4.Bölüm : 3652 Günbatımı

Beyza Alkoç

*Bu zamana kadar tam 3652 gün batımı kaçırmışsın Mine, telafi etmeye ne dersin?*

Bugün bu evde üçüncü günüm. Biraz bunalımdayım, hatta tükenmişlik sendromunun kapısındayım. Kapıyı aralamış bekliyorum. İçeri giremeyecek kadar tükenmiş hissediyorum. Niye böyleyim bilmiyorum, yıllardır her şeyi gayet iyi idare ederken şimdi ne oldu da bir anda yorgun düştüm ve ne oldu da bir anda gardımı bıraktım asla anlayamıyorum. Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Aylar süren bir savaşın askeriyim, en ön cephede aylarca savaşmışım ve savaşı kazanmak üzereyiz. O kadar iyi bir askerim ki düşman saflarının korkulu rüyasıyım, bir gün savaşın ortasında yorgun hissediyorum. Yere yatıyor ve öylece duruyorum. Sonra gelip beni vuruyorlar. Aylarca savaşıyor ve kazanmak üzereyken kaybediyorum.

Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Kaybetmiş hissediyorum. Ellerimi uzattığım kupa tam o an elimden alınıp başkasına verilmiş gibi hissediyorum. Çünkü ben kupaya doğru ellerimi uzatırken bir anda yorgun düşmüş ve yere uzanmışım gibi... Gözlerimi gökyüzüne çevirmiş ve kaybettiğim her şeyi o an fark etmiş gibi hissediyorum. Upuzun bir hayat kaybetmiş gibi hissediyorum. Ölmüş ve yaşamaya devam ediyor gibi hissediyorum.

Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Kaybolmuş hissediyorum. Avucumun içi gibi bildiğim bir yerde yürürken bir anda tüm sokaklar ve binalar değişmiş gibi, içinde yaşadığım sokak yok olmuş gibi hissediyorum. Sadece evsiz değil, sokaksız kalmış gibi hissediyorum. Yersiz, yurtsuz, haritasız kalmış gibi hissediyorum. Yönsüz kalmış gibi hissediyorum. Bir düşünsenize, sadece hayal edin. Bir gün evinizden çıkıyorsunuz ve bir yere gidiyorsunuz. Okula, hastaneye, alışveriş merkezine, parka, sahile, markete, herhangi bir yere. Sonra ezbere bildiğiniz yollardan eve dönüyorsunuz. Kendi sokağınıza giriyorsunuz ve bir bakıyorsunuz o sokak artık orada yok. Ne yaparsınız? Bildiğiniz tek şey evinize dönmek ama sokağınız yok olmuş. Ne hissedersiniz? Şimdi nereye gideceksiniz, şimdi ne yapacaksınız? Eviniz, sokağınız, aileniz, bakkalınız, fırınınız, her şeyiniz bir anda yok oluyor. Hayatınız, alışkanlıklarınız, ezbere bildiğiniz yollarınız, hepsi bir anda yok oluyor. Ne hissedersiniz?

Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Kıyamet kopmuş, herkes ölmüş ama ben ölmemişim gibi hissediyorum. Hayatta kalmışım ama bunun hiçbir anlamı yokmuş gibi hissediyorum. Savaş bitmiş, kazanmışım ama sadece ben sağ kalmışım gibi hissediyorum. Düşmanlarım ölmüş, kendi askerlerim de ölmüş ve o savaşı tek sağ kalan olarak ben kazanmışım. Savaşı kazanmışım ama tek başımayım ve bu mutluluğu paylaşabileceğim tek bir insan yok hayatımda. Beni anlıyor musunuz?

Küçük bir çocuktum. Bana ne yapıldığını bile anlamıyordum. Bir insanın bir insana vurmasının, bağırmasının, yerden yere atmasının sebebini anlamıyordum. Babam bana bunları neden yapıyordu? Vücudumda oluşan morlukları seviyordum, “Rengarenk oldum!” diye kutlamalar yapıyordum. Hiçbir zaman bir resim defterim olmamıştı, hiçbir zaman boya kalemlerim olmamıştı. Mor rengi ilk defa sol kolumda görmüştüm ve çok sevinmiştim. Geçmişe dair hatırladığım tek güzel anı bu. Renklerle tanışmam...

