4. Bölüm: Gümüş
“Pekala…” dedi Aziz Ata, “Sana bir haberim var.” Merakla ona döndüm.
“Neymiş o?”
“Laboratuvardan haber geldi.” Cümlesini duymam ve elimdeki kitabı düşürmem bir oldu.
“Baran’ın defteri hakkında mı?” diye sordum. Başını salladı.
“Evet,” dedi, “Yazı Baran’a ait. Net tarih veremiyorlar ama en az bir aylık, en fazla beş haftalık…”
“Yani kaybolmadan hemen önce ya da kaybolduktan hemen sonra.” dedim. Nutkum tutulmuştu.
“Aynen öyle,” dedi, “Kaybolmadan hemen önce ya da kaybolduktan hemen sonra.”
Elimi huzursuzca boğazıma götürdüm ve boynumu ovdum. Arkamdaki kolonlu kitaplığa yaslanıp çaresizce etrafıma bakındım.
“Bu işin içinden öyle bir şey çıkacak ki…” dedim kendi kendime, “Ama ne?”
Aziz Ata yüzüme baktı. Ben kitaplığa yaslanmış kafamdaki soru işaretleri ile boğuşurken o beni izliyor, bir şey söylemek ve söylememek arasında gidip geliyor gibiydi. Önce başını eğip burnundan kısa bir nefes verdi ve sonra durdu, başını kaldırıp bana baktı.
“Derin…” dedi.
“Efendim?”
Bana kafası karışık, kendinden emin olamayan bir ifadeyle baktı ve en sonunda söylemek ve söylememek konusunda git geller yaşadığı her halinden belli olan o cümleyi kurdu.
“Seni bir yere götürmek istiyorum.” dedi kararlı bir tonda.
“Nereye?”
“Bunu gidene kadar söyleyemem…”
–
Loş ve geniş bir salon. Bölmelere ayrılmış çalışma masaları, büyük ve uzun bir toplantı masası ve toplantı masasının karşısındaki duvara asılmış büyük akıllı tahta. Masalarda kendi hallerinde çalışan insanlara vuran loş ışık yansımaları… Mor ve mavi ışıklar.
“Beni bir kütüphaneden alıp bir başka kütüphaneye mi getirdin?” diye sordum merakla, “Gerçi burası oraya göre daha çok uzay üssüne benziyor ama…”
Büyük bir gökdelenin dokuzuncu katında yer alan bu çalışma alanına girmek için kapıdaki akıllı girişe birkaç şifre birden girmemiz gerekmişti zira. Aziz Ata güldü.
“Bekle.” dedi.
Sonra başını çevirip masalarda çalışan gençlerden birine doğru eğilmiş ona bir şeyler anlatan yaşlı bir adama takıldı gözleri, belli ki onu bekliyordu. Adam başını kaldırıp önce bana soran gözlerle, sonra Aziz Ata’ya tanıdık gözlerle baktı. Aziz Ata’yı gördüğü an yüzünde bir tebessüm belirdi.
“Aziz Ata!” dedi, “Hoş geldin, gelin, toplantı masasına geçelim.”
Kır saçlı ve olsa olsa ellilerinde olan bu olgun adamın peşinden ilerledik. Çalışma bölümünden uzaklaşıp büyük toplantı salonuna ulaştığımızda adam bana gülümseyerek elini uzattı.
“Musa ben,” dedi, “Musa Erman.”
Soran gözlerle baksam da elimi uzatıp adamın elini tuttum.
“Ben de Derin.” dedim.
“Demek bizim Aziz’in kız arkadaşı sensin…” Adam gülümseyince şaşkınlıkla Aziz’e baktım.
“Hocam ben size kız arkadaşımı getireceğim demedim, ‘bir kız arkadaşımı’ getireceğim dedim.” dedi Aziz Ata gözlerini devirerek.
Hocam mı? Bu adam Aziz Ata’nın hocası mıydı?
“Evet,” dedim kekeleyerek, “Yalnızca arkadaşız biz…”
Sanki basın mensuplarına açıklama yapıyordum…
Adam güldü ve başıyla masayı gösterdi.
“Siz gençlerle böyle konularda alay etmeyi seviyorum ben, hemen telaş yapıyorsunuz, eğleniyorum… Oturun bakalım. Kahve içer misiniz? Ya da çay.”
Toplantı masasının rastgele bir sandalyesine, ortaya denk gelen yerlerinden birine oturdum. Aziz Ata da yanıma oturunca Musa denen adam tam karşıma geçti.
“Ben… Kahve alırım.” dedim.
“Ben de kahve alayım hocam.”
“Filtre kahve?”
“Olur, filtre kahve…” diye mırıldandım.
Musa Bey dağınık birkaç kitaplık rafını düzelten gençlerden birinden sessizce kahve rica ederken çekingence etrafı inceliyordum. Aziz Ata nihayet bir şeyler açıklamaya niyetlenerek bana döndü.
“Musa Erman,” dedi adamı göstererek, adam gülerek elini kaldırdı, “Benim hocalarımdan biri. Kriminoloji profesörü…”
“Öyle mi?” diye sordum başımı kaldırarak, “Tekrar memnun oldum.”
Adam memnuniyetle gözlerini kıstı.
“Aziz siz gelmeden önce bana durumu anlatan bir mesaj yazmış.” dedi Musa, “Şimdi sen merak ediyorsun tabi, burası neresi, bu insanlar burada ne yapıyor ve bizim burada ne işimiz var? Ben öncelikle sana kendimi biraz daha tanıtayım.”
