3. Bölüm: Sahte

Beyza Alkoç

Annem buradaydı. Kış bahçesinin ışıklarının altında, güzel elbiselerini giymiş, takılarını takmış, kutlamadan dönmüş ve dans ediyordu.
Romantik müzik kış bahçesindeki iki kişinin etrafını sarmış, boş şarap kadehleri sehpanın üzerinde kalmıştı.
O gece benim için unutulmaz bir geceydi, hep de öyle kalacaktı. Çünkü annesini yıllar boyunca yapayalnız görmüş olan ben kış bahçesine adım attığım an onları dudak dudağa dans ederken görmüştüm.
Annem… ve Deha Yener.
Annem… ve Aziz Ata’nın ağabeyi.
O an anladım ki hayatlarımızda yeni bir dönem başlıyordu. Annem artık ömrümüz boyunca olduğu gibi yalnız değildi ve biz artık asla iki kişi olamayacaktık.
Kaderin keskin ipleri Baran’ın kaybı ile Deha Yener’i annemin hayatına çekerken birinin hayatına çekilen tek kişi annem veya Deha Yener değildi.
Aziz Ata’nın ağabeyi ve annemin ilişkisinden haberi var mıydı bilmiyordum fakat esas mesele şuydu ki, bu hikaye bizi bir araya getirmekten başka hiçbir şeye hizmet etmiyordu… Onları bir arada gördüğüm bu görüntü iyiye dair hiçbir şeye de hizmet edemezdi zaten. Biz bir araya gelecektik, gelmek zorundaydık çünkü ortada güzel bir aşk manzarasından ziyade çözülmesi gereken bir sorun, bir utanç tablosu vardı.
Çünkü Aziz Ata’nın aile fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla ağabeyi Deha Yener evli ve iki çocuk babasıydı… Ve şimdi ise karşımda, burada ve annemleydi. Her şeyden çok sevdiğim, herkesten çok güvendiğim ve örnek aldığım kadınla.

(BİR SAAT SONRA)
(Mathbonus – There Is Light in Us)
Evden uzaklaşalı bir saati geçmişti. Annemi Aziz Ata’nın evli ağabeyi Deha Yener ile evimizin büyük kış bahçesinde dudak dudağa görmek hayatımın en büyük travmaları arasında yerini alırken bir hışımla çıkmıştım oradan. Annem veya Deha Yener bana yetişemeden ayakkabı dolabındaki sırt çantamı sırtıma taktım ve bilinmezliğe doğru koşar adım uzaklaşmaya başladım. Sokağın sonuna doğru koştuktan sonra hiç durmadan, nereye gittiğimin ve ne yaptığımın bilinçsizliğinde caddenin karşısında kalan parka daldım. Ağaçların arasından geçtim, büyük basketbol sahasını geride bıraktım.
Kulaklarımda hissettiğim sessizlik uğultusu içimdeki bağırma isteği ile birleştiğinde öfkeden ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Kafamın içinde dönüp duran görüntüler öyle zıt ve öyle tezattı ki yaşadığım olayın gerçekliğine inanamıyordum. Bir yanda kızını korumak ve hiddetini göstermek için kocasının kafasını pilav tabağına yapıştıran o kadın ve bir yanda evli bir adamla yakınlaşan o kadın… Annem bu hale gelmiş olamazdı. Benim hayatımda gördüğüm en güçlü kadın, hayattaki en büyük örneğim bu hale gelmiş olamazdı…
Partiler, parti ışıkları, renkli aydınlatmalar ve konfetiler…
Para… Daha fazla para ve daha fazla para. Şık elbiseler, davetler, kadehler ve iltifatlar…
Sahte dünyanın sahte renkleri…
Kutlamalar, havai fişekler, müzikler, ve elbette yine… Konfetiler.
