değil misin?

Enkaz altından çıkmak için enkaz altında kalmak zorunda değilsin. Aslında hepimiz enkaz altında kalan, yeryüzüne çıkan ve her şeyi unutanlarız. Kolumuz kanadımız kırık, yaşamak ise tek tedavimiz.

Yüzündeki hüzün hayatın sana hediyesidir, hüzün senin mutluluğu yazacağın kalemindir. Sen de bir enkaz altındasın şimdi, aradığın şey evin. Yaşamak evini aramaktır. Ve bazen evini bulabilmen için ortalığın yangın yerine dönmesi gerekir.

Işıkların gelmesini beklemek hata olurdu, bize zaman kaybettirmekten başka hiçbir şey olmazdı. İçsel güdülerim, altıncı hissim ve kendi hayatımı yola koymam için bana hiçbir yardımı olmamış gelecek öngörülerim bana garip bir şeyler fısıldıyordu. Bu yarışmanın buradan yarışıp evlerimizi bulup çıkabileceğimiz bir yarışmadan fazlası olduğunu söylüyordu. İçimdeki hisleri anlamlandırmaya çalışmak tam şu an yapmaya vakit ayırabileceğim bir şey değildi. Beş insanı yerin altında bir platoya koymak, evlerini bulmalarını beklemek ve bunu televizyondan izlemek. Nesi bu kadar eğlenceliydi? Nesi?

“El fenerlerinizi yukarı çevirin.” dedi Uraz kendinden emin bir sesle. El fenerlerimiz yukarı çevrilince ışıkları sönen led tavanda herkesin ışığının yansımasını gördüm.

“Görebiliyorum!” dedi Nisan heyecanla.

O sırada Uraz konuşmaya devam etti.

“889, önce seni alacağım.”

Uraz benim hemen yanımdaki yoldaydı. Aramızdaki ağaçlar o kadar sıktı ki birbirimizi göremiyorduk. Ara ara ağaçların önünde ve arkasında duvarlara denk geliyorduk.

“El fenerini olabildiğince hareket ettirmeni isteyeceğim. Ağaçların arasında bir boşluk arıyorum. Sana giden yollar hep duvar... Beni görebiliyor musun?” dedi Uraz.

“Elli metre kadar geriye gelmen gerek Uraz.” dedim el fenerinin ışığını saptadığım sırada, “Işığını görebiliyorum.”

Uraz’ın elindeki el fenerinin hareketleri bana Uraz’ın ne yapıyor olduğunu gösteriyordu. Geriye dönmüş benimle aynı hizaya doğru yürürken el fenerimi duvarların ve ağaçların olduğu yöne doğru çevirdim.

“Boşluk görüyor musun?” diye sordu Uraz bana doğru yürürken.

Çaresizce önümdeki duvara ve ağaçlara bakıyordum. Tüm ağaçlar o kadar sıktı ki onların da duvarlardan bir farkı yok gibiydi.

“Onların arasından geçmen gerekecek.” Birbirine yapışıklık derecesinde sık dikilmiş ağaçların arasında Uraz’ın el fenerinin hareket ettiğini gördüm.

“Buradan mı?” diye sordu.

“Evet, sana doğru geliyorum.” dedim. Yan yana dizilmiş birer ağaç yoktu. Benim olduğum yola geçmesi için belki on beş belki yirmi tane ağacın arasından geçmesi gerekecekti.

“Seni gördüm!” dediğimde el fenerimi Uraz’a doğru tuttum. Ağaçların arasından çıktığında yapay ağaçların yüzünde ve kollarında oluşturduğu çizikleri görebiliyordum. Nefes nefeseydi. Yere oturdu ve su içmeye başladı.

“889?” dedi telsizimdeki ses, Bulut’un sesi, “Bir arada mısınız?”

“Bir aradayız.” dedim.

“Siz yollara hangi sırayla girdiniz?” diye sordu Uraz telsize doğru, “Kumru’dan sonrasını görmedim.”

