4.Bölüm : 356’nın Hikayesi.
.png)
4.Bölüm : 356’nın Hikayesi.
(1 Ekim 2020)
“İyi ki doğdun bebeğim!”
“İyi ki doğdun güzelim!”
“İyi ki doğmuşsun prenses.”
Nisan yirminci yaşına girdiği gün tüm arkadaşları ve ailesiyle birlikte müstakil evlerinin dev bahçesindeki havuz başında verdikleri kalabalık partisinde en sevdiği hissi yaşıyordu, ilgi odağıydı. Gecenin parlayan yıldızıydı, tüm gözler onun üzerindeydi, tam istediği gibi.
“Nisan bu kameraya da bak!”
“Nisan bana da bak!”
“Nisan videodasın, buraya bak!”
Herkes Nisan’a bakıyor, onu izliyor, ona sesleniyor, onu fotoğraflıyor, onu ölümsüzleştiriyor, onu parlatıyordu. Bunlar Nisan için her şeydi. Herkes hediyelerini verirken babası Nisan’ı kenara çekmiş elindeki konyağı yudumlarken ona bir zarf uzatmıştı.
“Bu da ne baba?” diye sormuştu Nisan.
“Sana hediyem.”
“İçinde ne var?”
“Aç da bak bakalım...”
Nisan elinde tuttuğu zarfı merakla açarken içinden çıkabilecek şeye dair birçok fikri vardı. Bir alışveriş çeki, uçak bileti, kredi kartı, birçok şey... Oysa zarfın içinden bir kraft kağıdı çıkmıştı. Nisan kaşlarını çatarak önce babasına baktı. Sonra başını eğdi kağıdı okumaya başladı.
“Sevgili Nisan, Enkaz Altındakiler adlı televizyon yarışmamızda seni de yarışmacı olarak görmek isteriz. Tüm dünyanın yedi yirmi dört izlediği beş yarışmacıdan biri de sen olmak ister misin?”
“Bu da ne demek?” diye sordu Nisan şaşkınlıkla. Babası başını salladı.
“Televizyonda olmak istemiyor muydun? Şöhret, para... İstemiyor muydun?”
Nisan’ın babası hatırı sayılır zenginlerdendi. Nisan böyle büyütülmüştü, lüks içinde. Ne isterse alınmış, ne isterse yapılmıştı.
“Yani beni bir televizyon programına yarışmacı olarak mı göndereceksin?” dedi anlam vermeye çalışarak. Bu hiç de onun hayal ettiği gibi bir şey değildi, Nisan oyuncu ya da manken olmak istiyordu.
“Nesini beğenemedin?” diye sordu babası şaşkınlıkla.
“Ne yapacağım, çamurların içinde koşturup ödül kazanmaya mı çalışacağım?”
“Öyle bir yarışma değil. Bu zamana kadar televizyon tarihi boyunca yapılmış en büyük yarışma olacak bu. Tüm dünya üzerinde aynı anda yapılacak bir yarışma bu. Çamurların içinde koşturma filan yok. Sadece çıkış yolunu çözmeniz gereken bir alanın içinde olacaksınız, bir nevi dizi gibi. Bu yarışmaya katıldığın takdirde Türkiye’nin en önemli isimlerinden biri olacaksın.”
Duydukları Nisan’ın aklına yatmaya başlamış gibiydi. Saçlarını istiridye küpelerinin arkasına attı ve babasına baktı.
“Peki nasıl oldu bu? Yani ben bir elemeye alınmayacak mıyım?”
“Aslında elemeye filan gerek yok. Seni benim ricam ile davet ediyorlar. Zaten tam aradıkları yüze de sahipsin. Yapımcılarından biri benim çok yakın bir arkadaşımın abisi. Fakat prosedür gereği seni öylesine bir iki elemeye alacaklarmış. Elemeler haftaya. Kasma kendini, sen zaten seçildin. Git ve vakit geçirmeye bak...”