Musa Bey söze girecekken kahvelerimiz geldi. Kendime gelebilmek için kahvemden bir yudum aldım ve dinlemek için başımı kaldırdım.
“Ben Boğaziçi Üniversitesi’nde Hukuk ve Psikoloji’yi aynı anda okudum. Daha sonra mezun oldum ve Adli Psikoloji alanında yüksek lisans yaptım, ve yüksek lisansım bitince Londra’ya gidip Kriminoloji alanında doktora yaptım. Daha sonra da Türkiye’ye döndüm ve profesör olarak öğrenci yetiştirmeye başladım. Fakat bundan yıllar önce, bir gün yollarımız Aziz Ata’nın ağabeyi Deha Yener ile kesişti. Bilmiyorum tanıyor musun onu…”
Deha’nın ismini duyar duymaz duruşum bile değişti, dudaklarımı birbirlerine bastırmasam dökülecektim. Evet, diyecektim, evli karısını annem ile aldatan adam.
Ama sustum…
“Evet, tanıyorum…” dedim, “Elbette.”
“Deha Bey muhteşem bir adam, bahsettiğim dönem onun da İstanbul Emniyet Müdürü olduğu ilk yıllara denk geliyor. Çözemediği bir vaka varmış, internette bu vaka ile ilgili araştırmalar yaparken benim adli psikoloji ile ilgili bir araştırma yazıma denk gelmiş ve danışmak için bana geldi. İşin özeti, o günden beri birlikte çalışıyoruz. Ben onun çözemediği vakaları çözmesine yardımcı oluyorum.”
Başımı çevirip bir kez daha merakla arkama, arkamızda kalan büyük çalışma alanına baktım.
“Onlar da benim öğrencilerim.” dedi Musa Erman, “Aziz Ata da bu sene katıldı aramıza.”
“Öyle mi?” diye sordum merakla. Adam başını salladı ve konuşmaya devam etti.
“Dönem dönem bazı parlak öğrencilerime bu projeden bahsediyor, burada çözülemeyen vakaların çözülmesine yardım etmeye davet ediyorum. Araştırıyoruz, tartışıyoruz, bize verilen ipuçlarını birleştiriyoruz… Son beş yılda yirmiden fazla dosyanın çözülmesine büyük katkımız oldu.”
Yirmi beş sayısını duyduğum an başımı kaldırıp şaşkınlıkla baktım.
“Seni buraya bu sebeple getirdim,” diye söze girdi Aziz Ata, “Arkadaşının kaybının çözümü burası olabilir.”
“Kayıp vakası mı?” diye sordu Musa Erman, Aziz Ata başını salladı ve anlatmaya başladı.
“Hocam çocuğun ismi Baran Bağcı. Derin’in sınıf arkadaşı, çocukluklarından beri de arkadaşlar. Çok yakınlar.” dedi, “18 yaşında. 22 Şubat 2024 tarihinde ortadan kayboluyor. En son görüldüğü yer ise Derin’in yanı…”
Musa soru işaretleriyle bana dönünce başımı salladım ve sözü devraldım.
“En son görüldüğü yer benim yanım. Üstelik tartışıyorduk.” dedim, “Okuldaydık. Bu sebeple Baran’ın kaybından dolayı beni suçlayanlar oldu. Halbuki biz basit bir mesele yüzünden tartışıyorduk ama bunu kimseye açıklayamadım. Açıklamakla uğraşmak bile istemedim zaten…”
“Neydi tartışma sebebiniz?” diye sordu Musa.
“Dergi…” dedim ve açıklama ihtiyacı hissettim, “Biz yıllardır ismi MÜREKKEP olan bir okul dergisi çıkarıyoruz. Fakat kısa bir zaman sonra mezun olacağımız için dergiyi birilerine devretmemiz gerekiyor. Burada bir kararsızlık yaşadık, kime devredeceğimiz konusunda ortak bir karar veremedik. Mesele buydu aslında.”
Musa Erman başını salladı. Kaşlarını çatmış, dirseklerinden birini masaya koymuş çenesindeki sakalları ile oynuyordu.
“Peki bu derginin konusu neydi?” diye sordu merakla.
“Aslında…” dedim, “Yanımda var.”
“Ah, var mı?” dedi Musa heyecanla, “Harika.”
Yere bıraktığım sırt çantama doğru eğildim, çantamın fermuarını açtım ve hep çantamda taşıdığım son üç sayıyı çıkarıp masaya bıraktım.
“Son üç sayı…” dedim, “Aslında ben de açıp inceledim, yalnızca bunları değil, tüm sayıları. Ama Baran’ın kaybı ile bağdaştırabileceğimiz bir şey bulamadım.”
Dergilerden biri Aziz Ata’nın önünde, diğer ikisi ise profesörün önündeydi. Onlar sayfaları tek tek incelerken ben kahvemi yudumladım ve anlatmaya devam ettim.
“Her şeyden bahsediyorduk. Hocalardan, okulda yaşanan olaylardan, küçük bir okul magazini köşemiz bile vardı. Bazen dergiye koymak için şiir yarışmaları düzenliyorduk… Sonra bir anda öylece kayboluverdi. İçim öyle büyük bir huzursuzlukla dolu ki her güne Baran’dan hiçbir haber alamadan başlamak beni mahvediyor artık.”
“Bir de not var hocam.” dedi Aziz Ata bir yandan önündeki dergiyi incelerken, “Derin geçen gün defterinde bir not bulmuş. Yazının Baran’ın el yazısı olduğunu anlayınca da notu ağabeyime götürmüşler.”
