30.Bölüm : Çiçek Dürbünü
*Kışa maruz kalmış bir yaz çiçeği gibiydim...”
(Günler Sonra)
Bazı şeyler öyle hızlı olur ki hız sizi çarpar, önce bilincinizi alır elinizden, sonra buz gibi bir avuç suyu yüzünüze çarpmış gibi dinç olursunuz. Buz gibi suyun yüzünüze çarpması önce bilincinizi donduracak gibi hissettirir, sonra her şey daha da netleşir. Yaşadıklarım bir avuç suyun yüzüme çarpmasından çok ötedeydi aslında. İnsana bilinç kaybı yaşatabilecek o buz gibi sular benim her yanımdaydı sanki. Her yanım şoktaydı, her yanıp sarılmıştı ve her yanım bilinç kaybından ibaretti. Sonrası ise koca bir farkındalık evresiydi. Her şeyimle hissettiğim koca bir farkındalık evresi... O otel odasının önünde durduğum ve hayatımın en sarsıcı cümlelerinden birini duyduğum andan sonra kaç gün geçmişti hatırlamıyordum bile. Geçirdiğim birkaç gün benim için bitkisel hayattan farksızdı. Kimseyle konuşmuyordum, güçlenme yeminleri ettikten hemen sonra içsel bir çöküş yaşamıştım. Sorularına cevap verdiğim tek kişi Ece’ydi.
“Bana ne oldu abla?”
“Biraz hasta oldun güzelim ama geçecek. Hiç merak etme.”
“Ne kadar hasta oldum abla? Çok mu? Çünkü her yanım ağrılar içinde...”
“Bazen insanlar çok hasta olur güzelim benim. Sonra geçer. Seninki de geçecek.”
“Ben artık burada mı kalacağım? Bu odada mı?”
“Hayır, merak etme. Günü geldiğinde evimize döneceğiz.”
Bu soruları her gün tekrar tekrar duydum ve tekrar tekrar yanıtladım. Israrla ve inatla ona her şeyi tekrar tekrar açıkladım. O gün Ece’yi acil olarak hastaneye yatırdılar. İlik nakli için ismini listelerine almadan önce birkaç günlüğüne durumunu takip etmek istediler. Ece’nin soruları bitmiyordu, sorgulamaları sona ermiyordu. Efe her gün yanımızdaydı ama gözümün gördüğü sadece Ece’ydi. Nedense onunla çok az zamanım kalmış da her saniyemi onunla geçirmek istiyor gibiydim. Oysa dün sabah Ece bambaşka bir dilekle geldi.
“Annem de burada kalabilir mi abla?” diye sordu bana, “Bir masalda duymuştum, bazen anneler çocuklarını iyileştirebilirmiş...”
Haklıydı, onun bir annesi vardı ve her çocuk gibi annesini yanında istiyordu. Annesi her gün ziyarete gelse de gece sadece bir kişinin kalmasına izin veriliyordu. Üstelik ziyaret saatleri de çok azdı çünkü Ece’nin olabildiğince az kişiyle görüşmesi gerekiyordu. Doktoru yakında ziyaretlerin haftada bire düşürüleceğini söylüyordu.
“Annen gelirse ben burada kalamam güzelim.” dedim ona, “Ama doğru söylüyorsun. Annen seni iyileştirebilir...”
“Seni bir daha göremeyecek miyim?” demişti bana korkuyla kolumu tutarken.
“Elbette görebileceksin! Sadece burada kalamayacağım ama her ziyaret gününde geleceğim. Söz veriyorum.”
Bugün ise buradayım, Ece ile vedalaşmış ve gözyaşları içinde odasından çıkmak üzereyim. Nilüfer Hanım ve Efe beni koridorda bekliyordu. Ece’ye doğru dönüp ona son bir kez el salladım.
“Abla...” dedi bana yorgun bir sesle.
“Efendim tatlım?” dedim ona doğru dönerek. Elini yorganının altına uzattı ve orada bir şeyler aramaya başladı. Ben şaşkınlıkla onu izlerken aradığını bulmuş gibi gülümsedi.
“Bu senin olsun.” diyerek bana yorganının altından çıkardığı çiçek dürbününü uzattı. Ona şaşkınlıkla baktım.
“Ama sen bunu çok seviyorsun.” dedim hüzünle.