Nisan derin bir nefes aldı. Başını kaldırdı ve havuzun üzerinden evin direklerine kadar asılmış ışıklara baktı. Böyle olmak istiyordu, parlamak, ışık saçmak istiyordu.
“Her anın kameraya çekilecek, bunu da unutma.” dedi babası, “Herkese iyi davran, kendini sevdir.”
“Merak etme baba,” dedi Nisan, “Kendimi nasıl göstermem gerektiğini bilecek kadar zekiyim.”
Nisan’ın hikayesi ise böyle başladı. Diğerlerinin aksine, kendini acı içinde sokaklara atmışken değil, en pahalı kıyafetlerinin içinde ve en mutlu gününde başladı her şey.
Artık pahalı kıyafetler yoktu, pahalı takılar ve lüks evler... Nisan’dan geriye sadece kendisi kalacaktı ve bir de koluna takılan “356” numaralı bilekliği.
Artık Nisan yoktu, artık 356 vardı.
(Günümüz)
(Kumru’nun Anlatımıyla)
Sabah gözlerimi açtığımda içinde bulunduğum zaman diliminin sabah olup olmadığını bile bilmiyordum. Ayağa kalkıp odamın siyah perdesini araladım ve gördüğüm görüntü karşısında pencereden dışarıya bakakaldım. Gökyüzü öyle güzel bir tondaydı ki gün doğumunu yerin üzerinde bile böylesine güzel bir tonda yakalayabildiğim olmamıştı hiç.
Hızlıca bir duşa girdikten sonra üzerime gündüz giymemiz için verilen kıyafetleri geçirdim. Siyah pantolon, siyah kazak ve siyah bir ceket. Verdikleri küçük siyah sırt çantasının içine el fenerini, pusulayı, düdüğümü ve kesenin içinden çıkan ufak tefek şeyleri de koyduktan sonra en son “889” yazılı bilekliğimi taktım. Bir süre bileğimdeki “889” yazısına baktı gözlerim.
“Hazır mıyız?” dedim kendi kendime.
Hazırdım, her şeyimle.
Odamdan çıkıp diğerlerini bulmak için salona doğru yürüdüm. Eren’i mutfak tezgahında gördüğüm an ayak seslerimi duymuş olacak ki bana dönüp gülümsedi.
“Günaydın küçük hanımefendi.” dedi gülümseyerek.
“Günaydın, ne yapıyorsun?”
“Size sandviç hazırlıyorum. Biraz domates, biraz kıvırcık, biraz mısır, eritilmiş peynir ve yumurta. Sos olarak da limonlu sarımsaklı mayonez ve...”
“Ve kekik.” diye ekledim, “İnan bana sandviçe yakışan tek baharat.” Eren kaşlarını kaldırarak bana doğru döndü.
“Nesin sen sandviç profesörü mü?” dedi gülerek.
Utanarak gülümsedim ve yanına gidip buzdolabını açtım. Bir yandan buzdolabındaki meyve sularını incelerken bir yandan ona cevap veriyordum.
“Annemi bir kez olsun yemek yaparken görmediğim ve hayatım boyunca eve hep okul veya iş yüzünden eve geldiğim için gerçekten de bir sandviç profesörü olduğumu söyleyebilirim.”
“Annenin bunu izlediğini biliyorsun, değil mi?” diye sordu Eren.
“Biliyorum.” dedim gülümseyerek, “Buna alınacağını sanmıyorum. Bu onun tercihi.”
“Günaydın!” Nisan neşeli ve enerjik bir sesle yanımızda belirdiğinde neşesinin yapmacık olup olmadığını sorguluyordum. Bu kadar enerjik olması normal miydi?
“Günaydın.” diyerek kenara çekildim ve dolaptan çıkardığım bardakları masaya götürdüm.
“Günaydın sarışın, iyi uyudun mu?” Eren Nisan’la konuşurken ben bardakları masaya koymuş ve bahçeye göz atıyordum. Acaba Uraz ve Bulut hala uyuyor muydu?
