4.BÖLÜM : KENDİNİ

Beyza Alkoç

4.BÖLÜM : KENDİNİ.

Sadece nöbetçi eczane arıyordum. Sadece lanet olası bir nöbetçi eczaneyi aramaya çıkmıştım. O ana kadar her şey ne güzeldi oysa. Seren, Leyla, Umut ve ben yıllar önce hayalini kurduğumuz o konsere doğru gidiyorduk, hatta ilerleyen saatlerde Leyla ve Seren’in benden hoşlandığına emin oldukları bir arkadaşımız da katılacaktı aramıza, sınıf arkadaşımın ağabeyi Gurur.

Ama sonra… sonra her şey bir sis perdesi gibi dağıldı önümde. Ne oldu, ne bitti, nasıl uzaklaştım onlardan, nasıl kayboldum, hiçbir fikrim yok. Sadece bir eczane arıyordum. Bu kadar basitti. Ama geri dönemedim. Ve şimdi aklımdaki en büyük soru buydu... Ben dönmeyince ne yaptılar? Beni her aramalarında telefonun cevap vermeyişi nasıl bir endişeye boğdu onları? Kim bilir ne kadar korkmuşlardır… Kim bilir?

Birlikte büyümüştük, hem de parmaklıklarla çevrili pencerelerin ardında, kilitli kapıların arasında, dört duvarın içinde. Birlikte büyümüş ve birlikte hayal kurmuştuk. Yıllar sonra hayallerimiz sonunda bir bir gerçekleşiyordu. Ben bir tıp fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiydim, Leyla sanat fakültesinde resim bölümü, Seren ise işletme bölümü öğrencisiydi. Umut en küçüğümüzdü. Biz üçümüz de yirmi iki yaşındaydık, Umut ise daha yeni on sekiz olmuştu, bu sene üniversite sınavına girecekti. Ama belli ki ben göremeyecektim...

Kızlar ve ben reşit olur olmaz aynı evde yaşamaya başladık, bir yandan da yarım zamanlı işlerde çalıştığımız için o dönem annesi ve babasının da imzası ile Umut’un ortak vasisi olduk ve onu da yanımıza aldık. O gün bugündür aynı evde yaşıyoruz.

Bir de kedimiz var tabi, söylemeyi unuttum. İsmi Adnan. Çünkü onu bulduğumuz gece nedenini tam olarak açıklayamadığımız bir şekilde Aşk-ı Memnu’daki Adnan Bey’e o kadar çok benzettik ki onu ismini Adnan koymaya karar verdik.

Ve bu kadar işte, benim masalım bu kadardı, buraya kadardı.

Sonra prenses nöbetçi eczane aramaya çıktı ve kötü adamlar onun peşine düştü...

Saatlerce uzandım o yatakta. Kalkmaya halim yoktu. Ara ara ağrılarım oluyordu ama beni bu yatakta asıl tutan şey hissettiğim boğulma duygusuydu. Duyduğum şeyler ve içinde bulunduğum gerçeklik bana o kadar ağır gelmişti ki tek istediğim cenin pozisyonunda yatmak ve her şeyin geçmesini beklemekti. Sekiz gün. Tam sekiz gündür bu yataktaydım, hiçbir şeyin farkında olmadan...

Dışarıda yağmur başlamıştı, cama vuran yağmur damlalarının iç karartıcılığı bana o geceyi anımsattı. Ürperdiğimi hissettim. Benim için o gece sekiz gün geride bile değildi, sanki az önce yaşanmış gibiydi. Saatin kaç olduğunu bile bilmiyordum. Hava ben gözlerimi açtığımda karanlıktı ve şimdi saatler sonra hala karanlıktı.

Bu oda beni boğuyordu, bu yatak, bu yorgan, kolumdaki damar yolu, camları titreten rüzgar ve bu sessizlik beni boğuyordu.

Sonra sessizlik bir kapı tıklaması ile bölündü. Bir şey söylemek yerine irkilerek geri çekildim ve yorganı bir kalkanmış gibi üzerime çektim.