“Seni de çok seviyorum abla. İnsanlar en sevdiklerine en sevdikleri şeyleri verirler. Bir gün beni özlersen çiçek dürbünüme bakıp beni burada görebilirsin belki.”
Kurduğu son cümle öylesine içime dokunmuştu ki elim uzanmıyordu bile. Bir gün onu özlemek zorunda kalmak istemiyordum. Bir gün onu görmek için bir çiçek dürbününe bakıp onu o renkli görüntülerin arasında aramak zorunda kalmak istemiyordum. Bu haksızlıktı, insan sevdiklerini dilediği her an görebilmeliydi. Özlem dünyanın en büyük haksızlığıydı.
“Teşekkür ederim.” diyerek uzattığım elim titriyordu, sesimi ise zar zor toparlayabiliyordum, “Çok yakında birbirimizi özlemek zorunda kalmayacağız. Hiç merak etme. Ben şimdi gidiyorum, ben çıkar çıkmaz annen gelecek. Bana annenin telefonundan istediğin her an ulaşabilirsin. Tamam mı?” Gülümsemeye çalışarak başını salladı. Sanırım Ece her birimizden güçlüydü.
“Tamam abla. Efe Abi’mi benim için öper misin?” dediğinde ister istemez gülümsedim.
“Öperim.” dedim gülümseyerek.
Hem benim hem Ece’nin yüzünde birer maske vardı. Bu tamamen Ece’ye bir başkasından bir hastalık bulaşmaması için alınmış bir önlemdi. Eğildim ve maskemi çıkarmadan onu öptüm. Saçların okşadım ve ona birkaç saniye baktıktan sonra kapıya yöneldim. Sanki o birkaç saniye yüzünü hafızama sonsuz bir depolamayla kazımıştım.
“Görüşürüz ufaklık.”
“Görüşürüz ablacığım.”
Odadan çıkar çıkmaz yapmak istediğim tek şey kendimi koridora atıp yerlerde bağıra çağıra ağlamaktı ama elbette yapmayacaktım. Odadan çıkar çıkmaz maskemi çıkardığım an gözlerimin ilk gördüğü bana doğru yürüyen Efe’ydi.
“İyi misin?” diye sordu endişeyle, “Yüzün bembeyaz.”
“İyiyim, Ece annesini bekliyor.” derken görüş alanıma Ece’nin annesi Nilüfer Hanım girdi, telaşla bize doğru yürüyordu. Efe bana destek olmak istercesine kolumu tutarken Nilüfer Hanım’a döndüm.
“Sizi bekliyor,” dedim, “Bir ihtiyacınız olursa her zaman arayın lütfen. Ziyarete gelebildiğim her an geleceğim.” O kadar halsizdim ki gözlerimi zar zor açık tutuyordum.
“Hiç merak etme Mine. Kardeşine çok iyi bakacağım. İyileştireceğiz onu...” Nilüfer Hanım bana sıkı sıkı sarıldığı an kendimi çok çaresiz hissettim. Bana sarılan kadın kardeşimin annesiydi ama bana da bir anne gibi sarılıyordu. Bir annenin sarılması her daim bu denli güç verici miydi?
“Saat kaç olursa olsun, bizi her zaman arayabilirsiniz.” dedi Efe, “Lütfen bize her şeyi haber verin.”
“Merak etmeyin. Sizi habersiz bırakmam. Siz kızımın kahramanlarısınız...”
Nilüfer Hanım Ece’nin odasına girer girmez Efe’ye sarıldım. Gözyaşlarım Efe’nin krem rengi ceketine dökülürken o da ne diyeceğini bilemiyordu. Günlerdir oturup konuşmamıştık bile. Ben hep içime atmış, içimdeki ateşi büyütüp kendimi bir yangının ortasında bırakmıştım.
Her zaman yaptığın gibi, Mine...
Her zaman yaptığım gibi, İç Ses.
Artık anlamanın vakti geldi Mine. İçin zaten yanıyor. Söylemeyip içine attığın her söz birer odun parçası ve bu yangını büyütmekten başka işe yaramıyor. Konuş onunla. Söndür içini.
İç sesim haklıydı. Efe ile konuşmalıydım. Oradan oraya sürüklenen iç dünyam ancak Efe’nin söyleyeceği cümleleri duyarak sakinleşecekti. Oturup uzun uzun düşünmek lazımdı, konuşmak ve bir şeyleri düzeltmek lazımdı.