“Ne notu?” diye sordu Musa Erman merakla, “Ne yazıyordu?”
“Bul beni.” diye mırıldandım.
“Sadece bu mu?”
“Sadece bu. Bul beni…”
“İncelendi mi not? Yazı ve tarih?” Aziz Ata başını salladı.
“Evet hocam, yazı Baran’a ait çıktı. Tarih için de bir aylık bir yazı olduğunu söylediler. Yani ya kaybolmadan hemen önce, ya da kaybolduktan hemen sonra.”
Kısa bir sessizlik oldu. İkisi de önlerindeki dergileri incelerken ben yalnızca olan biteni düşünüp kahvemi içmeye devam ediyordum. Aklımın bir yanı annemde, bir yanı Baran’daydı.
Ve artık kendime yer kalmamıştı kafamın içinde…
Kendimi düşünmek ne haddimeydi?
Şu an hayata dair en büyük isteğim Baran’ın ortaya çıkmasıydı, ona bir kez sarılsaydım neden ortadan kaybolduğuna dair hesap bile sormayacaktım, her şeyi unutacak ve devam edecektim hayatıma. Peki bu profesör, Musa Erman son beş yılda polisin çözemediği yirmi beş vakayı çözecek kadar iyiyse Baran için umutlanmaya başlayabilir miydim?
“Pekala…” dedi Musa Erman önündeki derginin kapağını kapatırken, “Derin sana aklıma takılan bir soruyu soracağım, cevap vermemekte özgürsün.”
Kaşlarımı çattım. Merakla ona baktım ve başımı salladım.
“Tabi,” dedim, “Sorun.”
“Baran ile yalnızca arkadaş mıydınız? Yoksa aranızda arkadaştan öte bir şeyler de var mıydı? Çünkü bunu bilmek araştırmamızı yönlendirebilmemiz için önemli…”
Soruyu duyduğum an derin bir nefes aldım, nefesimi aldığım yerde tuttum ve birkaç saniyeliğine gözlerimi kapattıktan sonra aldığım nefesi yavaşça geri verdim dünyaya… Acı içinde gülümsedim.
Ve belki de o an, bazı şeyleri kendime bile ilk kez itiraf ettim.
“Baran aşıktı bana.” dedim titreyen sesimle, “Ve bu tek taraflı bir aşktı…”
Aziz Ata’nın başını çevirip bana baktığını fark ettim, ama ben ikisine de bakamadım. Dolan gözlerim önümdeki masanın üzerinde duran ellerime odaklanmıştı. Evet, bu doğruydu. Baran bana bunu hiç itiraf etmese de aşıktı bana ve ben ona hiçbir zaman aşık olmamıştım…
“Platonik bir aşk yani,” dedi Musa Erman ve bir anda heyecanlanır gibi oldu, uzanıp masanın biraz ilerisinde duran A4 kağıtlarından birini aldı ve bir de kalem alıp hızlıca not almaya başladı.
“Evet,” dedim hüzünle, “Platonik bir aşktı…”
“Lise son sınıf, üniversite hazırlık,” diye söylenmeye başladı kendi kendine, bir yandan da not alıyordu, “Okul dergisi, en yakın arkadaş, platonik aşk, bırakılan not…”
“Peki ya ailesi?” diye sordu bir anda, “Ailesiyle ilgili garip bir şeyler var mı?”
“Garip bir şey yok,” dedim, “Dünyanın en normal ailesi…”
Ve başladım anlatmaya. Baran’ın hayatını, ailesini, çocukluğunu, derslerdeki tutumunu, hobilerini, uğraşlarını… Ona dair her şeyi anlattım onlara.
Orada neredeyse iki saat boyunca oturduk. Profesör söylediklerimi bir yandan ses kaydına alırken bir yandan da önemli gördüğü şeyleri not alıyor, sorular soruyordu.
İki saatin sonunda not sayfaları on beşe ulaştığında ise oradan ayrılma vaktimiz gelmişti artık. Artık polisle ortak çalışacak, Baran’ın kaybını günler ve geceler boyunca araştıracaklardı. Yarın bir kez daha bir araya gelme sözüyle oradan ayrıldıktan sonra otoparka indik ve Aziz Ata ile arabaya bindik.
“Seni eve bırakıyorum.” dedi Aziz Ata.
İstemeye istemeye başımı salladım.
“Maalesef,” dedim, “Maalesef evet.”
Dağılmıştım. Baran’ın hayatını bir kez daha gözlerimin önünden geçirmek, ona dair her şeyi bir bir anlatmak ve bana olan duygularını birilerine açıklamak beni dağıtmıştı.
“İyi misin?” diye sordu Aziz Ata, bir yandan da sağa sinyal vermiş, geçmeyi bekliyordu.
Başımı salladım.
“Biraz dağıldım.” diye mırıldandım, “Her şeyi her defasında en başından anlatmak zorluyor beni… En yakın arkadaşımdı o benim, çocukluk arkadaşım.”
“Ve daha fazlası…” diye ekledi Aziz Ata.
Göz ucuyla ona baktım. Ne demek istediğini anlayınca ise hüzünle başımı çevirdim.
“Sana aşık olduğunu hiç itiraf etmediğine emin misin?” diye sordu bir anda.
“Bana söylemedi,” dedim sessizce, “Diğer arkadaşlarımıza… Dünya ve Berfu’ya söylemiş…”
Aziz Ata derin bir nefes aldı, arabanın camlarını üstten biraz açtı ve dışarıdaki yağmur kokan hava içeri sızarken sordu.
“Peki Baran’ın aşkının karşılıklı olmadığına emin misin?”