Sonra bir gün annemden ayrıldım, çocuk esirgeme kurumunda büyütüldüm ve bambaşka bir Mine oldum. Geçmişi bir demans hastası gibi unuttum, tamamen sildim, tamamen kapattım. Olanlar olmuştu ve yapmam gereken tek şey onlar hiç yaşanmamış gibi hayatıma bakmaktı. Öyle de yaptım. Bir duvara dönüştüm, ruhsuz ve duygusuzca yaşadım yıllar boyunca. Hiçbir zaman günbatımlarını sevmedim, hiçbir zaman güneşin doğuşunu izlemek istemedim. Hiçbir zaman yağmurda ıslanmaktan mutlu olmadım ve hiçbir zaman dünyaya ilgi duymadım. Ben dünyayı sevmedim. Dünya da beni sevmedi zaten... Bir odaya kilitlenmiş de zorla tutuluyormuşum gibi hissettirdi bana yaşamak. O odadan çıkamadım, çok da umursamadım. Ben buyum işte, ben Mine. Vücudundaki morluklara bakıp mor renkle tanışan o çocuk benim. Kızaran parmaklarına bakıp kendini gökkuşağına benzeten o çocuk da benim. Bunlar benim rengarenk acılarım ve bunlardan utanmıyorum. Zira utanması gereken insan başka yerde ve inanın bana, ben artık bunu da umursamıyorum. Efe ile tanışana kadar duygularımdan bihaberdim. Çünkü ne bir arkadaşım oldu ne de kendimden bahsedebileceğim başka bir insan girdi hayatıma. Şimdi bir insan ilk defa duygularımı sorgulayınca duygularımla yüzleştim. Acımın farkına vardım, renklerimi hatırladım ve onları kabullendim. Biliyorum ki beni zor zamanlar bekliyor. Bu bunalımı tam olarak nasıl ve ne zaman atlatırım bilmiyorum. Efe Duran’ı keşfe geldiğim 26 numaralı bu bina, beni kendimle tanıştırdı. Öyleyse tek yapmam gereken bir an önce yapmak istediğim işi bitirip buradan ayrılmak, öyle değil mi?

“Günaydın Türkiye! Hangi ünlü oyuncu hangi ünlü şarkıcıyla yemek yedi? Öğrenmeye hazır mısınız?”

Bugün 2 Eylül Çarşamba. Güne her zamanki gibi başladım. Kahvaltımı yaptım, internete bomba gibi birkaç magazin haberi girdim, duş aldım, balkona çıktım ve dışarıda yağan yağmuru izledim. Buraya taşındığımdan beri değişen alışkanlıklarımdan biri de buydu işte. Nedense iki gündür yağmura ve günbatımlarına ilgi duyuyordum. Garip bir şekilde iyi hissettiriyordu. Balkonda biraz kestirdikten sonra içeri geçip birkaç magazin haberi daha yazdım. Sonra kendimi biraz halsiz hissettiğim için kendime ballı ıhlamur hazırladım ve amaçsızca duvarları izleyerek ıhlamurumu içtim. Tam günbatımı zamanı telefonum titredi. Gelen mesaj Efe’dendi. Bu akşam onun evine davetliydim, birlikte yemek yiyecektim. Bunu yapmaya bile enerjim yoktu, hevesim yoktu. Yine de mesaj sayfasına girdim, işim için bile olsa bunu yapmalıydım. Yapmak zorundaydım.

“Efe Duran : Yemekler hazır. Seni bekliyorum. Gün batmak üzere... Yetişmek istersin diye düşündüm.”

“Tabi, geliyorum.”

Üzerime uzun bir elbise ve uzun kollu delikli mor hırkamı geçirdim. Aynaya baktım. Gözlerimdeki yorgunluğu gördüm ve kendime garip bir acıma hissettim. Bugün İç Sesimle bile konuşmamıştım.

Hey, İç Ses. Orada mısın?

Buradayım, biraz yorgunum. Her şey düzelecek mi Mine? Bu üzgün hisler de ne böyle?

Her şey düzelecek İç Ses. Söz veriyorum...