“Arabam otoparkta.” dedi Efe asansöre bindiğimizde, “Canını sıkmak istemediğim için günlerdir sana söylemedim ama dışarısı magazinci kaynıyor. Bora durumu idare etmeye çalışıyor ama durumlar çok can sıkıcı. Sosyal medyadaki ilgi arttıkça üstümüze gelme oranları da o ölçüde yükselmeye başladı. Şu işi elimden bir kaza çıkmadan bitirseydik...”
O da bunalmıştı, her halinden belliydi. Ne kadar yıprandığını ve yorulduğunu görebiliyordum. Resmen hayatına girdiğimden beri hayatı mahvolmuştu. Ona yaptığım şeyin tam olarak bu olduğunu hissediyordum, hayatını mahvetmiştim.
“Özür dilerim...” diye mırıldandım kendi kendime.
“Ne için?” diye sordu Efe şaşkınlıkla.
“Hayatına girdiğim için. Hayatındaki huzuru çaldığım için.” dediğim sırada Efe bana anlam vermeye çalışarak baktı.
“Umarım saçmaladığının farkındasındır.” dedi, “Hayatıma huzuru getiren sensin Mine. Bu huzuru bizden çalan tek şey benim aptal adımlarım.”
Efe konuşurken asansörden indik. Hemen önümüze çıkan araba Efe’nin arabasıydı. Kapımı açıp binmemi beklerken olabildiğince hızlı olmaya çalıştım. Efe kapımı kapatıp şoför koltuğuna geçtiği sırada ben kemerimi bağlıyordum. Arabaya biner binmez hızla yola çıktık. Konuşmamız ortada kalmıştı ama belli ki devam etmek için magazincilerden uzaklaşmayı bekliyorduk. Efe otoparkın içinde dolaştıktan sonra belki de hastanenin mimarı dışında kimsenin bilmediği alakasız bir çıkıştan çıkarken rahat bir nefes aldım. Çıktığımız yol bomboştu, hiçbir magazinci yoktu. Üstelik Efe’nin değil nereden geldiğini bilmediğim bir başkasının arabasındaydık. Camlar film kaplıydı, görünmemiz çok da olası değildi. Efe radyoyu açar açmaz elimi uzattım ve müziği sesini kıstım.
“Bir sorun mu var?” diye sordu, “Müziği sevmediysen kanalı değiştirebilirim.”
“Konuşmamıza devam edebilir miyiz artık?” diye sordum. Gülümsedi.
“Tabi, sormak istediklerin var sanırım.”
“Bu huzuru bizden çalanın senin aptal adımların olduğunu söyledin. Bu da ne demek Efe? Ne adımı?” diye sordum merakla.
“Bildiğin şeyler. Müziğimi yapar ve ünlü olmayı severim sanmıştım. O aptal sözleşmeyi bunu düşünerek imzalamıştım ve sonra şöhretin ne kadar berbat bir şey olduğunu görüp bundan kaçmaya çalıştım. Tüm bunların arasında sana aşık oldum. Oysa öyle aptal bir sözleşme imzalamışım ki o sözleşmenin dediklerini uygulamamak demek sadece benim değil annemin babamın bile elinde olan her şeyin gitmesi demek. Bütün ekibin, Bora’nın ve hatta Bora’nın hasta kızının bile zarar görmesi demek. Benim yüzümden bu kadar kişinin hayatının etkilenebileceği bir sözleşmeye o imzayı nasıl attım aklım almıyor. Nasıl bu kadar aptal olabildiğimi düşünüp duruyorum.” Efe’nin kendine öfkesi gözlerinden okunuyordu. Direksiyonu öyle sıkı tutuyordu ki sanki elleri direksiyonda değil de kendi boğazındaydı.
“Hepimiz böyle hatalar yaparız, hepimiz sonradan aptallık olarak nitelendireceğimiz birçok şey yaparız. Kendini suçlamaya daha ne kadar devam edeceksin Efe? Olan oldu, bırak da yaşayıp çıkalım şu işin içinden. Kafanın içinde kendinle kavga ede ede nereye kadar?” diye sordum öfkeyle. Onun kendisine olan öfkesi beni bile yormuştu.
“Bu kavgayı kazanana kadar...” dedi Efe. O an anladım ki onun kendisine olan öfkesi çok zor dinecekti.
