4.BÖLÜM : KRALLIĞIN KADERİ.
.png)
4.Bölüm : Krallığın Kaderi.
Verdiğimiz kısa molanın sonunda tekrar yola çıktık. Karnımın doyması beni öyle çok mayıştırmıştı ki kendimi atın üzerinde ve Hazar’ın kollarında bulduğumda gözlerimi açmakta zorlanır bir haldeydim. Rüzgar şiddetini giderek arttırıyordu ve havanın karanlığına rağmen yağmur yağmasını beklememek aptallık olurdu. Hissettiğim üşüme hissi ile üzerimdeki siyah pelerinin içine iyice gömüldüm. Tüylerim diken dikendi ve her geçen dakika hızını arttıran rüzgar içimi titretiyordu.
“Üşüyor musunuz?” Hazar’ın sesi kulaklarımda yükseldiğinde tir tir titriyordum.
“Biraz.” diye mırıldandım, artık yalnızca ellerim, ayaklarım değil, sesim bile titriyordu.
“İsterseniz tekrar duralım Majesteleri,” Hazar’ın sesi endişeliydi, “Bu geceyi burada bir yerde geçirip hava yumuşayınca devam edelim.”
Ben ona emanet edilmiştim, başıma bir şey gelmesinden, en basit ihtimalle hasta olmamdan bile korkuyordu. Ona sorsanız üşümem bile onun suçuydu.
“Ama böyle yol alamayız.” dedim kendime kızarak, “Biraz daha idare edebilirim.”
Kendime kızıyordum çünkü diğerleri üşümezken üşüyor olmam bana güçsüz hissettiriyordu. Görevleri beni götürmeleri gereken yere götürmekti ve zayıflığım yüzünden onları yavaşlatmak istemiyordum. Ben tir tir titremeye devam ederken Hazar’ın atını yavaşlattığını fark ettim. Diğerleri yanımızdan geçip giderken Atlas arkasına dönüp soran gözlerle bize baktı.
“Devam edin,” dedi Hazar, “Kısa bir işimiz var. Size yetişirim.”
“Geçersin bile!” Atlas alaycı cevabını vererek ağabeyini övdükten sonra bizi geride bırakarak yoluna devam etti. Hazar ise oldukça yavaşlamıştı.
“Neden yavaşlıyoruz?” diye sordum, arkamda ne yaptığına dönüp bakamıyordum ve bu yüzden neden yavaşladığımıza dair hiçbir fikrim yoktu... Ta ki kendi pelerinini çıkarıp benim omuzlarıma bıraktığını fark edene kadar.
“Olmaz!” diye isyan ettim, “Bu sefer de sen üşüyeceksin!”
Saçmalamışım gibi güldü.
“Ben üşümem.” diye yanıtladı.
Cüssesine bakınca kolay kolay üşümeyeceği belli oluyordu, evet. Yine de üzerindekini çıkarıp bana vermesi kolay kolay kabul etmek isteyeceğim bir şey değildi.
“Bunu kabul edemem...” dedim, “O kadar üşümüyorum, gerçekten.”
“Sesiniz titriyor.” diye mırıldandı Hazar, “Ayrıca arkanıza yaslansanız iyi olur, çünkü öndekileri geçmek için biraz fazla hızlanacağız...”
Tam o an hayatım boyunca bir atın bu kadar hız yapabileceğini bana gecelerce anlatsalar bile inanmayacağımı fark ettim. Hazar’ın atı öyle büyük bir süratle dört nala koştu ki nefesim kesildi, vücudum bir anda olabildiğince mesafeli durmaya çalıştığım Hazar’ın göğsüne yapıştı. Üzerimdeki pelerini soğuğu biraz olsun kesmiş, en azından titremelerimizi azaltmıştı. Diğerlerinin yanına ulaşmamız ve hatta onları geçmemiz yalnızca birkaç dakikamızı aldı.
“Sana geçersin demiştim!” Atlas’ın arkamızdan gelen keyifli kahkahasını duyduğumda gülümsememe engel olamadım.
O an, evrenin tam bu noktasında arkamda oturan bu şövalyeye karşı müthiş bir saygı ve hayranlık hissettim. İçinde taşıdığı bu güç ve soğukkanlılığı hayatım boyunca kimsede, babamda bile görmemiştim. En ilginç olanı ise bu denli güçlü ve soğukkanlı görünen bu adamın aşkı uğruna dün gece gördüğüm o hale dönüşebilmesi...