Saçlarımı tepeden topladım ve evden çıktım. Üst kata ağır ağır çıktım. Keyifsizce kapıyı çaldım. Efe kapıyı açar açmaz biraz afalladım. Üzerinde çok şık siyah bir gömlek vardı, çok hoş görünüyordu. O kadar özenli hazırlanmıştı ki içimde ufak bir heyecan hissettim.

“Hoş geldin.” dedi gülümseyerek.

“Hoş buldum.” diye mırıldandım ve içeri girdim. Oturma odasına girdiğimde tam balkonun önüne bir masa kurduğunu gördüm. Mumlarla dolu çok hoş bir masa hazırlamıştı. Kaşlarımı çatarak ona döndüm.

“Basit bir yemek yiyeceğiz sanıyordum.”

“Mumları diyorsan, mumlar bana ilham veriyor. Sana da iyi hissettirirler diye düşündüm.” Başımı salladım.

“Teşekkür ederim.”

“O zaman başlayalım. Bu akşamki yemeğimiz lazanya.”

“Lazanya mı?”

“Evet, neden şaşırdın?” diye sordu Efe tabağıma lazanya koyarken. O sırada ben de benim için ayırdığı sandalyeye oturuyordum.

“Mutfak bilgim salata ve makarnayla sınırlı. Bir insanın aşçı olmadığı sürece lazanya filan yapabiliyor olması beni şaşırttı.” Efe yüzüme çarpık bir gülümsemeyle baktı. Dudağının sadece tek kenarı yukarı doğru kıvrılırken bu şekilde ne kadar etkileyici göründüğünün farkında mıydı acaba?

“Ben yemek yapmayı severim... Annem aşçıdır bu arada. Çoğu bilgim ondan geliyor.”

“Ah, öyle mi? Ne güzel...” Efe kendine de bir tabak alıp karşıma oturdu ve eliyle balkonu işaret etti.

“Yağmur kokusunu duyuyor musun?” diye sordu. Kaşlarımı çattım ve derin bir nefes aldım.

“Evet, şimdi duydum.” dedim.

“Aslında her yer sabahtan beri yağmur kokuyor. Fakat senin etrafındaki kokularla, görüntülerle ilgilenme gibi bir alışkanlığın yok. Değil mi? Aklın hep bambaşka yerlerde.” diye mırıldandı Efe. Gülümsedim.

“Aynen öyle...”

“Aklın nerede?” diye sordu bir anda kaşlarını çatarak, “Cidden Mine. Merak ediyorum. Hangi düşünceler seni hayattan bu kadar soyutluyor? Geçmişin mi?”

“Efe... Bu konuları konuşmasak olur mu?”

“Tamam.” dedi üzülmüş gibi, “Özür dilerim. Moralini bozmak istemedim...” Sonra durdu, derin bir iç çekti ve bir soru sordu, “Sadece tek bir soru sormak istiyorum geçmişine dair. İzin verir misin?”

“Tabi. Sorabilirsin.” dedim ve merakla ona baktım.

“Günbatımını izlemeyi ne zaman bıraktın? Çocukken izlediğini söylemiştin...” Buruk bir gülümsemeyle yüzüne baktım.

“10 yaşındayken bıraktım...” diye mırıldandım, “Şimdi 20 yaşındayım.” Efe birkaç saniye boyunca yüzüme baktı. Sonra derin bir iç çekti.

“3652.” diye mırıldandı.

“Nedir bu?” diye sordum.

“Sana kaç günbatımı kaçırdın diye sormuştum ya hani... 10 yıldır izlemiyorsun. 3652 günbatımı kaçırmışsın Mine. Telafi etmeye ne dersin?”

Yaklaşık bir dakika boyunca birbirimize baktık. Sonra utangaç bir gülümsemeyle başımı balkona çevirdim, günbatımına odaklandım. Gökyüzünün turunculuğunu izledim, kuşların o turunculuğun hemen altında nasıl uçtuğuna şahit oldum.

“Belki de kuşlar da gökyüzüne doğru düşüyordur. Ne dersin?” Dudaklarımın arasından çıkan cümlenin Efe’yi nasıl da etkilediğini görebiliyordum. Bana hayatının en güzel cümlesini duymuş gibi bakıyordu. Başını salladı.