“Kumru’dan sonra ben varım.” dedi Bulut, “Sonra Nisan ve sonra Eren.”

“Eren, aynı şekilde Nisan’ın yanına geç. Daha sonra hep birlikte Bulut’un yanına geçecek ve orta yolda buluşacağız. Başka türlü çok zaman kaybederiz.”

“Anlaşıldı. Nisan el fenerimin ışığını görüyor musun?”

Eren Nisan’a talimatlar vererek yanına gitmeye çalışırken Uraz da ben de telsizlerimizi yere bıraktık. Uraz o kadar yorulmuştu ki arkasındaki ağaçlardan birine yaslanmış nefesini dengelemeye çalışıyordu.

“Yüzün ve kolların...” dedim yanına oturduğum sırada, “Çizilmiş. İyi misin?” Uraz dalga geçer gibi güldü.

“Neden gülüyorsun?” diye sordum.

“İyiyim.” dedi, “Vücudum çok daha ağır şeyleri atlattı, merak etme.”

Kurduğu cümle Uraz’ın geçmişine dair merakımı kat ve kat arttırırken gözüm kolundaki büyük çiziğe takıldı. Yüzümü buruşturdum ve çantamı açtım. İçinden yarışmanın bize verdiği yara bantlarından birkaç tanesini çıkardım. Uraz ise merakla beni izliyordu.

“Ne yapıyorsun sen?” diye sordu beni hayretle izlerken.

“Yaralarına yara bandı yapıştıracağım. Bazıları çok derin.”

“Tüm vücudumu yara bandıyla kaplaman gerekebilir.” dedi sessizce.

Bizi aydınlatan ve birbirimizi görmemizi sağlayan tek şey yerde duran el fenerlerimizdi. Diğerlerinin telsizden gelen sesleri aramızdaki sessizliği bölerken Uraz’ın cümlesini sorgulamamaya karar verdim. Anlatmak istediğinde anlatacaktı. O ne derse desin yara bantlarını açıp tek tek kollarındaki derin çiziklere yapıştırdım.

“Belki de yaralarım iyileşmek değil, iz bırakmak istiyordur.” dedi yaralarına bant yapıştırmamı izlerken.

“Belki de sen saçmalıyorsundur.” dedim sessizce. Güldü.

“Bu kadar küçük bir bedenden bu kadar cesaretli cümleler duyacağımı hiç düşünmezdim.”

“Küçük bir beden mi?” dedim şaşkınlıkla ve kendime baktım.

“Bana göre baya küçük kalıyorsun.”

“Sana göre küçük kalmamam garip olurdu.” dedim gülerek.

Uraz’ın boyu 1.90 vardı, 1.90 değilse bile minimum 1.88 olmalıydı. Kaslı vücudu yıllardır spor yaptığının kanıtı gibiydi. Kocaman elleri vardı, tek bir eli benim kafam kadardı. Ben ise 1.62 boyunda, 55 kilo ve kas nedir bilmeyen bir vücuda sahiptim. Acaba şu an televizyonda nasıl görünüyorduk? Uyumsuz göründüğümüze yüzde bir milyon emindim.

O sırada Eren ve Nisan hala bir araya gelememişti, telsizdeki seslerden anladığım kadarıyla Nisan Eren’i yanlış yönlendirmiş ve geriye yollayacağına ileri doğru yürütmüştü.

“Bunları en azından bugünün sonuna kadar çıkarmazsan iyi olur.” diye mırıldandım. Neydim ben tıp profesörü filan mı? Bu kadar iyi yara bandı yapıştırabilmemin başka açıklaması olamazdı.

“Mesleğin neydi senin?” diye sordum yara bandı kutusunu çantama geri koyarken.

“Dövüş sanatları.” Kutu elimden düştüğü sırada Uraz’a şaşkınlıkla baktım.