“Diğerleri uyuyor mu Eren?” diye sordum.
“Sanırım. Ben uyanalı yarım saat oldu ama ikisini de görmedim.”
Başımı salladım ve masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturup meyve suyumu yudumladım. Eren ve Nisan ellerinde tabaklarla masaya doğru yürürken Nisan’ın masaya yürürken bile güldüğünü görebiliyordum. Kameralara oynuyor olabilir miydi? Belki de sadece kameralar tarafından çekildiği için heyecanlıydı, kim bilir.
“Günaydın.” Bulut sakin bir sesle salona adım attı, “Kusura bakmayın, biraz geç uyudum. Uyanamadım.”
Geç mi uyumuş? Odada oyalanacak hiçbir şey yokken geç saate kadar ne yapmış olabilirdi ki? Bulut gelip yanıma oturduğunda Uraz hariç hepimiz masadaydık. Parmaklarımı masaya vuruyordum, ortamın sessizliği beni germeye başlamıştı.
“Birimiz gidip Uraz’ı uyandırsa mı?” diye sordu Eren. Gözlerim Nisan’a kaydı. Uraz’ı uyandırması beklenen kişi oydu sanırım.
“Ben çantamı odamda bırakmıştım.” dedi Nisan, “Çantamı alıp geleyim, gelirken de Uraz’ın kapısına tıklar uyandırırım.”
Kalkıp giderken derin bir iç çektim. Seyirciler sevinçten deliriyor olmalıydı. O sırada gözlerim pencerenin önünde görünen birkaç saksıya takıldı. Saksıların üzerinde domatesler vardı.
“Etrafımızdaki ağaçların tamamı yapay değil mi?” diye sordum merakla.
“Evet, öyle olmalı. Yerin altında nasıl ağaç yetiştirilecek ki?” dedi Bulut başını sallayarak.
“Peki bahçede gördüğüm saksılar? Onlar ve üzerlerindeki domatesler de mi yapay?” Bulut ve Eren merakla pencereye bakarken ayağa kalktım.
“Bakıp geleceğim.” dedim.
“Ciddi misin?” dedi Eren gülerek.
“Ciddiyim, çok merak ettim.”
“Bence sahtedir.” dedi Bulut ben kapıya doğru ilerlerken, “Burada bitki yetişmesi imkansız.”
“Göreceğiz.” Sanırım beni harekete geçirebilecek en temel duygu meraktı. Bahçeye çıkıp merak ve heyecanla saksılara doğru ilerledim. Büyük saksıların başına geçtim ve domateslere doğru eğildim. Domates kokusu burnuma ulaştığında heyecanla gülümsedim. Eren ve Bulut’a bir işaret vermek için pencereye döndüğüm sırada bahçeden gelen bir sesle irkildim.
“Gerçekler.” dedi sesin sahibi. Bu Uraz’dı.
Arkama dönüp merakla baktığım an Uraz’ın evin arka merdivenlerinde oturduğunu gördüm.
“Sen uyumuyor muydun?” diye sordum.
“Hayır. Uyuyamadım.”
“Bütün gece uyanık mıydın yani?” dedim merakla.
“Evet, denedim ama uyuyamadım. Bütün gece buradaydım.”
“Burada, bahçede mi? Ben uyumaya çalışırken dışarıdaki ışıkları kapatmışlardı. O karanlıkta burada mı oturdun?”
“Zifiri karanlığın da güzel bir yanı var...” dedi sessizce. Sonra oturduğu yerden kalktı ve yanıma doğru yürüdü.
“Nisan seni uyandırmaya gitmişti.” dedim. Uraz elini saksılardaki domateslere doğru uzatırken yüzü tepkisizdi. Domateslerden birini kopardı ve bana uzattı.
“Tadına bakmak ister misin?” diye sordu.
“Bunlar gerçekten gerçek mi?” dedim. Uraz’ın burnundan belli belirsiz bir gülme sesi geldi.
“Gerçekten gerçek.” dedi.