“Kardeşim hasta Efe.” dedim, “Şu an söylediklerini düşünüp sana tavsiye verebilecek halde değilim, inan. Bana biraz zaman verirsen sana yardımcı olabilirim. Şu an iyi değilim.” Bu cümleler dudaklarımın arasından çıkarken sesim o kadar güçsüzdü ki bu söylediklerim Efe’yi üzmüştü.
“Özür dilerim,” dedi, “Bir aptallık daha yaptım. Şu durumda sana kendi saçma dertlerimi anlatmamalıydım.” Elini uzatıp kucağımda duran elimi tuttu.
“Özür dilemene gerek yok. Bunlar saçma dertler değil Efe. Sadece şu an cevap verebilecek halde değilim. Anla beni.”
O sırada Efe’nin eli elimi tutarken avucumun içinde duran çiçek dürbününe baktı.
“Bu ne?” diye sordu merakla, “Tanıdık geliyor.
“Ece’nin çiçek dürbünü. Görmüşsündür.” Gülümseyerek elimdeki çiçek dürbününü kaldırdım ve tek gözümü çiçek dürbününün ucuna dayadım.
“Ne gösteriyor?” diye sordu Efe, “Daha önce hiç çiçek dürbünü görmemiştim...”
“İçinde ışığın yansımasıyla oluşan rengarenk şekiller var, sen baktıkça hareket edip değişiyorlar. Al, bak.” diyerek kırmızı ışıkta durduğumuz sırada elimdeki çiçek dürbününü ona uzattım. Efe tek gözünü kapatıp dürbünün içine baktı ve hayranlıkla bana döndü.
“Muhteşem.” dedi, “Hayatımda gördüğüm en etkileyici şey bu. Senden sonra.”
Efe’nin hiç beklemediğim bir anda gelen iltifatı beni gülümsetirken çiçek dürbününü geri alıp derin bir iç çekişle kucağıma koydum. Aklım Ece’nin söylediklerindeydi.
“Ece çiçek dürbününü bana verirken beni özlediğin zaman bunun içine bak dedi. Bu cümle o kadar veda cümlesi gibi geldi ki kalbime oturdu resmen...” dedim sesim titrerken. Efe bir kez daha elini uzatıp elimi tuttu.
“Düşünme bunları.” dedi, “Ece’yi özlemen gerekmeyecek.”
“Elimde değil. İçim üşüyor sanki. Ruhum bir çıkış arıyor, ısınmak istiyor. Kendimi kışa maruz kalmış bir yaz çiçeği gibi hissediyorum. Yazı yaşamam gerekirken kışın ortasında oradan oraya savruluyorum sanki.” Kurduğum cümleler beraberinde gözyaşlarımı getirirken Efe’nin eli elimi daha sıkı tuttu.
“İçindeki yaz çiçeğini hak ettiği yaza kavuşturacağım Mine, sana söz veriyorum. Çiçek dürbünü bizim geleceğimiz olsun. Öyle parlak, öyle renkli ve öyle hareketli.”
O çaresiz anımda bu cümleyi kafamın içine öyle bir kazımıştım ki bir daha hiç unutmayacaktım.
Çiçek dürbünü bizim geleceğimiz olacaktı.
Öyle parlak, öyle renkli ve öyle hareketli...
Gözlerimi araladığımda yolun bir noktasında uyuya kaldığımı fark ettim. Bomboş bakan gözlerimin önündeki park bana evimize yaklaştığımızı hatırlattı. Doğrulup Efe’ye döndüm, yorgun yüzünü gördüğüm an onun yüzünün kalbimi kıpırdatan tek tük şeylerden biri olduğunu fark ettim. İkimiz de mutsuzduk. İkimizin de yaşama dair ihtiyacı olan her şey tükeniyor gibiydi. Kendimi ölü gibi hissediyordum. Derin bir nefes aldım ve gözlerim art arda değişen trafik ışıklarının üzerinde gezinirken içimden geçen ilk cümleyi kurdum.
“Efe... Bir gün biz de yaşıyormuş gibi hisseder miyiz sence?”
Efe başını çevirip gözlerime baktı, derin bir iç çekti ve sadece benimle konuşurken kullandığı o naif ses tonuyla beni yanıtladı.
“Ben onu sana baktığım her an hissediyorum Mine.”