“Müsait misin?” Devrim Ali Yöner’in kayıtsız sesi kulaklarımı doldurduğunda kapıdan bana baktığını gördüm.

“Ne için?” dedim, “Rus mafya liderinin odayı basıp beni alıp götürmesi için mi?”

“Kimse seni alıp götüremesin diye buradasın,” dedi Devrim aynı kayıtsız ses tonuyla, sonra sorumu cevapladı, “Ve müsait olup olmadığını sorma sebebim ise doktorun seni muayene edebilmek için kapıda bekliyor olması.”

“Müsait değilim.” dedim.

“Ne gibi bir meşguliyetin olduğunu da öğrenebilir miyim?” diye sordu Devrim.

“Uzanıyorum,” dedim, “Hayatı sorguluyorum... Ve...”

“Ve?” diye sordu.

“Ve tavanı izliyorum.”

“Pekala.” dedi Devrim sonra hareketlenip arkasını döndü, “Siz biraz bekleyin. Çağıracağım.” dedi kapıya doğru.

Ardından içeri girip kapıyı kapattı ve bana doğru birkaç adım atıp loş ışığın altında yüzünün daha net görüneceği bir noktaya geldi.

Bana yaklaştığını görünce gözlerimi tavana çevirdim ve söylediğim gibi tavanı izlemeye başladım. Ben tavanı izlerken o bana bakmayı sürdürüyordu. Kim bilir ne haldeydim. Uzun koyu saçlarım ve elaya dönük kahverengi gözlerimin uyumu bile kurtaramazdı beni, berbat görünüyor olmalıydım.

“Onu mu düşünüyorsun?” diye sordu alçak bir sesle, sanki düşünceme adım atmak ister gibi.

“Kimi?” dedim alnımı kırıştırarak, anlayamamıştım ne demek istediğini.

“Adnan’ı.” deyiverdi bir anda.

Gözlerim Adnan ismini duyduğu anda hayal kırıklıklarımdan sıyrılıp tavandan karşımdaki adama çevrildi.

“Nereden çıktı bu?” diye sordum.

“Bilmem,” dedi, “Uyurken bile onu sayıklıyordun...”

Uyandığımdan beri duyduğum bir şey ilk kez beni üzmekten çok güldürmüştü. Saçma bir tebessüm dudaklarımın kenarına takıldı. Dudaklarımı bastırarak, gözlerimi hafifçe kısmış halde sordum.

“Cidden mi? Uyurken Adnan’ı mı sayıkladım?” dedim.

“Evet,” dedi Devrim, yüzünde ciddiyetle çizilmiş bir maske var gibiydi, “Sanırım erkek arkadaşın.”

Kahkahamı zor tuttum. “Adnan...” dedim sesime eğreti bir gülümseme yerleştirip kahkahalarımı bastırmaya çalışarak, “Adnan benim kedim.”

Yüzündeki tüm ifade dondu, “Kedin?” dedi Devrim oldukça ciddi bir yüz ifadesiyle.

Başımı salladım.

“Kedim.” dedim, “Benim ve arkadaşlarımın kedisi... Belki de sayenizde bir daha hiç göremeyeceğim kedim.”

Devrim gözlerini kaçırmadan konuşmaya başladı, sesi soğuk ama nazikti.

“En azından benim sayemde sahibi hala hayatta... Yanında olamasa da. Hem ismini Adnan koyduğunuz için belki de hiçbirinizi görmek istemiyordur.” dedi Devrim.

“Gerçekten mi?” diye sordum, “Bu söylediğine gülmemi filan da beklersin sen şimdi.”

“Senden hiçbir şey beklemiyorum.” dedi, “Tek istediğim kapıda bekleyen doktorun seni muayene etmesine izin vermen.”

“Muayene olmaya ihtiyacım yok. Karnımdan vuruldum ve sevdiklerimin gözünde teknik olarak yaşayan biri bile değilim. İyi veya kötü olmam ne fark eder?”