Elindeki domatesi aldım ve küçük bir ısırık alıp tadına baktım. Domatesin tadı karşısında şaşkınlığımı gizleyemediğim sırada Uraz beni izliyordu.
“Tadı nasıl?” diye sordu.
“Tadı... gerçek.” dedim. Şok içinde gibiydim. Uraz’ın gülüşü bu sefer daha belirgin bir hale geldi.
“Onları dün gece keşfettim.” dedi.
“Tatlarına baktın mı?” Başını salladı.
“Baktım. Ama şaşırdığımı söylemem.”
“Neden? Nasıl olur da yeraltında domates yetiştirilebilir?” Elimdeki domatesi yemeye devam ettiğim sırada Uraz ile hiçbir karar vermeden eve doğru yürümeye başlamıştık. Sanki içimizden konuşup da karar vermiş gibiydik.
“Hidroponik tarım.” dedi Uraz kısaca, “Toprak yok, güneş yok. İnsanlar böyle de bitki yetiştirebilir.”
“Bunların altında toprak yok muydu?” diye sordum merakla. Domateslere bakmaktan saksıların içine bakamamıştım.
“Toprak yok. Kum var. İçine birçok şey katıp topraktan bile daha verimli hale getirebiliyorlar.”
“Peki ya güneş?” Uraz başını bana çevirip yüzüme baktı.
“Sadece domateslere baktın, değil mi?” diye sordu.
“Evet, neden soruyorsun?”
“Domatesler dışında hiçbir şey görmemişsin.” Beni kolumdan tutup saksılara doğru çevirdi. Saksılardan beş metre kadar uzaklaşmıştık.
“Üstlerindeki led ışıkları görmüyor musun? Güneş ışığı ihtiyaçlarını oradan alıyorlar. Üzerinde de bir sulama sistemi var.” Şaşkınlıkla Uraz’a döndüm.
“Ben sadece domates gördüm.” diye mırıldandım. Güldü.
“Hayat güzel olan şeylerden değil, onları meydana getiren etmenlerden ibarettir. Unutma. Önemli olan domates değil, onun nasıl yetiştiğidir.” Uraz’ın cümlesi bittiğinde evin açık kapısından içeri girmiştik.
“Günaydın.” Nisan masada oturmuş sandviçini yerken Uraz’a gülümsüyordu, “Seni uyandırmaya gelmiştim. Bahçedeymişsin...”
Uraz başını salladı ve sandalyelerden birine oturdu. Eren’in ve Nisan’ın ortasına. Ben de Bulut’un yanına oturduğumda yuvarlak masamızda Uraz’ın tam karşısına denk geliyordum.
“Uyuyamadım.” diye mırıldandı, “Günaydın.”
Sandviçlerimizi yediğimiz sırada Eren ve Bulut kahvaltılarını çoktan bitirmiş kahve içiyorlardı.
“Domatesler gerçek miymiş?” diye sordu Eren.
“Evet, gerçekmiş. Tatları da harika. Tadına bakmak ister misin?” dedim elimdeki domatesi ona uzatarak. Eren elimdeki domatesi aldı ve küçük bir ısırık alarak tadına baktı.
“Nasıl ya?” dedi Eren şaşkınlıkla.
“Hidrolik tarım.” dedim bilmiş bir edayla. Uraz’ın güldüğünü duydum.
“Hidroponik.” diye düzeltti. Doğru ya, hidroponikti.
Hidrolik de nereden çıkmıştı? Sanki kırk yıllık tarımcıymış gibi soruya atlayıp cevap vermeme ne gerek vardı?
“Duymuştum.” dedi Bulut, “Kapalı tarım da deniyor.”
Sonra masada kısa bir sessizlik oldu. Birbirini yeni tanıyan beş kişiye göre fazla bile konuşmuştuk. Herkes kahvaltısını yaptıktan sonra tabaklarımızı alıp mutfak tezgahına götürdüğümüz sırada Eren ile yan yana yürüyorduk.