Hüzünle gülümsedim.
“Sanırım bu Baran’ın kayıp vakasıyla hiçbir ilgisi olmayan bir soru…”
Aziz Ata cevap vermedi. Bir süre sessizce gittik.
Biz trafiğin içinde sıkışıklıklardan kaçmaya çalışarak yol alırken telefonumdaki cevapsız çağrı sayısı giderek artıyordu. Radyodaki enstrümantal müzik telefonumun bildirim sesiyle bütünleşince önce telefonumu sessize aldım, sonra ekranımı kendime çevirip baktığımda başımın ağrıdığını hissettim.
“Annen mi?” diye sordu Aziz Ata. Başımı salladım.
“Evet,” dedim, “Pes etmiyor. Ha bu arada, sen de gelsene bize. Belki ağabeyin de hala bizdedir, dün gece olduğu gibi.”
Evet, laf sokuyordum.
Aziz Ata gözlerini yoldan ayırmadı. Yüzünde ise bir tepki yoktu.
“Bana hala inanmıyorsun, değil mi?” diye sordum.
“Bunu sonra konuşalım, olur mu?” dedi, “Benim için de sindirmesi kolay bir konu değil.”
“Peki.” diyerek önüme döndüm, “Yarın nerede buluşalım? Yani… Profesörünün yanına gitmek için.”
“Ben seni alırım.” dedi Aziz Ata, “Okulda mı olacaksın?”
“Evet, saat üç gibi çıkmış olurum.”
“Tamam, gelince ararım seni. Bu arada şu Yiğit denen çocuk… Artık rahatsız etmiyor seni, değil mi?”
Aklım bir anda Yiğit’in gönderdiği çiçeklere gitti. Üzerine yazdığı özür notuna, ve notun çöpteki görüntüsüne…
“Hayır, merak etme. Bir süredir görmedim onu.” dedim.
“Bir şey olursa bana haber ver.” dedi, “Hallederiz.”
Alaycı bir gülümsemeyle konuştum.
“Ne yapacaksın Baran, dövecek misin çocuğu?”
Ve o an durdum. Dünya sessizleşir gibi oldu bir anlığına. Camdan sızan rüzgar tenimi okşamaya devam etti ama sesi sustu. Kokular durdu, anılar konuştu.
Ben az önce Aziz Ata’ya “Baran” diye mi hitap etmiştim? Ah, aptalım ben…
“Özür dilerim,” dedim titreyen sesimle, “Aptalım ben. Kafam karmakarışık oldu.”
Aziz Ata da bir süreliğine sustu, bir şey diyemedi, aptallığıma gülümseyemedi bile.
“Önemli değil,” dedi sonra, boğazını temizledi, “Sen yine de beni kimsenin yerine koyma da.”
Hüzünle nefes aldım, arabanın radyosunda çalan şarkının sözleri yüzüme çarpar gibi oldu.
“İstesen de sevemezsin,” diyordu şarkı,
“Sevdiğine iyi gelemezsin.”
Ve devam ediyordu.
“Aynada gördüğün benim,
benimle yüzleşemezsin.”
Yolun geri kalanını sessizlik içinde gittik. Öyle bir an olmuştu ki sanki Baran’ın yokluğunda Aziz Ata ile teselli bulmaya çalışıyormuşum gibi hissettirmiştim ona, üzerime dökülen hayali kaynar sular beni baştan aşağı yakarken ve yıkarken ne hissedeceğimi bilemiyordum. Sonunda evin önünde durduğumuzda toparlandım ama yüzüne bakmaya bile utanıyordum. Acaba onunla birkaç gündür süren bu arkadaşlığımı onu Baran olarak hayal ederek sürdürdüğümü filan mı hissettirmiştim ona?
Ah, aptal ben, aptal.
“Her şey için teşekkür ederim Aziz Ata,” diye mırıldandım, “Yarın görüşürüz.”
“Görüşürüz Derin.” dedi, “Bir şey olursa yaz…”
Ve dün gece evin kapısından çıkıp tam bu noktada histerik bir duygu durumuyla nereye gideceğimin bilinçsizliği ile ilerlemeye başladığım kaotik serüven burada son buldu. Anahtarımı çevirip evin kapısını açtım. Sırt çantamı yere bırakıp montumu astım ve salona doğru ilerledim. İçeriden gelen televizyon sesi evin içinde yankılanıyordu. Salonun büyük kapısının yanında durduğumda onu gördüm, annemi.
Mor saten sabahlığının içinde, darmadağınık saçları ve akmış makyajı ile bana bakıyordu. Ağlamıştı, hem de çok ağlamıştı.
“Hoş geldin.” dedi şişmiş gözleriyle gözlerime bakarken.
“Odamda olacağım.” diye mırıldandım, “Artık aramazsan sevinirim.”
“Derin!” diye bağırdı annem, “Bir durup dinlemeyecek misin?”
“Neyi dinleyeceğim anne? Sebeplerini mi? Hangi sebep ikna edebilir ki beni? Hangi neden temizleyebilir üzerindeki kiri?”
“Yahu Derin neden böyle yapıyorsun?” dedi annem gözyaşları içinde, ayağa kalktı, önüme gelip ellerimi tuttu, “Benim sevmeye hakkım yok mu? Babanın bana yaşattıklarından sonra benim mutlu olmaya hakkım yok mu?”
Öfkeyle gülümsedim.
“Bu mu senin mutlu olma biçimin?” diye sordum.