Kurduğu cümlenin verdiği huzur beni içine çağıran bir yatak kadar dinlendiriciydi. Efe’nin cümlelerinin arasına kıvrılıp yatmak ve günlerce uyumak istiyordum. Eve iki sokak kala bir kez daha uyuya kalmıştım, gözlerimi bir anahtar sesi ile açtığımda ise dairemin kapısının önünde, Efe’nin kucağındaydım.
Hiç sesimi çıkarmadım. Gözlerimi tekrar kapattım. Uyandırılınca “Beş dakika daha!” diyen çocuklar gibiydim, Efe’nin kollarının arasından uzaklaşmamak için çocuklar gibi ağlayabilirdim.
Kapının eşiğinden geçip eve girer girmez kapıyı kapattı. Kucağındaki benimle birlikte yatak odasına doğru ilerlediğini anlayabiliyordum. Beni dikkatlice yatağa yatırdıktan sonra yanıma uzandı. Elleri saçlarımda gezinirken beni izlediğinden emindim. Benim gibi özgüvensizler için bu hem heyecan verici hem de oldukça rahatsız edici bir histi aslında. Ben bu iki hissin heyecan verici yanına tutunmayı seçtim, onun beni izlemesine izin verdim, gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim.
“Hayatım boyunca hayal ettiğim her şeysin...” dedi Efe sessizce, “Bu zamana kadar dayanmam gereken her acıya dayanma sebebim senmişsin. Meğer hayatın acılarıma ödülü senmişsin.”
Efe’nin burnu saçlarımın arasında dolaşırken kokumu içine çekiyordu. Heyecandan deli gibi atan kalbim nefes alışlarımı hızlandırırken kendimi tutamadım ve gözlerimi açtım. Gözlerim Efe’nin beni izleyen gözleriyle buluştuğunda bana hayranlıkla bakıyordu.
“Uyumuyordum.” dedim utanarak, “Sadece kucağından inmek istemedim, beni böyle sevmeni hissetmek istedim.”
“Biliyordum,” dedi Efe gülümseyerek, sonra derin bir nefes aldı ve parmakları saçlarımın arasında gezerken gözlerimi izlemeye devam etti.
Ben sırt üstü uzanırken o bana dönüktü, resmen Efe ile yan yana yatıyorduk. Eski Mine olsa Efe gittikten sonra bunu evin içinde çığlık ata ata tekrarlardı, Efe Duran ile yan yana yatıyorduk!
“Ne garip,” dedi Efe kendi kendine, “Gözlerine baktığımda her rengi görebiliyorum. Tek bir renk her renge bedel olabilirmiş, her rengi içinde taşıyabilirmiş... Aşık olunca.”
“Aşık olunca mı?” dedim nutkum tutulmuş bir şekilde. Bu kelimeyi ondan ilk duyuşum değildi ve bu nutkumun son tutuluşu da olmayacaktı. Bunu ondan her duyduğumda nutkum tutulunca.
“Aşık olunca...” diye fısıldadı alnını alnıma yasladığında.
Dudakları dudaklarıma yaklaştığı sırada neredeyse heyecandan bilincimi kaybetmek üzereydim ki kapının zilinin çaldığı duyuldu. O an evin içinde saf bir sessizlik oluştu. Zil sustu, Efe yüzüme bakıyordu ve ben heyecandan kıpırdayamıyordum. Efe bir kez daha dudaklarıma doğru eğilirken zil bir kez daha çaldı!
Hay evin ziline sokayım!
O kadar haklısın ki iç ses!
Efe doğrulup boğazını temizledi. Kendine gelmesi birkaç saniyesini aldı, ayağa kalktı ve başıyla kapıyı gösterdi.
“Ben gidip bakayım. Hemen dönerim.” dedi. Sesi heyecanlı mıydı yoksa bana mı öyle geliyordu?
“Tamam.” diyebildim sadece.
Efe öfkeyle kapıya doğru ilerlerken ben de doğruldum. Aynada kendi halime baktım, saçlarım dağılmıştı. Saçlarımı telaşla düzelttiğim sırada kapıdan gelen sesi duydum. Cümleleri seçemesem de bunun bir erkek sesi olduğunu anlayabiliyordum. Kimdi ki bu? Bana neden gelmişti? Saçlarımı apar topar düzelttikten hemen sonra kendimi koridora attım ve hızla kapıya ulaştım. O an şok içinde Efe’ye ve kapıya baktım.