“İçinde inanılmaz bir dünya yatıyor, farkındasın değil mi? Kafanın içi bambaşka, ben bunu görebiliyorum.”

“Sanmıyorum, sıradan bir insanım. Herkes gibi. Kafasının içi bambaşka olan sensin Efe. Yaptığın şarkılar, yazdığın şarkı sözleri, sesindeki tını... Sen özelsin. Ben sıradanım.”

“Kurduğun her bir cümle yıllarca unutulmayacak bir şarkının sözleri gibi Mine... Bunu fark edemiyor olamazsın? İlham dolu bir ruhsun ve günbatımını bile izlemiyorsun. İnsanlar ilham bulmak için neler yapıyor bir bilsen. Sen oturma odanda oturarak bu cümleyi kurabiliyorsun. İnanılmaz.”

“Hangi cümleyi?”

“Belki kuşlar da gökyüzüne doğru düşüyordur.” dedi cümlemi tekrar ederek. Gülümsedim.

“Peki sen ilham bulmak için bir ton şey yapanlardan mısın?” diye sordum.

“Öyleyim. Hiçbir manzarayı kaçırmam. Kuşların göç edişini bile... Her sabah gündoğumu saatine alarm kurar ve uyanırım. Yağmur varsa koşarak söz defterimin başına geçerim, bir acı yaşamayı dört gözle beklerim. Çünkü en ilham verici olay acılardır.”

“Belki de o yüzden ilham doluyumdur.” dedim bir anda. Bu cümleyi kurmayı ben bile beklemiyordum. Ona acılarımdan bahsetmek de nereden çıkmıştı şimdi? Efe birkaç saniye duraksadı, bu cümleyi gururuna yedirememiş gibi baktı yüzüme.

“Acı içindesin, değil mi?” diye sordu. Gözlerimi kaçırdım.

“Sorun değil...” diye mırıldandım, “Ben onlara rengarenk acılar diyorum...” Efe öfke ve üzüntü karışımı gözlerle bana bakarken ben gökyüzünü izliyordum.

“Rengarenk acılar... Neden?” diye sorduğunda sesini zar zor kontrol ediyordu.

“Rengarenkler çünkü...”

“Anlatmak istemiyorsun, biliyorum. Ama hiç biriyle paylaşmanın sana iyi geleceğini düşünmedin mi? Çünkü sana yemin ederim, sana iyi gelecek şey bu. Acılarını paylaşmak...”

Yutkundum. Belki de haklıydı. Belki de anlatıp kurtulmalıydım, onları özgür bırakmalıydım. Belki dudaklarımın arasından çıktıkları an uçup gideceklerdi ve beni özgür bırakacaklardı. Dudaklarımı araladım, gözlerimden birer damla yaş akarken gülerek anlatmaya başladım.

“Ben boya kalemleri olan bir çocuk değildim, resim defteri olan bir çocuk da değildim...” diye girdim söze. Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar zorlanarak yapmamıştım. Hayatımın en cesur anı buydu işte. Konuşmaya devam ettim, konuştukça özgürleştim.

“Mor rengi ilk defa kolumda gördüm, üzerine bastırınca acıyordu ama bastırmayınca o bir renkti işte... Kolum ilk defa morardığında çok sevinmiştim. Kolum acı içindeydi, evet. Ama o rengarenk bir acıydı. İşte acılarıma bu yüzden rengarenk acılar diyorum. Kızarıklıklar, morluklar, morlukların geçerken dönüştüğü yeşillikler... Vücudum küçücük bir gökkuşağıydı. Ben böyle düşünerek rahatlıyordum, böyle düşünerek acılarımı azaltıyordum. Biliyorum, dinlemesi de pek kolay değil...” dediğim sırada Efe karşımda öfkeden kıpkırmızı olmuştu.

“Bana izin ver.” dedi zar zor, “Lütfen. Onu bulayım.” Sonra öfkeyle tekrar etti, “Lütfen.”

“Gerek yok Efe. Ben bunları atlattım. Artık hiçbiri umrumda bile değil. Yıllar önceydi, yaşandı ve bitti.”