“Demek hidrolik tarım...” dedi gülerek, “Nesin sen tarım profesörü mü?” Eren’in cümlesine utanarak güldüm.
“Yeni duyduğum her bilgiyi o bilgiyi dünyaya ben yaymışım gibi sahipleniyorum.” dedim kendimden şikayet ederek.
“Kendine güveniyorsun. Bence bu güzel bir şey.”
Tabaklarımızı mutfak tezgahına bıraktıktan sonra bahçeye indik. Bulut saksıların başında domatesleri incelerken Nisan ayakkabılarının bağcıklarını bağlıyordu. Uraz’ı ise evin yan tarafına doğru yürürken görmüştüm. Eren’le ayakta dikilmiş herkesin bir araya toplanmasını beklerken Bulut başını kaldırıp Uraz’a seslendi.
“Güzel oldu.”
Bulut’un cümlesi üçümüzde de merak etkisi yaratırken Bulut’un yanına doğru yürüyüp Uraz’a baktık. Elinde beyaz bir tebeşir ile evin duvarına kendinden bir hatıra bırakmıştı.
“URAZ KAYALAR BURADAYDI.”
Evin siyah duvarı üzerine yazılmış bu cümleye uzun uzun baktım. Uraz elindeki tebeşiri yere atıp merdivenlerden indi ve bize doğru yürümeye başladı.
“Geçtiğim yerlerde kendime dair hatıralar bırakmayı severim.” dedi.
“Bunu her eve yapacak mısın?” diye sordu Nisan merakla.
“Muhtemelen.”
“Biz de mi hatıra bıraksak?” dedi Nisan.
“Belki daha sonra...” dedi Bulut.
Nisan ise eline bir tebeşir almış evin ön duvarına kocaman sayılarla “356” yazıyordu.
“Hadi, biz de yazalım.” dedi Eren. Çantamdaki keseden bir tebeşir çıkardım ve Eren’in peşinden ilerledim. O sırada Nisan bizim yanımızdan geçip Uraz ve Bulut’un yanına geçti.
“Ne yazacaksın?” diye sordum merakla. Eren elindeki tebeşirle Nisan’ın numarasının altına yazmaya başladı.
“DOMATESLER GÜZELDİ. 747 BUNU BEĞENDİ.”
Ufak bir kahkaha atıp kendi tebeşirimle Eren’in cümlesinin hemen altına ben de bir not yazdım.
“Nesiniz siz domates profesörü mü? – 889.”
“Sen kaptın bu espri işini!” dedi Eren. Gülerek diğerlerinin yanına döndüğümüz sırada Eren’e merakla sordum.
“Sence bizi izleyenler çok ciddiyetsiz olduğumuzu düşünüyorlar mıdır?”
“Beni ilgilendiren bir şey yok, ben eğlenmeye geldim.” dedi Eren.
O an buradaki herkesin hikayesini ne kadar merak ettiğimi fark ettim.
Geçmişlerini, buraya geliş hikayelerini, burada olma amaçlarını ve sebeplerini deli gibi merak ediyordum. Herkesin çok farklı enerjileri ve çok farklı mottoları olduğu belliydi. Sabah uyandığımdan beri üzerimdeki tüm gerginliği atmış ve o kasıntı halimden çıkmıştım. Yerin altını sevmiş, oyuna alışmıştım.
“Peki şimdi ne yapacağız? Sadece yürüyecek miyiz?” diye sordu Eren merakla.
“Bizimle iletişime geçmeyecekler mi?” dedi Nisan.
“Bizimle nasıl iletişime geçecekler ki?” dediğim sırada gözlerim yanından geçtiğimiz posta kutusuna takılı kaldı, “Tabi ya. Posta kutusu. İçi dolu olabilir mi?” dedim ve elimi uzatıp kapağını açtım. İçinde bir zarf vardı.
“Burada bir zarf var.”
Zarfı posta kutusundan çıkardığım an ben ne olduğunu anlayamadan Nisan elimdeki zarfı alıp açtı ve okumaya başladı. O sırada Eren’le göz göze geldik. Bana gülerek göz kırptı. Sanırım Nisan’la baya bir işimiz vardı.