Böyle bir şey mi aşk? Hiç bilmediğim, hiç tatmadığım o duygu dünyanın en güçlü görünen insanını bile dizlerinin üzerine düşürebilecek kadar acımasız mı? Aşk insana tüm sınırlarını, erdemlerini ve tüm kararlılıklarını unutturabilecek kadar güçlü bir duygu mu? Öyleyse bir insanın kendini aşkın ellerine bırakması aptallık değil mi?
Saatlerdir süren yolculuk rüzgara ve çiseleyen yağmura rağmen devam ederken havanın kararmasıyla birlikte sona yaklaştı. Artık yolculuğun kendimize konaklayacak bir yer arama evresine geldiğimizde yüzümü kaplayan başlığı çekiştirip yavaşlayan atın üzerinde etrafa bakındım. Kendimizi yine bir gölün kenarına atmıştık, çünkü su varsa hayat vardı. Çiseleyen yağmur ise şiddetini arttıracak gibiydi, o durumda su hayat getiren bir olgu olmaktan çıkıp gecemizi zehir edecekti. Durduğumuz yere umutsuzca baktım.
“Burası iyi,” dedi Hazar, “Atları bağlayın, şu büyük ağacın altında konaklayacağız.” Sonra bana doğru eğildi, “İnip sizi alacağım.”
Yere atladı ve kollarını bana uzattı. Kendimi ona bıraktığım an onun yanında ne kadar ufak ve hafif kaldığımı fark ettim, beni neredeyse bir bardak su taşır gibi taşıyordu! Beni yavaş ve dikkatli bir şekilde yere indirdiğinde yerdeki toprağın yağmur sebebiyle çamurlaştığını fark ettim. Ayaklarımı bastığım yerler içeri göçüyordu.
“Majesteleri, siz ağacın altına geçin. Çocuklar atları bağlarken ben uyku tulumlarını getireyim.” Başımı sallayarak eteğimi toparladım ve ağır adımlarla ağacın altına geçtim.
Bu gece zor bir gece olacaktı. Daha şimdiden her yanım çamura bulanmıştı, ellerim soğuktan birer buz küpüne dönmüştü ve yağmur damlaları pelerinimin başlığından tek tek yere kayıyordu. Yağmuru biraz olsun kesen bu heybetli ağacın altına geçip de onları izlemeye başladığımda utandığımı fark ettim. Gürleyen göğün ve hızlanan yağmurun altında bir kısmı atları bağlıyor, bir kısmı eşyaları ağacın altına taşıyordu.
“Ben de size yardım edeyim.” diye seslendim ağacın altından, “Bana da bir iş verin!”
“Olur mu öyle şey, Majesteleri?” dedi Deha, “Siz dinlenmenize bakın, lütfen.”
O sırada yanı başımda benim uyku tulumumu hazırlayan Hazar başını kaldırıp bana baktı.
“İçine girin.” dedi, “Hasta olacaksınız.”
Bana bunu söylerken kendisi sırılsıklamdı. Saçlarından akan yağmur damlalarını uyku tulumuma damlamasın diye silerken kendimi bir hanedan üyesi olduğum için suçlu hissediyordum.
“Sizi bekleyeceğim.” dedim, “Ben böyle iyiyim.”
Hazar ise hala geçip uyku tulumuma yatmamı bekliyordu.
“Beni zor kullanmak zorunda bırakmayın, Majesteleri. Babanız sizin iyiliğiniz için her türlü zorluğu kullanabileceğimi söyledi.”
“Ne yani?” diye sordum şaşkınlıkla, “Beni zorla uyku tulumuna mı sokacaksın Şövalye?”
“Gerekirse evet.”
Derin bir nefes aldım. Onlara yardım etmek isterken işlerini zorlaştırıyordum. Düşüncelilik ve şımarıklığın tam ortasında bir yerde durmuş vakitlerini çalıyordum. Zorunlu bir teslimiyetle uyku tulumunun içine girdim. Her yeri çamura bulanan uyku tulumunun içine uzandım ve diğer uyku tulumlarını açmak için doğrulan Hazar’a baktım.
“Şımarık olduğumu düşünüyor musun?” diye sordum bir anda. Hazar uyku tulumlarıyla uğraşırken dudaklarımdan çıkan bu soruyu şaşkınlıkla karşıladı, bana kaşlarını çatarak baktı, soruma haklı olarak anlam vermeye çalışıyordu.
“Neden böyle bir şey sordunuz, Majesteleri?”