“Benden istediğin hiç mi bir şey yok? Benden bir şey iste Mine. Ne olursa... Senin için bir şey yapmak istiyorum, elim kolum bağlı oturamam. Bunları bilirken öylece yaşayıp gidemem. Ben bunları kendime yediremem.” Hüzünle gülümsedim.

“Şarkı sözü yaz...” diye mırıldandım.

“Ne?”

“Şarkı sözü yaz... İsmi de Rengarenk Acılar olsun, bir acının bir şarkıya dönüşmesi beni mutlu eder. Başka da hiçbir şey yapma, tamam mı?” Efe derin bir nefes aldı. Başını salladı.

“Yazacağım, sana söz veriyorum. Ama başka hiçbir şey yapmayacağıma dair söz vermiyorum. Veremem...”

Sonra sessizce yemeklerimizi yedik. Yemeklerimiz bitince neredeyse hiç konuşmadan kahvelerimizi yaptık ve balkona geçtik. Bu konuşma ikimizi de çok etkilemişti, beni Efe’nin dediği gibi biraz olsun rahatlatmıştı. Balkonda kahvelerimizi içerken menekşelerin gittiğini fark ettim.

“Menekşeler gitmiş...” diye mırıldandım. Efe gülümsedi.

“Annem onları çok istiyordu. Bugün gelip aldılar.”

“Ne güzel.” Kahvemden bir yudum daha aldım. O sırada Efe gömleğinin cebinden çıkardığı bir bileti bana uzattı. Kaşlarımı çatarak bileti aldım ve okumaya çalıştım.

“Bu da ne?” diye sordum merakla.

“Benim ilk büyük konserimin bileti. Gelmek istersin diye düşündüm.”

O an bu hareket kalbime dokundu. Hayatının en önemli gününde beni de yanında görmek istiyordu. Duygusal bir gülümsemeyle başımı salladım.

“Tabi ki.” dedim, “Tabi ki. Çok sevinirim. Peki nasıl hissediyorsun? Heyecanlı mısın?” O an Efe’nin yüzünde tertemiz bir çocuk heyecanı gördüm.

“Heyecanlıyım. Daha önce sadece maksimum yüz kişilik konserlerde bulundum. Bu konserde altı bine yakın insan olacak...”

“Harika. Ailen gurur duyuyor olmalı.”

“Evet, öyle söylüyorlar.”

“Sen de kendinle gurur duymalısın.” Efe gülümseyerek başını salladı. Sonra derin bir iç çekti.

“Gerçi bugün birkaç sorun çıktı. Aptal bir gazeteci yüzünden...” Kaşlarımı çattım.

“Öyle mi? Ne oldu?”

“Biri biz konseri herkesten saklarken biletlerin bu sabah satışa çıkacağını duyurmuş. Satışın yapılacağı siteyi de paylaşmış. Herkes erkenden uyanıp siteye bir anda girince site çökmüş... Bütün gün tek bir bilet bile satılamadı bu yüzden. Prodüksiyon şirketim ve bileti satan firma tartıştı, şu an ne olacak belli değil. En heyecanlı günüm aptal bir gazetecinin kendi saçma çıkarları yüzünden böylesine mahvediliyor, düşünsene.”

O an hayatımda hissetmediğim kadar kötü hissettim. Hırslarım uğruna bir sürü ünlü hakkında yaptığım haberleri düşündüm, hepsi böyle üzülmüş müydü acaba? Efe karşımda oldukça düşünceli ve üzgün bir ifadeyle dışarıdaki yağmuru izlerken çok çaresiz ve kendime öfke doluydum.

“Sıkma canını, hepsi düzelir... Aptalın biri yüzünden üzülmeye değer mi?” Tam o an hapşırdım, bir kez daha hapşırdım ve bir kez daha hapşırdım.

“Çok yaşa, iyi yaşa ve ilham dolu yaşa...” dedi Efe bana buruk bir ifadeyle gülümseyerek, “Yoksa üşüdün mü?”

“Hayır. Bugün üzerimde biraz kırgınlık var...”

“Hasta mı olacaksın?”