Parıltılar, ışıltılar, altın işlemeler ve gümüş kaplamalar…
İnsanın ruhunu kör eden yansımalar…
Sahte sevinçler…
Hayatın anneme getirdiği başarı ve şans onu tümüyle değiştirmiş olabilir miydi? Kutlamalar ve parıltılar gözlerini kör etmiş olabilir miydi? Bu kadar mı kaybetmişti kendini? Bu kadar mı kaybolmuştu konfetilerin arasında? Havai fişeklerin altında dans ederken mi unutmuştu kim olduğunu, asıl kimliğini, ruhunu? Sayılar arttıkça kadehler kaldırılmıştı, müzik sesleri yükselmiş ve iltifatlar çoğalmıştı. Renkli aydınlatmaların yansımaları ruhuna işlerken koruyamamış mıydı benliğini? Kalbinin içindeki gururun yerini konfetiler mi almıştı?
“Allah kahretmesin!”
Ağzımdan çıkan sessiz haykırış ayağıma takılan taşaydı. Beni sendeleten taşa bir tekme savurduğumda fark ettim ne kadar zaman geçtiğini ve evden ne kadar uzaklaştığımı. Telefonum çalıp duruyordu, telefonum hiç susmuyordu.
“KIRK YEDİ CEVAPSIZ ÇAĞRI. ON SEKİZ MESAJ.”
Derin bir nefes aldım. Parktan çoktan çıkmıştım, parkın önünde uzanan uzun caddeyi de geçmiş, o caddenin sonunda kalan geniş ve ağaçlı koşu yoluna ulaşmıştım. Beni nihayet ayağıma takılan o taş durdurduğunda nefes nefeseydim. Buraya ne kadar hızlı geldiğimi ve ne kadar zaman geçtiğini bile bilmiyordum ama öyle güç nefes alıyordum ki yere doğru eğilip olduğum yerde oturmak ve soluklanmak zorunda kaldım. Geniş koşu yolunun ortasında bir yerde oturup soluklandıktan sonra cebime attığım telefonumu bir kez daha çıkardım.
Cevapsız çağrılar ve mesajlar giderek artıyordu…
“ELLİ İKİ CEVAPSIZ ÇAĞRI. YİRMİ DÖRT MESAJ.”
Mesaj ve arama bildirimlerini yukarıya doğru kaydırdım ve rehberime girdim. Gecenin bu saatinde konuşmam gereken tek bir kişi vardı ve o kişi evli ağabeyini annemle sarmaş dolaş gördüğüm Aziz Ata’dan bir başkası değildi… Gözlerim saate kaydı. Saat gecenin 2’sini biraz geçmişti. Acaba uyuyor muydu? Uyuyorsa bile uyanmalıydı, burada ciddi bir durum vardı.
“AZİZ ATA YENER – Aranıyor…”
Telefon çaldı. Çaldı… Çaldı.. Ve dördüncü çalışında açıldı.
“Alo? Derin?”
Aziz Ata’nın sesi olabildiğince az çıkıyordu. Ne diyeceğimi bilemeyerek etrafıma bakındım. Koşu yolunun etrafını saran ağaçlardan ve önümde uzanan yoldan başka bir şey göremiyordum.
“Bu saatte aradığım için özür dilerim.” dedim.
“Baran’ın meselesiyle ilgili arıyorsan, sonuçlar hala gelmedi…”
“Hayır,” dedim, “Mesele Baran değil. Mesele biziz ve konuşmamız lazım.”
“Mesele biz miyiz?” diye sordu merakla, “Nasıl yani? Sen iyisin, değil mi? Sesin pek iyi gelmiyor.”
Kesik bir nefes aldım. Telefondan gelen hışırtı sesinden Aziz Ata’nın hareket ettiğini, hatta yürüdüğünü fark ettim.
“Eğer uyumuyorsan ve evde değilsen bir yerde…” diye mırıldandığım sırada sözümü kesti,,
“Sabah sınavım var,” dedi, “Fakültede kütüphanedeyim. Neredesin sen? Söyle, geleyim.”