“E-evet… Ne var bunda güzel kızım? Tüm ömrümü sana adadım ben, senin geleceğin için bir kariyer inşa ettim kendime ve artık aşkı da tatmak istedim… Mutlu olmak istedim.”
“Pekala,” dedim öfkeyle ellerimi çekerek, “Ne halin varsa gör anne. Mutluluğunuzda boğulursunuz umarım.”
Arkamdaki aralık kapıyı sertçe çektim. Öfkeyle merdivenlere yöneldim. Ben basamakları burnumdan soluyarak bir bir çıkarken annem ardımda ağlıyordu, birkaç basamağı hızlı hızlı çıkmıştım ki bir anda yaşadığım farkındalıkla duruverdim. Olduğum yerde öylece kaldım ve annemin halini düşündüm.
Öfkemi anlayamamasını, bu denli dağılmasını, mutluluğu ona çok gördüğümü düşünmesini… Ufak bir küfür çıkıverdi ağzımdan.
“Olabilir mi?” dedim kendi kendime, olabilir miydi?
Annem Deha Yener’in evli olduğunu bilmiyor olabilir miydi?
Merdivenleri öfkeli ve hızlı adımlarla geri indim. Az önce çarpıp çıktığım kapıyı tekrar açtım ve içeri girdim. Annem halının üzerinde, orta sehpanın hemen yanında yerde diz çökmüş ağlıyordu. Geri döndüğümü görünce başını kaldırdı ve bana yalvarır gibi baktı.
“Anne?” dedim soran gözlerle.
“Derin?”
“Sen…” Nasıl söyleyeceğimi bilemedim, eğer annem benim kolayca öğrendiğim bu gerçeği bilmiyorsa ona bu haberi veren kişi ben mi olacaktım?
“Ben ne Derin?”
“Sen bilmiyorsun… değil mi?”
“Neyi kızım?”
Yutkundum, o an o soruyu sormasam bile annemin masum gözlerine bakarken şüphelerimden emin oldum. Annem içinde bulunduğu durumun farkında bile değildi. Artık adamın evli olduğunu bilmediğine emindim. Hüzünle yanına yaklaştım. Yere eğildim ve ona sıkıca sarıldım.
“Ne oluyor Derin? Hiçbir şey anlamıyorum!” dedi gözyaşları içinde, kafası karmakarışık olmuştu.
“Anne,” diye mırıldandım ve derin bir nefes aldım, “O evli anne… İki de çocuğu var.”
İkimiz de yerdeydik, orta sehpanın hemen yanında… Annem benim kollarımın arasındaydı, bunca yıl boyunca bana bakan, büyüten annem şimdi benim tesellime muhtaçtı.
“K-kim?” dedi dehşet içinde, “Kim?”
Bir nefes daha aldım. O an kendimi de suçladım, annemin böyle bir şeyi bilerek yapacağına nasıl inanmıştım? Kızı için kocasının kafasını pilav tabağına geçirip evini terk eden o kadının bunu yapacağına nasıl inanmıştım?
“Deha Yener.” dedim tek nefeste, “Evli ve iki de çocuğu var…”
Annem şoktaydı. Nutku tutulmuş ve nefesi kesilmiş bir halde yüzüme bakıyordu. Ne duyduklarına inanabiliyordu ne de yaşadıklarına. Hayat ne garipti, şimdi adeta o çocuktu ben de anne.
“Nasıl?” dedi titreyen sesi ile, “Nasıl?”
Başka hiçbir şey söyleyemedi. Öylece donakaldı ve bembeyaz olmuş yüzüyle baktı yüzüme. Başımı salladım.
“Kardeşinin, Aziz Ata’nın profilinde gördüm fotoğraflarını… Henüz çok yeni paylaşılmış fotoğraflar. Üstelik Aziz Ata’ya da sordum, hala evlilermiş ve söylediğine göre gayet de iyi bir evlilikleri varmış.”
Annem ne yapacağını, nereye tutunacağını bilemez bir haldeydi. Eli karnına gitti. Gözleri kararır gibi olunca içeriye seslendim.
“Mahperi abla! Kolonya getirir misin!”
“Ben…” dedi annem zar zor nefes alır gibi, “Bilmiyordum…” dedi, “Yemin ederim… Dün gece partide yıllar sonra bir araya gelince…” Hıçkırarak devam etti,
“Bana çok yakın davranınca… Aklımın ucundan geçmezdi…”
“Tamam anne,” dedim, “Yorma kendini. Sen bilmiyordun ama o biliyordu. Senin bir suçun yok. Geçti… Sakinleş.”
İşte böyle, anne ve babalarımız tarafından büyütülür ve yeri gelince eşit oluruz onlara. Yeri gelir sarıp sarmalanırız, yeri gelir biz sarıp sarmalarız onları. Hata yaparız, yanılırız… İnsanız sonuçta.
(Ertesi Gün)
(Okul)
Zor bir günün ardından okula gelmek her zamankinden daha yorucuydu ama aynı zamanda da bir kaçıştı benim için. Sınıfın cam kenarında, orta sıraların birinde oturmuş ve bir yandan ders dinleyip bir yandan da test çözüp durmuştum çıkışa kadar.
Yiğit’in yokluğu sınıfı sessizleştirmişti ama Yiğit’in arkadaşlarının yargılayan bakışlarını üzerimde hissetmek de en az onun varlığı kadar yorucuydu.
Aklım hep Baran’daydı. Burada olsa şunu yapardı, şundan yerdi, bundan içerdi, şöyle derdi… Bunu duysa böyle hissederdi, şöyle tepki verirdi, öyle derdi…
Tüm zamanım onu anmakla geçiyordu ve onu anlamaya çalışmakla.