“Bu vücudun başka açıklaması olamazdı...” diye mırıldandığım sırada şok içinde duraksadım, “Dışımdan söylemedim, değil mi?” diye sordum.

“Neyi?” dediği sırada Uraz’ın yüz ifadesi bu cümleyi dışımdan söylediğimi oldukça belli ediyordu. Kafamı kaldırıp yukarı baktım.

“Yanlış anlamayın,” diye mırıldandım, “Bir spor dalıyla ilgilendiği belli oluyor diye söyledim.”

“Kimle konuşuyorsun sen?” Uraz beni keyifle izliyordu.

“Televizyondakilerle.”

“Televizyonda olan biziz.”

“Doğru ya, televizyon karşısındakilerle diyecektim...”

Uraz bir süre beni belli belirsiz bir gülümsemeyle izledikten sonra kaşlarını çattı.

“Garip bir hayat enerjin var.” diye mırıldandı.

“Ne gibi?”

“Hayat dolusun.”

“Kendimi seviyorum...” diye açıkladım, “Ne yaşarsak yaşayalım hayatı kendimiz için zorlaştırmaya gerek yok. Yere düştüğümde önce düştüğüm için gülerim mesela.”

“Zorlaştırma, kolaylaştır... Hayat motton buydu, değil mi?”

“Aynen öyle.” dedim gülümseyerek, “Peki senin hayat motton ne?”

“Benim hayat mottom yok, bir hayatım olduğunu da söyleyemem.”

“Anladım...” diye mırıldandım, “Anlatmak istemediğini biliyorum. O yüzden sormuyorum.”

Derin bir nefes alıp çantamın fermuarını kapattım ve Uraz’ın yanına geçip ağaçlardan birine de ben yaslandım.

“Neden birkaç farklı yere el fenerleri koydun!” diyordu Eren’in telsizdeki sesi.

“Daha aydınlık olsun diye...” Nisan’ın açıklaması Eren’in cevap bile veremeyeceği kadar sinir bozucuydu.

“Tamam bir tanesini eline al ve hareket ettir bari de senin nerede olduğunu anlayayım.”

Uraz ile Nisan ve Eren’in birbirlerini bulmaları için beklediğimiz on dakika boyunca bir daha hiç konuşmadık. Uraz kollarına yapıştırdığım yara bantlarına dokunuyor ve bir şeyler düşünüyordu. İç dünyasında ne savaşlar verdiğini, ne düşündüğünü deli gibi merak ediyordum.

“Birbirimizi bulduk.” dedi Eren’in yorgun sesi, “Ben eğlenmeye gelmiştim ve hiç eğlenmiyorum şu an.”

Sessizce güldüm.

“Daha yeni başlıyoruz...” diye mırıldandım ve ayağa kalktım.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordum Uraz’a dönüp.

“Şimdi ne yapıyoruz Uraz?” diye sordu Nisan’ın telsizdeki sesi.

“482, orada mısın?” dedi Uraz Bulut’un el fenerinin ışığını izleyerek.

“Sizi el fenerimin altında bekliyorum.”

Biz Uraz ile beraber, Eren ise Nisan ile beraber Bulut’un el fenerinin ışığının vurduğu noktanın hemen altına doğru ilerliyorduk.

“Peki ya anahtar? Tek bir yolda buluşup anahtarı nasıl bulacağız?” diye sordum ağaçların arasından ilerlediğimiz sırada.

“Gerekirse her bir yolu baştan sona yürüyeceğiz.” dedi Uraz.

“Bu on beş çarpı beş kilometre demek.” diye söylendiğim sırada Eren’in telsizdeki sesini duydum.

“Nesin sen...” diye söze girdiği an gülmeye başladım.

“Matematik profesörü mü?” diye devam ettirdim cümlesini.