“İkinci eve girmek istiyorsanız önce anahtarını bulmak zorundasınız.” dedi Nisan.
“Ne?” dedim şaşkınlıkla.
“İkinci ev on beş kilometre ötede. On beş kilometrelik bir yol üzerinde anahtar mı arayacağız?” diye sordu Bulut.
“On beş kilometreyi hep beraber yürüyerek küçücük bir anahtar bulamayız.” dedi Uraz, “Burası dümdüz bir yol değil. Bir sürü yol ayrımı var.”
“Beş tane.” dedim, “Beş tane yol var.”
Beşimiz birlikte başımızı kaldırıp önümüzdeki alana baktık. Uzayıp giden uçsuz bucaksız alan ara ara duvarlarla ve aralıksız sık ağaçlarla yan yana konulmuş beş uzun yoldan oluşuyordu.
“Her birimiz için bir yol.” dedi Uraz.
“Ne yani? Ayrı ayrı mı yürüyeceğiz?” diye sordu Nisan, korktuğu belliydi.
“Peki ya yolların hepsi aynı yere çıkmıyorsa?” dedim merakla.
“Ya birimiz kaybolursak?” Nisan aynı korkuyla konuşmaya devam ediyordu.
“Bunu düşünmüş olmalılar.” dedi Bulut.
“Aynen öyle,” diyen Uraz etrafına bakındı, “Beş tane yol varsa birbirimizle iletişime geçebilmemiz için bir şeyler düşünmüş olmalılar.”
“Sizce bahçedeki sandıkları incelemeli miyiz?” Eren’in sorusu hepimize mantıklı gelmiş olacak ki hep birlikte birer sandığın başına geçtik.
“Bunda sadece patates ve soğan var! Ah bir de kuruyemiş dolu keseler var...” diye seslendi Nisan.
O sırada önümdeki sandığı açmış içini karıştıyordum ama odundan başka bir şey yok gibiydi. Ben yine de odunları tek tek çıkarıp yere koyuyor ve aramaya devam ediyordum.
“Benimki kömür dolu!” diye bağırdı Eren.
“Çadır buldum.” dedi Bulut, “Birkaç el feneri daha var...”
O sırada odunların en altından bir battaniye çıktı. Battaniyenin ilk katını kaldırdığımda ise beni güldüren o görüntüyü gördüm. Telsizleri!
“Burada da sadece su mataraları ve ekstra pusulalar var.”
Uraz hayal kırıklığı içinde konuşurken hepsi benden gelecek haberi bekliyordu.
“Öyleyse bir sonraki konuşmamızı bunlarla yapacağız galiba.” dedim telsizlerden birini havaya kaldırdığım sırada.
“Telsiz mi buldun!” dedi Eren sevinçle.
“Telefon buluruz sanmıştım ya.” dedi Nisan hayal kırıklığı içinde.
“Kusura bakma, görüntülü konuşma filan yapamayız ama bu da idare eder.” diye mırıldandığım sırada hepsine birer telsiz uzattım.
Su mataralarını, kuruyemişleri, yedek pusula ve el fenerlerini, ve en önemlisi telsizleri yanımıza aldık ve beşli yol ayrımının en başına geldik.
“Öyleyse şimdilik ayrılma vakti geldi sanırım.” dedi Uraz.
“On beş kilometre sonra görüşürüz.” dedi Bulut.
“Görüşürüz, tabi korkudan ölmezsem!” Nisan her zamanki drama kraliçeliğiyle konuştuktan sonra Eren söze girdi.
“Görüşürüz, beni habersiz bırakmayın. Abiniz olarak sizi merak edebilirim...”
“O zaman ben de görüşürüz diyelim de yola çıkalım artık.” diye mırıldandım ve gülüşerek dağıldık.