“BUL BENİ.” Bu iki kelimeye gidip duruyordu aklım. Ne demek istemişti?
Neden beni seçmişti ve neden gelip konuşmak yerine bana iki kelimelik bir not bırakmayı tercih etmişti? Tüm bunları her düşündüğümde ruhum ürperiyordu.
Teneffüsler zordu. Kulaklıklarımı takıp herkesten ve her şeyden uzaklaşmaya çalışmak, bunu soran ve yargılayan bakışların altında yapmak çok zordu. Dün radyoda denk geldiğim o şarkı şimdi kulaklıklarımdaydı.
“İstesen de sevemezsin,”
“Sevdiğine iyi gelemezsin.”
“Aynada gördüğün benim,
benimle yüzleşemezsin.”
Üstelik aklım yalnızca Baran’da değil, bir yandan da annemdeydi. Bütün gece onu düşünerek uyanmış, onu yatağında defalarca kez kontrol etmiştim. Yaşadığı şok ile sabaha kadar kabuslar görüp durmuştu. Bunu bilmeden ve istemeden yapmış olsa bile evli bir adamla flört etmiş, ve bunu kızının gözlerinin önünde yaşamıştı. En büyük korkum gidip de Deha Yener’e hesap sormasıydı. Bu yüzden bugün mesajlar atıp aramalar yapma sırası bendeydi.
“Anne,” yazdım ona, “Uyandın mı? Kahvaltını yapmayı unutma. Yanlış bir şey de yapma sakın bak. Atölyeye git, hırsını model çizimlerine aktar…”
Bu ona bu sabah yazdığım onuncu mesaj olmalıydı.
“Uyandım Derin. Beni merak etme anneciğim. İyiyim. Atölyeye geçiyorum. Okuldasın, değil mi?”
“Okuldayım, çıkışta kütüphaneye geçeceğim, akşama kadar ders çalışır öyle gelirim.”
Annemle olan mesajlaşma sayfamdan çıktıktan sonra saate baktım. Okuldan çıkmama yalnızca bir ders kalmıştı. Yeni bir mesaj sayfası açtım ve Aziz Ata’ya mesaj yazmaya başladım.
“Selam,” yazdım ve kendi kendime söylendim,
“Çocuğa Baran yaz da tam olsun.” Öfke ile gözlerimi devirdim ve mesaj yazmaya devam ettim.
“Son dersime giriyorum. Kırk dakika kadar sonra çıkmış olurum. Ne zaman gelirsin?”
Çevrimiçi… Yazıyor…
“Yarım saate orada olurum. Bahçede beklerim seni.”
“Tamam, görüşürüz!”
“Görüşürüz Derin.”
Telefonumun ekranını kapatıp kulaklıklarımı da çıkardım ve bugünün son dersi olan Felsefe’ye odaklanmaya çalıştım. Felsefe hocamız Derya Hoca boşluk hissinden bahsederken gözlerim boşluğa dalıp gitti.
“Olmayan bir şeyin acısını çeker kimileri,” diye söze girdi Derya Hoca, “Var olandan daha çok üzebilir bazen hiç var olmayan bir şey… Boşluk da acı verir bazen.”
Derin bir nefes aldım. Baran’ın yokluğuna gitti aklım. Onun bana o son gün “Mavi.” deyişini duydum zihnimde ve koca bir boya kutusu hayal ettim kafamın içinde.
Mavi rengi o boya kutusunun içinde gördüm bir kez daha, sonra bir tekme savurdum boya kutusuna, döktüm maviyi her yere.
Zemin mavi oldu önce, ayaklarıma bulaştı mavi.
Sonra babamın yokluğunu düşündüm bir anlığına, “Mavi.” derkenki sesi canlandı kafamda. Sonra tüm maviler silindi zihnimden, gri aldı mavilerin yerini.
Artık zemin de griydi, ayaklarım da. Her yanım gümüş grisi oldu mavi gidince.
Geriye yalnızca Derin kaldı. Yalnızca ben.
“Haftaya görüşürüz çocuklar. Dediğim kuramlar üzerinde çalışmayı unutmayın. Bir ufak sözlü yaparız belki!”
Sırt çantalarının fermuarları kulaklarımı bulduğunda kalabalığın ayaklanma sesi eve gidişi anlatıyordu bana. Kitaplarımı ve defterlerimi çantama yerleştirirken aklım bahçedeydi. Aziz Ata gelmiş miydi acaba? Geç kalmadıysa çoktan gelmiş olmalıydı.
Büyük kulaklıklarımı boynuma takıp çantamı da tem omzuma astım ve telefonumu elime alıp ayaklandım. Kapıya doğru ilerlerken kaküllerimi düzeltiyordum ve koridorda vardığımda birinin ağzından ismimi duyar gibi oldum.
“Oğlum saçmalama,” dedi bir ses, “Derin şikayetçi olmadı mı senden? Uzak dur şu kızdan, başını belaya sokacaksın iyice.”
İsmimi duyduğum an sesin geldiği yöne yöneldi bakışlarım. Yiğit’i yakın arkadaşlarının karşısında gördüğüm an içimde hissettiğim öfke ile başıma giren sancı birleşiverdi.
Yiğit onu gitmesi için ikna etmeye çalışan arkadaşlarının karşısında durmuş onları dinlerken gözleri bir anda bana kaydı.
“Derin!” diye seslendi, arkadaşlarının arasından sıyrıldı ve hızlı adımlarla bana yaklaştı.