Devrim tahammülsüz bir nefes aldı. Sınırları zorlanmaya başlamış gibiydi. Sanki biraz daha laf anlatmak zorunda kalırsa kalkıp çıkacak, çekip gidecekti.

“Orada kalmayı mı dilerdin?” diye sordu, “Orada o sandıkta bırakılmayı, ölüme terk edilmeyi mi dilerdin?”

Öfkeyle gülümsedim.

“Evet,” dedim, “Keşke beni orada bıraksaydın da en azından kaderimde yazanı yaşayabilseydim.”

Devrim bana aldırışsız bir ifadeyle bakmayı sürdürdü. Bunları söyleyeceğimi zaten biliyor gibiydi.

“O zaman buradan gidebilirsin.” dedi, “Tamamen iyileştiğinde çıkıp gidebilir ve kaderini yaşayabilirsin. Sana söyledim, ben sana sadece bir şans vermek istedim ama sen o şansı istemiyorsan seni zorla tutacak değilim.”

“Tutamazsın zaten.” dedim.

Belli belirsiz gülümsediğini görür gibi oldum.

“Bak Eliz,” dedi, ismimi ilk kez söylüyordu, “Beni yargılamadan önce şunu bil… Bir zamanlar ben de her şeyimi gömmek zorunda kaldım. Hikayemi, geçmişimi, insanlığımı… Sadece ayakta kalmak için.”

“Peki ya ben?” diye sordum, “Ben ayakta kalmak için neyi gömmeliyim?”

“Kendini.” dedi Devrim. Tek kelime. Fazlası değil.

Dudaklarından çıkan tek kelime yüzüme bir tokat gibi çarptı. Gerçeklik çok keskindi, çok ağırdı. Beni dışarı çıktığımda gerçekten de büyük bir tehlike bekliyor olabilir miydi?

Bu adam benim gerçekten de kurtarıcım olmuş olabilir miydi? O gece bu adam ve yardımcısı beni o sandıkta bulmasaydı, eğer beni diğerleri bulmuş olsaydı ben o gece ölmüş olabilir miydim?

“Burası...” diye mırıldandım, “Burası senin evin mi?”

“Burası benim evim.” dedi Devrim, “Ve burada istediğin kadar kalabilirsin.”

“Peki ya sen...” dedim, “Sen tek mi yaşıyorsun burada? Yani sadece sen ve çalışanların mı var?”

Bunları neden sorduğumu bile bilmiyordum. İçten içe iyileşene kadar burada kalmayı kabullenmiş ve bu geçici misafirliğimin birilerini rahatsız edeceğinden korkuyordum sanki.

“Şimdilik öyle.” dedi Devrim, “Ama yakında seni tanıştırmak zorunda kalacağım birileri olacak.”

“Kimseyle tanışmama gerek kalmayacak.” dedim, “Ben bir iki güne toparlanır çıkarım...”

“Ona müsaade et de doktorun karar versin. Muayene olmak istemediğin için içeri aldırmadığın ama hayatını kurtaran doktorun. Meslektaşın.”

Kaşlarımı çatarak başımı kaldırdım.

“Sen nereden biliyorsun?” diye sordum, “Tıp öğrencisi olduğumu.”

“Sana söyledim Eliz, ben senin hakkında her şeyi biliyorum çünkü onlar senin hakkında her şeyi biliyorlar. Hayatın boyunca bir kez bile adım attığın, içinde bir kez bile nefes aldığın her yeri. Şimdi müsaadenle, doktorunu içeri alacağım. Çünkü sen istesen de istemesen de yarana bakması lazım.”

Mecburi bir kabullenişle yutkundum. Yaram son yarım saattir ağrımaya başlamıştı. Kontrol ettirmek zorundaydım. Devrim kapıya doğru giderken sessizce mırıldandım.

“Her şeyi biliyor sayılmazsın... Kedimin ismini öğrenememişsiniz.”

Arkası dönük olmasına rağmen gülümsediğine emindim.