“Galiba...” Efe yüzüme endişeyle baktı.

“Kendini kötü hissedersen, saat kaç olduğu fark etmez, mutlaka ara beni. Gelirim...”

“Tamam, kötü hissedersem ararım. Ben artık kalkayım. Çok geç oldu.” Ayağa kalkıp elimdeki kahve fincanını masaya bıraktım. O sırada Efe hiç beklemediğim bir anda elini alnıma koydu.

“Ateşin var.” dedi.

“Öyle mi? O zaman gider gitmez ilaç içip uyuyayım.”

“İstersen burada kalabilirsin. Senin ateşin var ve benim de bir misafir odam var. Ne dersin?” Gülümsedim.

“Eve dönsem daha iyi olur. Yine de teklifin için teşekkür ederim.”

“Sen bilirsin. Ama gidersen aklım sende kalacak, iyi görünmüyorsun.”

“İyiyim ve yalnız başıma hastalık geçirmeye de yeterince alışık olduğumu düşünüyorum. Yine de gerçekten çok teşekkür ederim. Bir ihtiyacım olursa seni ararım, merak etme.”

“Tamam... Mutlaka ara.” Birlikte kapıya doğru ilerledik. Kapıyı açıp ayakkabılarımı giydim ve ona döndüm.

“Her şey için teşekkürler, lazanya harika olmuştu, konuşmak da çok iyi geldi. Sana iyi geceler, sonra görüşürüz.”

“İyi geceler Mine. Geldiğin için teşekkür ederim.” Tam arkamı dönmüştüm ki tekrar ona doğru döndüm.

“Bu arada şey, o aptal gazetecinin yaptıklarını kafana takmamalısın. Sen Efe Duran’sın, kıytırık evinin köşesinde yapayalnız bir halde oturup haber yazmaktan başka hiçbir şey yapmayan bir aptalı düşünme bile. Canını sıkma.” Efe keyifle gülümsedi.

“Tamam, takmayacağım. Söz.”

Ona gülümsedim ve merdivenlere doğru ilerledim. Sessizce evime girdim. Az önce tarif ettiğim gibi evimin bir köşesine yapayalnız bir halde oturdum ve ışıkları bile açmadan o karanlığın ortasında tam yarım saat ağladım. Hayatımı yaşayış şeklimden nefret ettiğimi fark ettim. Bu zamana kadar kaç insanı sadece haber yaparak incittiğimi düşünmek bile istemiyordum. Umrumda olan tek şey rakamlardı. Kaç tıklanma almıştım, kaç takipçim olmuştu, videomu kaç kişi görüntülemişti... Umrumda olan tek şey bunlardı.

Aptalsın.

Hoş geldin İç Ses. Biliyorum. Aptalım.

Kalpsizsin, ruhsuzsun, duygusuzsun.

Biliyorum, öyleyim.

Bencilin tekisin.

Evet, bencilin tekiyim.

Peki bunları değiştirecek misin Mine?

Hayır, değiştirmeyeceğim...

Yıllar bana kendime olan saygımı yitirtti, yıllar beni hırslı bir başarı makinesine dönüştürdü, yıllar benden beni aldı. Elimde tek kalan bilmem kaç milyonluk bir sayfa ve ben ondan vazgeçecek kadar cesur değildim. Hayatta elde ettiğim tek başarıdan bir anda vazgeçebilecek kadar iyi bir insan değildim. Kendimle gurur duymuyordum ve duymak zorunda da değildim.

Kötü bir insan olduğumu düşünüyorsunuz, biliyorum. Belki de haklısınız. Fakat yaşadıklarımı yaşasaydınız, iyi bir insan olmak istemeyebilirdiniz... Yine de içimde bir yerlerde kaçırdığım 3652 günbatımından sonra tek bir günbatımı daha kaçırmak istemediğimi biliyordum. Bu binaya Efe Duran’ı tanımak için gelmiştim, oysa kendimi tanımaya başlamıştım. İçimde iyi ve kötünün, hırs ve sakinliğin savaşı vardı sanki. Kim kazanacaktı bilmiyordum. Ben sadece ne olursa olsun artık hiçbir günbatımını kaçırmak istemiyordum...