Telsizlerimizde gülüşme sesleri duyuldu. Bu espri herkesi güldürüyor gibiydi. Uraz’ın bile yüzü gülüyordu. Sık ve yapay ağaçlara sürtünerek geçtiğimiz beş dakikalık yolun sonunda yolun biraz ilerisinde Bulut’u gördük. Eren ve Nisan da yola bizimle aynı anda çıkmışlardı.

“Kollarım hep çizildi.” dedi Nisan üzgün bir ses tonuyla.

Uraz’ın cevap vermemesi dikkatimi çekti. Halbuki buraya gelirken Nisan’a yakın davranma planını kabul ettiğini duymuştum. Çantamı açıp birkaç yara bandı aldım ve Nisan’a uzattım.

“Bant yapıştırmamı ister misin?” diye sordum. Gülerek başını salladı.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandı. Eren ve Uraz bizi kenarda beklerken ben Nisan’ın kolundaki derin çiziklere bant yapıştırıyordum.

“Ekibin zekası olmam öngörülmüştü, ekibin bantçısı oldum...” diye mırıldandım gülerek.

Nisan’ın da güldüğünü duydum. Nisan hakkında hangi yargıya varmam gerektiğini bilmiyordum, onu henüz çözememiştim.

“Devam edelim mi?” diye sordu Uraz, “İşiniz bitti mi?”

“Tabi, devam edebiliriz.” diye yanıtladı Nisan.

Birlikte Bulut’a doğru yürüdüğümüz sırada Bulut elindeki el feneri ile ağaçların aralarını kontrol ediyor, anahtarı arıyordu. Bir araya, aynı hizaya geldiğimiz an ışıklar açıldı. Tüm plato aydınlanıp yukarıdaki ekrana bulutlu ve güneşli bir gökyüzü görüntüsü verildiğinde içimin geçirdiğimiz bir saat boyunca ne kadar büyük bir kasvetle kaplandığını fark ettim.

“Güneş,” dedim gökyüzüne bakarak, “Senin kadar güzel bir şey var mı!”

O sırada Uraz’ın gözlerini üzerimde hissettim. Sanki bir belgesel izler gibi beni izliyordu. Derin bir nefes aldım ve yüzümde engel olamadığım bir gülümseme ile yürümeye devam ettim.

“Yani birbirimizden ayrılmamamız mı gerekiyor? Yoksa bu elektrik kesintisi sadece teknik bir sorun muydu?” diye mırıldandı Eren.

“Hiçbir fikrim yok.” dedi Bulut, “Bu kadar büyük bir prodüksiyonda teknik aksaklık yaşanacağını sanmıyorum.”

“Her şey bir mesaj.” diye söze girdi Uraz, “Aslında bakarsanız tüm yolları gezip saatlerce anahtarı aramak  hiç de bu yarışmaya göre bir konsept değil.”

“Belki de bu sadece bir arada kalmamız gerektiği kuralını öğrenmemiz için yapıldı.” diye devam ettirdim onu. O sırada söze Nisan girdi.

“Tamam ama anahtar nerede?”

Gözlerim yollardaki duvar yazılarına kaydı. Yarışmanın logosu, bir takım sayılar, bir takım resimler, ara ara duvar yazıları vardı. Kaşlarımı çatarak geride gördüğüm bir duvar yazısını hatırlayarak durdum ve arkama döndüm. Elimle geride kalan duvarlardan birini gösterdim.

“Bu duvarlar bize bir şey anlatmaya çalışıyor olabilir mi?” diye sordum.

“Ne gibi?” dedi Bulut. Duvarları göstererek tekrarlanan simgeleri ve duvar yazılarını okudum.

“Enkaz Altındakiler yazısı, güneş, bulut, ay, tren, anahtar, ağaç, zarf, el feneri, pusula, düdük simgeleri, her duvarda rakamlar, ve birkaç tekrar eden duvar yazısı. Hiç dikkat etmediniz mi?” diye sordum.

“Her zaman her yerde, basit düşün evrende.” dedi Bulut duvar yazılarından birini okuyarak. O sırada Eren söze girdi.