Devrim’in kapıyı açmasıyla içeri giren doktor her şeyden önce odanın ışıklarını açtı. Aydınlık gözlerimi kamaştırırken gözlerimi kısarak doktoruma bakmaya çalıştım. Güler yüzlü, kırklı yaşlarda kızıl saçlı kadın bir doktor ultrason dahil tüm teçhizatının olduğu bir tekerlekli masayı çekerek yanıma geldi.

“Sonunda güzel gözlerinizi görebildik Eliz Hanım.” dedi, “Ben doktor Oya Başaran. Devrim Bey’lerin aile doktoruyum, belki bahsetmiştir. Geldiğiniz günden beri sizinle ben ilgileniyorum.”

“Çok memnun oldum.” diye mırıldandım, “Ve teşekkür ederim... Hayatımı kurtardınız.”

“Ne demek canım, görevimiz, biliyorsun. Meslektaş olduğumuzu duydum.”

Doktor bir yandan konuşurken bir yandan yaramın üzerindeki sargı bezini açıyordu. Sargı bezim açılırken nefesimi tutmuş ve gözlerimi kısmıştım ki yatağın diğer yanında dikilen Devrim Ali Yöner’in bana değil de uzakta duran pencereye baktığını fark ettim.

“Henüz öğrenciyim,” dedim, “Umarım bir gün ben de sizin gibi olur ve hayat kurtarabilirim...”

“Olursun elbette,” dedi doktor, “Yaramız güzel iyileşiyor gibi. İyileşme evresinde kaşınma, yanma gibi hissiyatlar yaşaman normal, o yüzden her gün gelip pansumanını yapacağım. Bir de ultrasonla bakmak istiyorum karnına müsaade edersen.”

“Tabi ki.” dedim üzerimdeki tişörtü iyice sıyırarak.

“Çıkmamı ister misin?” diye sordu Devrim tişörtümü sıyırdığımı görünce.

“Sorun değil,” dedim, “Zaten bakmıyorsun.”

O an üzerimdeki tişörtü ilk kez fark etmiştim, kahverengi, büyük beden bir tişört vardı üzerimde. Bana ait değildi ve bir kadın tişörtü gibi de görünmüyordu. Yoksa Devrim’in miydi?

“Peki bu senin mi?” diye mırıldandım, “Üzerimdeki.”

Soran bakışlarla Devrim’e döndüğümde o hala bana bakmıyordu. Bu sefer de bana bakmak yerine telefonuna bakıyordu. Doktor o sırada karnıma ultrason sıvısını dökmüş, ve ultrason başlığını karnıma yaslamış ekranına bakıyordu. Devrim soruma rağmen gözlerini telefonundan kaldırmadı. Sanki bana bakması beni rahatsız edecekmiş gibi davranıyordu.

“Benim,” dedi, “Beğenmediysen başka bir şey getirtebilirim.”

“Hayır ama sargı bezini açarken kan bulaştı üzerine, yazık olacak tişörtüne...”

“Merak etme,” dedi Devrim, “Bu sekiz gündür giydiğin ilk tişörtüm değil.”

Önce kaşlarım çatılı bir şaşkınlıkla ona baktım. Bana değil de telefonuna baktığını görünce gözlerimi doktora çevirdim. Sekiz gündür düzenli olarak her muayene sonrası bu adamın giysilerini mi giyiyordum?

Gözlerim ultrason ekranına kaydı ama ekrana bakarken anlayabileceğim çok da bir şey yoktu. Bu konuda bir uzmanlığım yoktu. Fakat doktorun yüz ifadesi nedenini anlayamadığım bir şekilde kararsız görünüyordu.

“Bundan sonra iyi beslenmen çok önemli Eliz,” dedi doktor, “Kan değerlerini zar zor toparladık. Birazdan sana bir tepsi yemek göndertelim, güzelce ye ve bol bol dinlen.”

Oysa hiç iştahım yoktu. Sevdiklerim benim kaybımla sınanırken ben nasıl yemek yer, nasıl dinlenirdim?

“Her gün üç litre de su içmen lazım, ara ara yine serum desteği veririz, ama çıkarken damar yolunu çıkarayım da biraz rahat et.”