“Konuşacak bir şeyimiz yok Yiğit.” dedim öfkeyle, “Yanıma yaklaşayım deme bak kötü olur!”
Telefonumu sıkıca tuttum ve koridorda ters yöne, otoparkın olduğu arka bahçeye doğru yürümeye başladım.
“Ya iki dakika konuşalım sadece, bak aptallık ettim, pişman da oldum zaten.”
Elini uzatıp kolumu tuttu. Beni kendine çevirince kolumu sertçe çektim.
“Dokunma bana!” dedim öfkeyle. O sırada telefonumun çaldığını fark ettim. Hızlıca ekrana baktığımda arayanın Aziz Ata olduğunu gördüm.
“Sakin ol ya, sakin ol bir dakika! Bir şey yapacak halim yok sana. Ne yapacağım kızım ben sana sanki?”
“Öyle mi? O yüzden mi beni tehdit ettiğin için okuldan uzaklaştırıldın? Bak son kez uyarıyorum seni, bir daha yaklaşma bana Yiğit. Bir daha evime de bir şey gönderme, bana da yaklaşma. Anladın mı?”
Döndüm, arka bahçeye doğru ilerliyordum ki Yiğit beni bir kez daha kolumdan tuttu. Sinirlerimi öyle çok zorluyordu ki kendimi çok zor tutuyordum.
“Bırak beni!” diye bağırdım öfke ile.
Ve tam o an, tarih tekerrür etti…
“Bırak ulan kızı!”
Aziz Ata’nın koridorda yankılanan öfkeli sesi kulaklarımı bulduğunda Yiğit öfkeden dişlerini sıktı. Kolumu tutan eli istemsizce çözüldü. Fakat ben Aziz Ata’ya döndüğümde Yiğit gözlerini benden ayırmadı.
“Hala akıllanmadın mı ulan sen?” Aziz Ata öfkeyle Yiğit’i tutup kenara çekti.
Sonra beni nazikçe kolumdan tutup arkasına doğru çekti.
“Hayırdır, bakıcısı mısın da her yerden çıkıyorsun!” dedi Yiğit öfkeyle.
“Bak çocuk,” dedi Aziz Ata küfredercesine, “Sen her şeyi zor kullanarak çözebileceğini mi sanıyorsun?”
“Evet, istediğime istediğim gibi zor kullanırım Aziz Bey! Ne oldu yine mi polisi arayacaksın?” dedi Yiğit alaycı bir öfkeyle gülerek, “Ne yapacaksın?”
“Aynen öyle. Polisi arayacağım.” dedi Aziz Ata ve öfkeden kasılan çenesi ile konuşmaya devam etti, “Ama önce… Sen şöyle yerde biraz uzan bakalım.”
Bir Rönesans dönemi tablosu gibiydi yaşananlar. Aziz Ata’nın Yiğit’e kafa atışı ve Yiğit’in kendini yerde buluşu.
Arkadaşları Yiğit’in başına toplanırken Aziz Ata’nın beni nazikçe kolumdan tutup arka bahçenin kapısına doğru yönlendirmesi, benim için arabanın kapısını açması ve beni yan koltuğa oturtması.
“Birazdan geliyorum.” dedi,
“Nereye!”
“Onun işi daha bitmedi.”
“Aziz gitme bir yere, saçmalama!”
“Geliyorum iki dakikaya. Bekle beni.”
Korkuyla cama vurdum. Yiğit dünyadaki en kibar, en korumacı ve en kuralcı adama bile öfke krizi geçirtip kendisine kafa attırmıştı. Şimdi tek korkum Aziz Ata’nın kendini kaybedip Yiğit’e zarar vermesi ve kendi kariyerine de bu sebeple zarar vermesiydi.
“Allah kahretsin…” diye söylendim kendi kendime, arabanın kapısı kilitliydi, zorlasam da bir manası yoktu.
Yine de kapıyı bir şekilde açabilmek için arabanın her yerine bastım diyebilirim! Torpidoyu, makyaj aynasının bölmesini, radyoyu bile açtım.
Cebimden telefonumu çıkardım. Çaresizce ne yapabileceğimi düşündüm. Tek umudum Aziz Ata’nın yanlış bir şey yapmayacak kadar olgun olduğunu biliyor olmamdı. Üstelik içerisi kalabalıktı, onları sakinleştirecek insanlar vardı.
Ben çaresizce etrafıma bakınıp dururken dışarıdan gelen polis sirenlerinin sesi kulaklarımı doldurduğunda ne hissedeceğimi bilemedim. Sanırım rahatlamıştım. Polis arabası Aziz’in arabasının hemen yanında durdu.
Arabanın ön camından okulun koridorunda olup bitenleri görmeye çalışsam da başaramadım. Yine de birkaç polisin içeri girmiş olması rahatlamam için yeterli bir sebepti. Az önce açtığım her şeyi tek tek kapatmaya niyetlendim. Makyaj aynasını kapattım, radyonun sesini kıstım ve en sonunda torpidoyu da kapatmak için eğildiğimde gözüme çarpan bir fotoğrafla kaşlarımı çattım.
Uzanıp torpidodaki dosyaların en üstünde duran fotoğrafı elime aldım. Aziz Ata’ya ve yanında duran güzel kıza baktım. Kızın sarı saçları ve rüzgardan uçuşup Aziz Ata’nın mavi gömleğine kadar gelmişti, yeşil gözleri gülmekten kısılmıştı, Aziz ise gülerek kıza bakıyordu. Fotoğrafın arkasını çevirdiğimde orada bir tarih yazdığını gördüm.
“17 Mayıs, 2023.”