“Basit düşünmemizi mi istiyorlar yani?”

“Aynen öyle.” dediğim sırada Eren sesli düşünmeye başladı.

“Yani, görevimiz anahtarı bulmak. Ne kadar basit düşünebiliriz ki? Anahtar nerede olur mesela? Nereye bırakılır?”

“Paspasın altına.” dedi Uraz sakince.

Ona döndüğümüzde olabilecek en mantıklı cevabın bu olduğunu biliyordum ama her şey bu kadar basit olabilir miydi?

“Ne bu dünyanın en basit yarışması filan mı?” dedi Eren gülerek, “İşte şimdi eğlenmeye başladım.”

“Yarışmıyoruz.” dedi Uraz, “Bize sadece kuralları öğretiyorlar. Tek istedikleri anlaşılmak.”

“Öyleyse bu riski alıp oraya kadar yürüyecek miyiz?” diye sordum merakla. Sorumu Uraz cevapladı.

“Yürüyeceğiz.”

Herkes bu fikirde hem fikir olduğu için hiç vakit kaybetmeden hızla yola çıktık. Önümüzde tahminen sekiz kilometrelik bir yol kalmıştı. Şu an için tek amacımızın ikinci eve ulaşıp dinlenmek olduğunu bilmek içimi rahatlatıyordu çünkü çok yorulmuştum. Önümüzde duran kocaman bir ağacın üzerine bağlanmış beyaz ince bir halatın ucunda sallanan bir zarf olduğunu gördüğümde kaşlarımı çattım.

“Bu da ne?” diye sordum merakla. Ağaca yaklaştığımızda gövdesine “DİLEK AĞACI” yazısının kazınarak yazıldığını gördük. Eren uzanıp halatın ucunda sallanan zarfı çekip aldı ve açtı.

“İşte şimdi daha eğlenceli bir hale gelmeye başladı.” dedi keyifle. Zarfın başında toplandığımızda Eren zarfın içinden çıkan kağıtta yazanları okumaya başladı.

“Sevgili Enkaz Altındakiler, bu bir dilek ağacıdır. Buraya kadar gelmenizin ödülü olarak bir dilek dileme hakkına sahipsiniz. Dileğinizin yerin üzerinde olan hiçbir şey ile bağlantısı olamaz, sadece yerin altında bulunmanız halinde gerçekleşebilecek dilekler dileyebilirsiniz.”

“Ne dileyebiliriz ki?” diye sordum gülümseyerek, “Yani buraya kimse gelmeyecek, dışarıdan hiçbir şey getirilemeyecek, sadece buradaki imkanlar dahilinde ne dileyebiliriz?” O sırada Eren heyecanla söze girdi.

“İzin verirseniz ilk dilek hakkımızı ben kullanmak istiyorum. Lütfen.”

Herhangi bir dilek dileyecek olmak Bulut ve Uraz’ın umrunda bile değildi. Kenara çekilmiş yola devam etmeyi bekliyorlardı. Nisan, Eren ve ben ise gayet heyecanlıydık.

“Tamam!” dedim gülerek, “Nisan?”

“Benden de tamam!”

“Çok saçma bir dilek olacak galiba...” dedi Eren gülerek, sonra gökyüzüne baktı ve aynen şöyle dedi,

“Bize şarkı açar mısınız?”

Eren’in dileğine gülüştüğümüz sırada konuşmadan şarkı açmalarını bekliyorduk.

“Acaba ayrıntı mı vermen gerekiyor? Şarkı ismi gibi...” dedim.

“Tabi ya. Ne açacaklarını nereden bilecekler? Peki şarkılar telife girmez mi?”

“Bırak ödesinler!” dedi Nisan.

Uraz ve Bulut kenarda sohbet ederken biz şarkı düşünüyorduk.

“Artık gidebilir miyiz?” diye sordu Uraz.