“Fakültede…” diye mırıldandım, “Boğaziçi’ydi, değil mi? Ben gelirim. Dışarıdayım zaten, bir taksiye binerim şimdi.”
“Derin,” dedi Aziz Ata endişeli bir sesle, “Bu saatte taksiye filan binme. Neredesin sen?”
“Ben…” diyerek etrafıma bakındım, “Ben sana konumumu atarım.”
“Kütüphaneden çıkıyorum şimdi, arabam otoparkta zaten.”
Telefonu kapattığımda paramparça edilmiş bir kağıt parçası gibi hissediyordum. Öyle ince, öyle zayıf ve paramparça… Yerden kalkıp ağaçların arasındaki banklardan birine oturdum. Arka planda çalmaya devam eden telefonum ve artan cevapsız çağrı listem umurumda bile değildi. Ama bir yandan da Deha Yener’in il emniyet müdür olması sebebiyle beni kolayca bulabileceklerini biliyordum. Bu sebeple rahatsız edilmemek için mesajlar kısmına girdim ve anneme bir mesaj yazmaya başladım.
“Bu gece kafamı dinlemek istiyorum. Berfu’lara geldim, yarın konuşuruz.”
Sonra mesajlarımdan çıktım ve Berfu’yu aradım. Bu saatte uyumayacağını emindim. Ya dışarıdaydı, ya da dizi izliyordu… Telefon ikinci çalışında açıldığında arkadan gelen müzik sesinden anladığım kadarıyla dışarıdaydı.
“Alo!” diye bağırdı, sesi müzik sesini zar zor bastırıyordu.
“Berfu neredesin? Anneme sizde olacağımı söyledim, haber vermek için aradım.”
“Bizde mi?” dedi bağırarak, “Ha, tamam! Sorun yok, anneme senin bizimle partide olduğunu söylerim. Zeren teyze izin vermedi diye evde olduğumuzu söylemesini rica ederiz, o bir şey demez.”
“Ne partisindesin sen? Bu aralar hepiniz bir kafayı yediniz ya. Neyi kutluyorsunuz şimdi güneşin doğuşunu mu?”
Berfu ufak bir kahkaha attı.
“Geçen gün de senin doğum günündeydik Derin’ciğim hatırlatırım. Bu gece de bizim sınıftan bir çocuğun doğum günü, Mete’nin… Dünya da burada. Ayrıca sen neredesin de annene yalan söyledin? Gelmek ister misin partiye?”
Kendi kendime omuz silktim.
“Evde biraz bunaldım, kütüphaneye geldim.”
“Bunaldın mı? Bir şey mi oldu?”
“Sayılır… Sonra anlatırım. Şimdi kapatayım, kütüphanede daha fazla konuşamıyorum.”
“Tamam, tamam ama ben sana konum atayım bak kütüphanede sıkılırsan kalk gel. Biz sabaha kadar buradayız, kahvaltı yapıp öyle dağılırız gibi duruyor.”
“Tamam, size iyi eğlenceler. Görüşürüz.”
Berfu ile olan telefon konuşmamı sonlandırdıktan sonra arkama yaslandım. Annem kendince “rezillik yaşanmaması adına” kalkıp da Berfu’lara gitmezdi, en fazla Berfu’yu ya da annesini arar ya da mesaj atardı.
Orada ne kadar oturdum, kendi kendime kafamın içindeki çıkmaz sokakların içinde ne kadar dolaştım bilmiyorum ama koşu yolunun yanında kalan caddede duran bir arabayı fark etmemle ayağa kalkmam bir oldu. Yola doğru dönüp ağaçlara yöneldim. Caddeye çıkıp kaldırım kenarında duran arabanın içine merakla bakarken arabanın camları açıldı. Ve Aziz Ata karşımdaydı…
“İnip yanına geliyordum,” dedi, “Bize kahve aldım.”