“Doğukan?” diyebildim sadece.
Bu da nereden çıktı şimdi!
İnan hiçbir fikrim yok İç Ses!
“Selam! Yanlış bir zamanda mı geldim?”
Doğukan sırtında çantası ve yanında küçük valiziyle bize bakarken Efe’nin öfkeli yüzü bana doğru döndü. Ne diyeceğimi bilemez bir haldeydim, Efe’nin bakışları o kadar can yakıcıydı ki söze nasıl gireceğimi bilmiyordum.
“Tanıyor musun?” diye sordu öfkesini bastırmaya çalışarak.
“Evet,” diyerek başımı salladım, “Yurttan arkadaşım. Çok... çok yakın arkadaşımdı.” dedim gözlerim Doğukan’ın elindeki valize kayarken.
“Sana valizle gelecek kadar yakınmış sanırım?” dedi Efe sakin kalmaya çalışarak.
Hakikaten bu neden valizle gelmiş ki? Bu ne saçmalık? Şimdi çıldıracağım.
Derin bir nefes aldım ve sakince bir açıklama yapmaya çalıştım. Aslında açıklama yapması gereken kişi ben değildim, Doğukan’dı. En son geçen sene görüşmüştük, arada da mesajlaşıyorduk. Bu kadar. Yurttan ayrıldıktan sonra Manisa’ya taşınmıştı. Sonra geçen ay İstanbul’da bir işe gireceğini söyleyen bir mesaj atmıştı, bana işe girdiği ilk bir ay kendini toparlayana kadar yanımda kalıp kalamayacağını sormuştu. Ah, tabi ya! Ben de Efe’nin gidişiyle öyle bunalımlı bir andaydım ki nasıl olsa gelmez diye konunun uzamaması için kabul edip bir de adres göndermiştim!
Ne demek konu uzamasın diye kabul ettin Mine? Deli misin sen? Valizini alıp gelmiş işte!
Haklısın İç Ses, delinin tekiyim!
“Rahatsız ettiysem kusura bakmayın,” diye söze girdi Doğukan, “Mine’ye bir aylığına kendisinde kalabilir miyim diye sormuştum. O da kabul etmişti. O yüzden geldim aslında...”
“Kabul mu etmişti?” dedi Efe hayal kırıklığı içinde bana bakarken.
Doğukan’ın açıklaması her şeyi daha da mahvederken açıklama yapacak fırsatım bile olmadı. Efe şok, öfke ve hayal kırıklığı içinde bana dönerken kelimelerim tükenmişti. Kendimi bir anlığına onun yerine koydum. Ben olsam ne yapardım diye düşündüm. Efe’nin evinde kapıyı açsam ve kapıya valiziyle bir kadın gelse, bir aylığına Efe’de kalmaya geldiğini ve kendisini Efe’nin davet ettiğini söylese ne yapardım? İçimde hissettiğim öfke dağı taşı delecek boyuta ulaştığında anladım ki şu an Efe’ye ne açıklarsam açıklayayım beni dinlemezdi. Doğukan’a kalacak başka bir yer elbette bulunurdu ama asıl mesele benim onu buraya davet etmiş olmamdı, ona adresimi vermiş olmam ve bir aylığına kalmasına izin vermiş olmamdı.
Birçok şeyi aşmış, birçok şeyin içinden çıkmıştık ama bu seferki bir çiçek dürbününün içindeki görüntüler kadar karmakarışık ve çözülmesi zor bir durumdu. Bunun içinden çıkabilir miydik? Efe’nin öfkesini aşıp beni anlamasını sağlayabilir miydik? Bilmiyordum. En büyük korkum ise yine bir yanlış anlaşılma uğruna ondan bir saniye bile olsa ayrı kalmaktı.
Bir çiçek dürbününün içine bakıp o rengarenk şekilleri görmek, o şekiller arasında kaybolmak, kendini renkler arasında bulmaya çalışmak kolay olandır. Kendini her yerde bulmaya çalışabilirsin, bu kolaydır. Kendini bulabilmek ise zor olandır, mucizedir. Ben kendimi Efe’de bulmuştum, o benim için bir çiçek dürbünüydü ve onu kaybetmeyi bırakın kalbini kırmak bile o çiçek dürbününün içindeki renkleri soldurmak demekti...