“Hiçbiriniz üşümezken ben üşüyorum, bana pelerinini vermek zorunda kalıyorsun... Siz bir şeylerle uğraşırken ben yalnızca sizi izliyorum... Uyku tulumumu hazırlanıyor, yemeğim hazırlanıyor, ne yaşanırsa yaşansın en büyük problem hep benim rahat etmem oluyor...”
Hazar uyku tulumlarını açmaya ve yan yana dizmeye devam ediyordu.
“Düşünceli olmaya çalıştığımda bile seni burada bu yağmurda uyku tulumumun başında bekletiyorum, bu şımarıklık değil de ne?” diye sordum.
O an kendimi çok hassas hissediyordum, sanırım evimden uzaklaşmak ve günlerdir yaşadığım bu randımanlı yolculuk duygularımı sarsmıştı. Kendimi, varoluşumu, hayatımı ve içinde büyüdüğüm düzeni sorguluyordum.
“Şımarık değilsiniz, Majesteleri.” dedi Hazar, “Prensessiniz. İsteklerinizi yere getirmek bizim görevimiz.”
Hayal kırıklığıyla dolu bir nefes aldım. Doğru söylüyordu, içinde yaşadığımız hayat düzeni buydu. Bu yüzlerce yıldır böyleydi ve belki de yüzlerce yıl daha böyle olacaktı. Oysa kalbim biliyor ya, bu düzenden nefret ediyordum.
“O zaman senden bir isteğim var Şövalye...” diye mırıldandım.
“Ne isterseniz.” Başını kaldırıp bana merakla baktı. Islak saçları ve uykusuz gözleri ona daha önce hiç görmediğim bir çekicilik katmıştı.
“Bana ismimle hitap etmeni istiyorum.”
Hazar’ın bana merakla bakan gözleri yere, önündeki uyku tulumuna eğildi. Hazırladığı uyku tulumunu kenara itti ve bir diğerini önüne aldı. Ben heyecanlı gözlerle ona bakarken onun bakışları ise düşünceliydi.
“Bir şey söylemeyecek misin Şövalye?” diye sordum.
“Maalesef bu isteğinizi yerine getiremeyeceğim Majesteleri.”
Kalbimin ufacık bir noktasının kırıldığını hissettim. Tek istediğim kendimi biraz daha normal hissetmekti. Tek istediğim arada sırada da olsa bir ismim olduğunu, kraliyetin bana verdiği güçten ibaret olmadığımı hatırlamaktı.
“Neden?” diye sordum, üzgün olduğum ses tonumdan bile belliydi.
“Bu bir suç,” diye yanıtladı Hazar, “Cezası idam.”
Bana bakmıyordu, önündeki uyku tulumlarıyla uğraşıyordu.
“Burada seni idam ettirecek kimse yok.” dedim gülümseyerek.
Son uyku tulumunu da açtı ve başını kaldırıp bana baktı.
“Kural her yerde kuraldır Majesteleri. Şövalyeler kraliyetten emir alır ve ben emirlerin dışına çıkmam.”
Gözlerimi kırptım, artık kabullenmiştim.
“Pekala.” dedim sessizce, “Öyleyse iyi geceler şövalye.”
“İyi geceler efendim.”
Ona arkamı döndüm ve başımı uyku tulumunun içine soktum. Askerlerin kendi aralarındaki sessiz konuşmalarını bastıran şiddetli yağmurun sesini dinleyerek dakikalar boyunca uyku tulumunun içindeki zifiri karanlığa baktım. Şövalye haklıydı. Ondan bunu istemem bile yanlıştı. Sıradan olmayı ne kadar istersem isteyeyim bu asla gerçekleşmeyecek bir hayaldi. Boynumda taşıdığım kolye benim kaderimdi. İçinde doğduğum ev, annem ve babam, büyük annelerim ve büyük babalarım, geçmişte yaşamış ve bugünkü benin ben olmasına sebep olmuş atalarım... Hepsi benim kaderimdi. Kabullenmekten ve yaşamaktan başka çarem yoktu. Üstelik tüm bunlar benim kaderimken ben de bu krallığın, sınırlarımız içinde yaşayan bu erdemli halkın kaderiydim.
Gökyüzünde çakan şimşek ormanı aydınlattığında başımı uyku tulumundan uzatmış etrafıma bakınıyordum. Ben uyku tulumumun içinde kendi ufak çaplı buhranımı yaşarken hepsi kendi tulumlarına girmiş ve çoktan uykuya dalmışlardı. Ya da onlar da kendi uyku tulumlarının içinde kendi “ufak çaplı buhranlarını” yaşıyorlardı, kim bilir.
“Uyuyamadınız mı?” Yanı başımdan gelen sesi duyduğum an Hazar’a döndüm. O da uyumamıştı.