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım.

“Ne demek canım, Devrim Bey’in misafiri bizim de misafirimiz sayılır...”

Doktor ultrasona bakmayı sürdürürken gözlerim ayak ucumdaki yorgandaydı, dalıp dalıp gidiyordum. Burada ve şu anda değildim adeta. Sekiz gün öncede ve o festival alanındaydı ruhum.

“Şimdi sana durumun hakkında açık ve net bilgiler vereyim Eliz.” dedi doktor Oya ekrana bakmaya devam ederken.

Sanki söylemek istediği bir şeyler vardı, ama söylemek ve söylememek arasında gidip geliyordu.

“Bir şey mi oldu?” diye sordum merakla, “Kötü bir şey mi var?”

Doktor karnımdaki sıvıyı kağıt havlu ile silerken Devrim’in telefonunu aceleyle kapattığını fark ettim.

“Ben bizim çocuklara misafirimiz için yemek hazırlatılmasını söyleyeyim,” dedi Devrim, “Siz devam edin Oya Abla, ben daha sonra uğrarım.”

Devrim odadan apar topar çıkarken ikisinin arasında garip bir paslaşma olduğunu fark ettim. Sanki Devrim Ali Yöner doktorun söyleyeceği şeyi dinlerken görmek istemiyordu beni.

Ben doktora soru işaretleriyle bakarken o makineden çıkan ultrason kağıtlarına ve yanında getirdiği bir takım eski ultrason kağıtlarına bakıyordu.

“Onlar da mı benim?” diye sordum, “İlk geldiğim zamanlardan mı?”

Başını salladı doktor.

“Bir şey söylemeyecek misiniz?” dedim ısrarla, “Zaten daha kötü ne olabilir ki? Kurşun içimde mi kalmış?”

“Eliz’ciğim şöyle,” dedi doktor, “Sen buraya ilk geldiğinde hayatını kurtarmak için bir ameliyat gerçekleştirdik, kurşunu çıkardık ve senin hayatını kurtardık.”

Konuşmanın nereye doğru gidiyor olduğuna dair hiçbir tahminim yoktu. Kurşun çıkarılmıştı, hayatım kurtarılmıştı, başıma daha ne gelebilirdi ki?

“Ama rahmin ve fallop tüplerin kurşundan dolayı büyük zarar gördü...”

İşte şimdi bir şeyleri anlamaya başlıyor gibiydim. Söyledikleri artık bir şey ifade ediyordu. Hiç istemediğim bir tahminim vardı artık.

“Ve...” diye fısıldadım hayal kırıklığı içinde.

“Ve,” dedi doktor, “Artık doğal yollarla çocuk sahibi olman imkansız Eliz. Belki ileride yeni geliştirilecek bir tedavi için uygun bulunabilirsin o yüzden kesin bir şey söylemek istemiyorum ama en azından şu an... çocuk sahibi olman imkansız...”

Konuşmaya devam ediyordu ama ben çoktan dinlemeyi bırakmıştım. Geldiğimde çektiği ultrasonun görüntülerini gösteriyordu, sonra yenilerini gösteriyor ve kendince karşılaştırmalar yapıp bir şeyler anlatıyordu, sanki duymak istiyormuşum gibi.

Oysa bizim bir hayalimiz daha vardı kızlarla.

Nasıl ki aynı kaderi paylaşmış ve annelerimizin cezalarını onlarla birlikte çekmiştik, nasıl ki aynı anda kurtulmuştuk parmaklıkların ardından, aynı anda yapmak istediğimiz bir şey daha vardı. Anne olmak.

Benim için artık bir ihtimal kalmamıştı.

Bir yaz gecesi darmadağın etmişti beni.

Bir yaz gecesi benim her şeyimi almıştı elimden.

Umutlarımı, geleceğimi, hayallerimi ve hatta korkularımı bile...

Ne bir çocuk olabilmiştim, ne de bir anne olabilecektim...

-

Instagram : misafirkitapresmi