Fotoğraf çekileli neredeyse bir yıl olmuştu. Peki kimdi bu kız? Sevgilisi mi?
Ben ellerimin arasındaki fotoğrafa bakarken arabanın kilidi açıldı. Aziz Ata’nın arabaya yaklaştığını gördüm ama istifimi bozmadım, ne elimdeki fotoğrafı bıraktım ne de torpidoyu kapattım. Aziz arabanın sürücü kapısını açıp koltuğa geçer geçmez gözleri elimdeki fotoğrafa takıldı.
“Onu nereden buldun?” diye sordu.
“Buradan,” dedim gözlerimle torpidoyu göstererek, “Beni arabaya kilitlediğin için bir çıkış yolu arıyordum. Yedek anahtar filan…”
“Kusura bakma,” dedi, “Seni güvende tutmak istedim.”
“Ve Yiğit’i dövmeye gittin.” diye ekledim.
Arabayı çalıştırırken bir yandan da benimle konuşuyordu.
“Saçmalama,” dedi, “Tabi ki onu dövmeye gitmedim. Polisi çağıran bendim, yine ağabeyimi aradım yani. Bir yere gitmesin diye başında beklemeye gittim.”
“Saçmalama derken…” dedim soran gözlerle, “Ona ‘Sen her şeyi zor kullanarak çözebileceğini mi sanıyorsun?’ dedikten iki saniye sonra kafa attın.”
Aziz Ata gayet ciddiydi.
“Etkisiz hale getirmek için,” dedi, “Polise teslim edebilmek için.”
“Ha,” dedim başımı sallayarak, “Bu şekilde zor kullanmış olmuyorsun yani.”
“Çok kibar bir davranış olduğunu da söyleyemem.” dedi Aziz Ata, ve devam etti, “Ama hem seni arabaya götürüp güvende tutmam, hem de onu polisler gelene kadar orada tutmam gerekiyordu.”
“Sen de kafa atayım dedin…” diye mırıldandım.
“Hak etti.”
Güldü ve otoparktan çıkışına yöneldi.
“Bu arada güzel kızmış,” diye mırıldandım, “Sevgilin…”
“Pınar,” dedi ve ekledi, “Eski sevgilim.”
“Öyle mi?”
“İki ay oldu ayrılalı. Hala her yerden bir şeyleri çıkıyor ama… İki ay kısa bir süre.”
Başımı salladım. Fotoğrafı torpidoya geri koydum ve kapağını kapattım.
“Üzüldüm.” diye mırıldandım, “Ne kadar sürdü ki ilişkiniz?”
“Bir yıl kadar. Sonra da beni aldattı.”
“Ah,” dedim üzülerek, “Şimdi gerçekten üzüldüm işte. Yırtıp atayım mı fotoğrafını? İster misin?”
Moral vermek için gülümsedim ve devam ettim konuşmaya, “Şaka yapıyorum bu arada. Böyle bir şey senden başka kimseye düşmez.”
“Aynen öyle,” dedi, “Benden başka kimseye düşmez.”
Önce bunu bana kızarak söylediğini düşündüm, sonra bir anda eğildi ve önümdeki torpidoyu açtı.
Elini uzatıp fotoğrafı çekip aldı. Tam da kırmızı ışığa denk gelmiştik, arabayı ışıkta bekleyen diğer arabaların en arkasında durdurdu ve birkaç saniyeliğine fotoğrafa baktı.
“Bana düşer.” diye ekledi ve fotoğrafı tam ortasından, bir yanda kızın bir yanda kendisinin kalacağı şekilde bir çırpıda yırttı.
Sonra camları açtı. Kırmızı ışık yeşile döndüğü an fotoğrafın kızın olduğu parçasını rüzgara doğru bıraktı ve kendisinin olduğu parçayı da bana uzattı.
“Hadi al,” dedi gülümseyerek, “Beni de sen at.”
“Saçmalama Aziz,” dedim gülerek, “Seni yola atmayacağım.”
Fotoğrafın bana uzatılan yarım parçasını aldım ve torpidodaki yerine koydum. Torpidonun kapağını bir kez daha kapattım ve radyonun sesini arttırdım. Önümüze denk gelen polis arabasına takıldı gözlerim.
“Biz de mi karakola gidiyoruz?” diye sordum merakla.
“Az önce koridorda çocuğa kafa attım.” dedi Aziz Ata, “Tabi ki biz de karakola gidiyoruz.”
“Harika,” diye mırıldandım, “Annem düşüp bayılacak bugün.”
Radyonun açık kanalında “Güneş Kapanı” diye bir şiir okuyordu bir kadın. Bir ilkokul öğrencisi şiiri dinleyerek karakola doğru yol alıyorduk.
Üstelik bu, bu hafta karakolda geçirdiğim üçüncü ya da dördüncü günüm olacaktı. Hayat beni sınıyor muydu bilmiyordum ama tüm bunları yaşarken Derin’den çok Mavi’ydim sanki.
Hem de koyu bir mavi… Ya da griye kaçan bir mavi, çelik mavisi, gümüş mavisi…
Gök mavisi belki de, toz mavisi…
Baran’ın kaybolduğu, adeta bir toza döndüğü o günden bugüne uzanan yolculuğum Derin’den Mavi’ye uzanan bir yolculuk gibiydi sanki.
Başkalaşıyordum, değişiyordum, dönüşüyordum belki de. Bu serüven beni eninde sonunda nereye götürecekti bilmiyordum ama tüm bunların arasında bir şeyden emindim…
Ben artık maviye bulanmak istemiyordum.