“Uyku tutmadı.” diye mırıldanarak başımı eğip tekrar uyku tulumumun içine uzandım. Bu sefer bedenim sağa, onun bedenine dönük yatıyordu. Birbirimize o kadar yakındık ki neredeyse dip dibe yatıyorduk.
“Sizi sıcak tutmak için bu kadar yakınınıza yattım, isterseniz uzaklaşabilirim.” dedi bir anda. Telaşla başımı salladım.
“Hayır, böyle gayet iyi. Ben de bu sıcaklık nereden geldi diyordum.” Gülümsedim. Onu gülerken görmek zordu ama kurduğum cümleye karşılık onun da dudakları kıvrıldı.
“Ateş yaktık,” dedi, “Oradan geliyor olabilir.” Hala gülümsüyordu. Derin bir nefes alıp biraz ötemizden gelen is kokusunu içime çektim.
“Bu kokuyu seviyorum.” diye mırıldandım, “Ateş yanmasa bile is kokusunu almak bana ısındığımı hissettiriyor.”
“Ateş öyle güçlü ki kendisi olmasa bile, yalnızca onu çağrıştıran şeyler bile insanı ısıtıyor...” diye yanıtladı şövalye.
“Aşk gibi mi?” diye sordum, “Babam ona annemi çağrıştıran her şeye aşık... Papatya kokusuna, koyu kestane saçlara, şiirlere ve satene...”
Hazar’ın iç çektiğini duydum, gözleri yukarıya, gökyüzüne daldı.
“Aşk gibi...” diye fısıldadı.
Anlık bir farkındalık yaşayarak ona döndüm.
“Özür dilerim,” dedim, “Yemin ederim sana yaşadıklarını hatırlatmak için söylemedim, unutmuşum...”
Hazar sessizce gülümsedi. Acısını gülümsemesinde bile görüyordum.
“Önemli değil, Majesteleri. Dün gece onu yeterince andım, sanırım artık tamamen vedalaştık...”
Başımı ondan çevirip onunla aynı yöne, gökyüzüne baktım.
“Ölüm zor,” dedim, “Bunu annemin mezarına her gittiğimde tekrar ve tekrar anlıyorum... Yine de bir gün geliyor ve sen istemesen bile o acı azalıyor. Ondan sana kalan tek şey o acı olsa bile, bir gün o acıdan da vazgeçiyor insan. Anısı hep kalbinde kalıyor ama acısı, bir gün mutlaka geçiyor Şövalye...”
“Geçecek...” dedi şövalye gözleri ağaç dallarının arasından sızan gökyüzünü izlerken, “Geçmek zorunda.”
Gözlerim aynı yönü, gökten yağan yağmur damlalarını izlerken merak içinde ona döndüm.
“Peki sen tekrar aşık olabilecek misin Şövalye? Ben başka kimseye ‘anne’ diyemedim. Sen tekrar sevebilecek misin?”
Hazar başını bana çevirdi. Gözleri gözlerime bakarken acıdan ve hüzünden eser kalmamış gibiydi. Yüz ifadesi yalnızca yenilmiş ve yenilgiyi kabullenmiş bir askerin yüz ifadesiydi, ötesi değil.
“Benim aşkla işim bitti, Majesteleri.” dedi, “Şimdi izniniz olursa uyumalıyım.”
Sesinden kararlılık akıyordu. Sanki dün gece ölen karısı için içip dağıtan o değilmiş gibiydi, sanırım aşkının acısıyla gerçekten de vedalaşmıştı ve sanırım “aşk” defteri onun için gerçekten de kapanmıştı.
“İyi geceler şövalye.” diye mırıldandım ve yüzümü tekrar gökyüzüne döndüm.
Yağmurun hızı azalmıştı, artık yalnızca güçsüz bir şekilde çiseliyordu. Şövalye ile yaptığımız bu konuşma bana gerçek bir dost sohbeti gibi hissetmişti. Onunla dertleşmiş, duygularımızı paylaşmıştık. Bu prenses ve görev adamı olmaktan çok ötedeydi. O bunun yanlış olduğunu düşünse bile sanırım tam olarak bu gece aramızda zayıf da olsa bir dostluk bağı kurulmuştu. Bu gece kendimi uzun zaman sonra normal hissettiğim ilk geceydi. Sanki boynumda bir kehanetin işaretini, bir krallığın kaderini taşımıyormuşum gibi... Sanki prenses değil, geleceğin kraliçesi değil, yalnızca Sara’ymışım gibi...