“Şarkı düşünüyoruz.” dedi Eren elini kaldırarak.

“Fısıltı.” dedi Uraz kenardan, “Hemsaye’nin şarkısı. Tabi siz de isterseniz.”

“Olur... Herhangi bir şarkı çalsın da. Müziksiz yaşayamıyorum.” diye açıkladı Eren, sonra başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı, “O zaman dileğimiz bu. Hemsaye’nin fısıltı şarkısı...”

Sadece on saniye sonra orada durmuş gökyüzü adı altındaki bu led ekrana bakmaya devam ederken Uraz’ın söylediği şarkının ilk notaları duyuldu.

“Devam edelim...” dedi Uraz, sesinde üzüntünün en üst tonunu duyuyordum. Sanki bu şarkının onda bir hatırası vardı.

“Hangi çiçekten çalıntıdır huyun.

Hangi ırmağın peşinde kaybolur güzün?

Çok yürüsem ormanında bulur muyum?” diyordu şarkının sözleri.

“Ben vurulduğum masalın ortasındayım.” diye devam ediyordu.

Uraz’ın sessizce tam bu cümleyi şarkıyla aynı anda tekrar ettiğini fark ettim. Eren ve Nisan arkamızda kalırken kendimi Uraz ve Bulut’un arasında buldum.

“İyi misin?” diye fısıldadım ona sessizce.

“İyiyim.” dedi.

“Sorun ne? Şarkıyla bir hatıran mı var?” diye sordu Bulut merakla.

“Abim her gece bu şarkıyı dinlerdi...” diye mırıldandı. Bulut ve ben aynı anda Uraz’a baktık.

“Dinlerdi?” diye tekrar ettim son kelimesini.

“Trafik kazası geçirip komaya girmeden önce.”

Uraz’ın kurduğu cümleyi sadece Bulut ve ben duymuştuk. Bir de ekran başında bizi izleyen milyonlarca insan... Zar zor yutkunduğum sırada ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum. Uraz tam burada, tam şu an, tam bu şarkıyı dinlerken açılmak istemişti.

“Şu an...” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek, “Abin şu an komada mı?”

“Abim uzun süredir komada.” dedi Uraz. Sesindeki güce inanması güçtü.

“Peki annen ve baban onun yanında mı?” diye sordu Bulut.

“Onun yanında ben varım.” dedi Uraz, “Buraya onun için geldim. Hala onun yanındayım, beni orada hissettiğine eminim.”

Kurduğu cümle içimde çok kötü bir senaryoya yol açtı. Annesi ve babası neredeydi? Neden abisinin yanında değillerdi? Bu sorunun cevabını duyacak olmak bile beni korkutuyordu ama sormaktan başka çarem yoktu. Çünkü Uraz anlatmak istiyordu.

“Annen ve baban...” dedim ama devam edemedim. Uraz acı içinde gülümsedi.

“İşte şimdi büyük bir yara bandı çıkarman gerekebilir.” dedi acılarını aşmış ama onları unutamamış bir yüz ifadesiyle. Sonra derin bir nefes aldı ve devam etti,

“Hayatımda iki trafik kazası geçirdim. İlkinde sadece bir yaşındaydım, o kaza benden ve abimden annemi ve babamı aldı. Abim Araz o kazada beni korumak için üzerime yattı. Araz hayatımı kurtardı, beni büyüttü, bana her şeyi öğretti. Yıllar sonra aynı kazayı karanlık bir yolda bir kez daha geçirdik. Yine beni korumak istedi ama bu sefer kendini koruyamadı.”

Hiçbir şey söyleyemedim. Ne ben ne Bulut, tek kelime edemedik. Uraz bunları bize bizden bir cevap almak için söylememişti, Uraz bunları içinde dolup taşan duygu her ne ise o duygudan kurtulmak için anlatmıştı.