Kendime seçtiğim yola adım attığım sırada son gördüğüm yüz yanımdaki yola giren Uraz’ın yüzüydü. Burası o kadar sessiz, o kadar hareketsizdi ki hayatın durduğu bir noktadaydım sanki. Sadece yürüyordum ve etrafımdaki ağaçlara bakınıyordum. Yerde duran büyük taşların birinin üzerinde ileriyi gösteren bir ok işareti vardı. Gözlerim etrafı olabildiğince incelemeye çalışıyordu, durup her yeri ayrıntılı olarak inceleseydim on beş kilometre boyunca yürüyemezdim. Sessizliğin sesiyle, hiçliğin gürültüsüyle birlikte yürüdüğüm yarım saatim sonunda telsizimden bir ses geldi.
“Beni duyuyor musunuz Enkaz Altındakiler?” dedi Eren’in sesi kesik kesik, “Ben 747. Duyan numarasını söylesin.” O sırada bir ses daha geldi.
“533 burada.” dedi Uraz. Sonra Bulut ve Nisan konuştu art arda.
“482 burada.”
“356 burada.”
Ve en son ben söyledim bana verilen o üç rakamdan oluşan sayıyı.
“889 burada.”
Enkaz altındakiler hiçbir eksiği olmadan buradaydı.
Önümde uzanan yolu bitirmek için olabilecek en yüksek heyecana sahiptim.
Ta ki, telsizlerimize bakıp birbirimize sayılarımızı söyledikten sadece birkaç saniye sonra içinde bulunduğumuz aydınlık platonun bütün ışıkları sönüp zifiri karanlıkta bomboş ve kocaman bir yolun ortasında kalana kadar.
“Ne oldu!” Nisan’ın korku dolu sesi telsizimden duyulurken olduğum yerde diz çöktüm. Hiçbir şey görünmüyordu, hiçbir şey.
“Koskoca yarışmada elektrikleri gitmiş olamaz, değil mi?” dedi Eren.
Dizlerimin üzerine çökmüş beklerken sadece bir anlığına ya sonsuza kadar burada bu şekilde karanlıkta kalırsak diye düşündüm. İçimde bir anlığına beliren korku ellerimin titremesine sebep olurken birbirimizi nasıl bulacağımızı düşünüyordum.
“El fenerleriniz.” dedi Uraz, “Onları açın.”
Korkudan bunu bile unutmuştum. Titreyen ellerim hiçbir şey görmeden çantamdaki el fenerini arıyordu. El fenerini bulup ışığını yaktığım an etrafı biraz olsun görebilmek beni yüzde bir de olsa rahatlatmıştı.
“Ne yapacağız, böyle bekleyecek miyiz!” dedi Bulut öfkeyle.
“Neden kimse bizi bilgilendirmiyor?” Nisan ağlıyordu. Şaka değil, gerçekten ağlıyordu. Hızlıca bir nefes aldım ve aklım hiç düşünmek bile istemediğim bir düşüncenin varlığıyla doldu.
“Belki bu da oyunun bir parçasıdır. Belki de anahtarı bu karanlıkta bulmamız gerekiyordur, belki de bu yolu karanlıkta yürümemiz gerekiyordur.” dediğim sırada Uraz’ın sesi duyuldu.
“Belki de ayrılarak bir kural ihlali yapmışızdır.”
“Yani?” dedi Bulut ve Uraz saniyesinde cevap verdi.
“Belki de birbirimizi bulmamız gerekiyordur.”
“Nasıl?” diye sordum merakla. Uraz’ın cevabı umut verici değildi ama sesi umut vericiydi.
“Bir şekilde...”
Sanki yapamayacağımız ve halledemeyeceğimiz hiçbir şey yok der gibiydi. Yerin altında, beş farklı yola girmiş ve kimimiz hızlı kimimiz yavaş yürüyüp yarım saat ilerlemiştik. Kim neredeydi, birbirimizi nasıl bulacaktık bilmiyordum. Ama bu karanlıkta birbirimizi bulmamız imkansıza bir burun mesafesi kadar yakındı.