Neşemi, hayata bağlılığımı izlerken bu yüzden kaşlarını çatıyordu, neşem ona ilginç geliyordu. Acıyla bezenmiş bir hayat, onlarca yara izi, koluna işlenecek kadar içine işlemiş bir tarih ve yüzlerce özlem dolu gece.

Hayatım boyunca hep şarkılardan uzak durdum. Müziğin ve sözlerin bir araya gelmesi beni hep rahatsız etti. Çünkü ben acıdan kaçtım. Ne bir şiirin ortasında durup da ağladım ne bir enstrümandan çıkan notalar yaktı canımı. Kulaklarımın duyduğu bu şarkı acıdan kalbimi sıkıştırırken “Ne garip.” diye düşündüm. Herkesin bir hikayesi vardı. Kimsenin acısı büyük veya küçük değildi. Herkes bir savaşın içindeydi, evini bulmak dedikleri şeyin ta kendisi insanın acısını bulmasıydı.

Söylesene senin evin neresi? En çok neresi acıyor kalbinin?

“Keşke ruhuna yara bandı yapıştırabilsem.” dedim sessizce.

“Yine de iyileştiremezdin.” dedi Uraz. Sesi netti.

“Senin için ne yapabilirim?” diye sordum, bir şeyler yapmak, ona yardımcı olmak istiyordum. Gülümsediğini gördüm.

“Hiçbir şey yapamazsın.” dedi anlayışla göz kırparak.  

O an hayata dair bir farkındalık yaşadım, bazen ne kadar isteseniz de hiçbir şey yapamazdınız.

Sustum, söyleyebilecek başka hiçbir şeyim yoktu. Yolumuza devam ettik. Bazen kimse için yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur, öylece yürür gidersiniz. Basıp geçtiğiniz her adım giderek ağırlaşır ama siz yürümeye devam edersiniz. Çünkü Uraz’ın dediği gibi, bazen “Hiçbir şey yapamazsınız.”

Gülümsemek, yürümek ve yola devam etmek gerekir. Çünkü yürümekten vazgeçersen hayatın seni götüreceği tek yer yolun gerisidir, ilerisi değil. Geçtiğin yerlerden tekrar geçmek ister misin? Sanmıyorum.

Öyleyse hadi gel, yolumuza devam edelim.

Tek başınalık, kaybetmenin acısı, tüm bunlar Uraz’ın enkazıydı. O zaten hep enkaz altındaydı. Annem ve babamın beni sevmemesi benim enkazımdır, ben hep o enkazın altında yaşadım. Yüzümüzü altında saklamaya çalıştığımız saçlarımız bizim enkazımızdır, biz hep o enkazın altında yaşadık. Acısını çektiğin o aşk, ardından ağladığın o dostun, seni bırakıp giden veya senin bırakıp gitmek zorunda kaldığın her şey senin enkazındır. Kaybettiğimiz her sınav, her iş görüşmesi, yenildiğimiz her deneme, geri dönmek zorunda olduğumuz her yol, yaşadığımız her hastalık, alamadığımız her nefes, sıkışan kalbimiz, titreyen ellerimiz bizim enkazımızdır. Bize normal hissettirmeyen insanlar, bize kötü hissettiren cümleler, etrafımızda dönüp duran yüzümüze gülen ama bizi üzen herkes bizim enkazımızdır. Heyecanımızı anlamayanlar, endişemizi anlamlandıramayanlar, hayallerimizi duyup gülenler, bize inanmayanlar, bizi üzgün görüp mutlu olanlar, kalbi kötülükle büyüyenler, bize bakıp bizi göremeyenler bizim enkazımızdır. Bize kendimizi unutturanlar, bize kendimizi sorgulatanlar, bize evimizi kaybettirenler bizim enkazımızdır. Hayat başımıza yıkılır, altında kalırız, fark etmeyiz. Hayat bizim enkazımızdır.

889 burada, enkaz altında.

Peki sen? Burada mısın?