Koyu gri lüks arabasının bardak tutucusunda duran iki karton kapaklı bardağa baktım. Sonra gözlerim Aziz Ata’ya kaydı. Uykusuz gözlerine rağmen hala etkileyici görünüyordu. Üzerinde siyah, salaş, marka bir eşofman takımı vardı.
“Hiç inme,” dedim, “Konuştuktan sonra ben inerim.”
Arabanın kapısını açtım ve Aziz Ata’nın yan koltuğuna oturdum. Yüzüme merakla bakarken arabanın radyosunda sessiz bir müzik çalıyordu.
“Evet,” dedi, “Nedir seni bu saatte buralara getiren ve beni aratan?”
“Ağabeyin…” dedim.
Aziz Ata yüzüme soran gözlerle baktı.
“Ağabeyim?” Başımı salladım.
“Bu akşam kötü bir şeye şahit oldum,” diye söze girdim, “Ağabeyin ve annem… Kış bahçemizde dudak dudağa gördüm onları.”
Aziz Ata şaşkınlıkla güldü.
“Dur, dur, dur.” dedi, “Bir şey mi içtin sen?”
Gözlerimi devirdim.
“Aynen!” dedim, “İçip içip sana geldim Aziz Ata. Çünkü deliyim ben.”
“Tamam kızma,” dedi, “Olabilir böyle şeyler. Şimdi seni evine bırakırım, güzelce uyur uyanır, kendine gelirsin.”
“Yahu ne içmesi?” dedim öfke ile, “Oradan bakınca aklım başımda değilmiş gibi mi duruyor?”
Aziz Ata bana uzun uzun baktı. Aklımın başımda olduğundan emin olamıyor gibiydi.
“Bak,” dedi en sonunda, “Benim ağabeyim evli. İki tane de yeğenim var. Ve yengemi asla aldatmaz.”
Sinir bozukluğuyla güldüm. Harika. Tüm bunlara şahit olduğum yetmezmiş gibi şimdi bir de yalan söylüyor olmuştum.
“Pekala,” dedim, “O zaman bir ikizi filan olmalı çünkü ben ne gördüğüme eminim. Bak…” dedim sakinleşmeye çalışarak, “Sen de bana gelip böyle bir şeye şahit olduğunu söylesen ben de sana asla inanmazdım. Annemin bunu yapacağına ölmeyi tercih edeceğini düşünürdüm ama yapmış işte.”
“Derin…” dedi Aziz Ata, konuşmaya devam edecekti ki sözünü kestim,
“Ben annemi bu ilişkiden vazgeçirmek için her şeyi yapacağım, sen de ağabeyinle konuş, uzak dursun annemden.”
Artık gerilmeye başlamıştı, yalan söylediğimi ya da gerçekten sarhoş olduğum için saçmaladığımı düşündüğüne emindim.”
“Derin sen sağlıklı düşünemiyorsun.” dedi, “Ben ağabeyimin karısını aldatmayacağına eminim. Anneni ağabeyime benzeyen bir başkası ile görmediğine emin misin?”
Ona bir süre bomboş bir ifade ile baktım. Bana ağabeyinden emin olduğunu, annemi bir başkası ile görüp karıştırmış olabileceğimi söylüyordu. Derin bir nefes aldım. Belli ki onu arayarak hata yapmıştım.
“Sana iyi çalışmalar.” dedim, “Umarım yarınki sınavını geçemezsin.”
Arabanın kapısını öfkeyle açıp aynı öfke ile çarpıp kapattım.
“Derin!” diye seslendiğini duydum arkamdan.
Ben cadde boyunca yine bir bilinmezliğe doğru ilerlerken Aziz Ata da kendi kapısını açıp arabadan inmiş, peşimden geliyordu. Ben bir taksi bulma umuduyla etrafıma bakınarak yürürken arkamdan yaklaşıp kolumu tuttu ve beni kendisine çevirdi.
“Bırak beni!” dedim öfkeyle.
“Derin, iyi değilsin sen. Hadi gel, bin arabaya da annene götüreyim seni.”
Karanlık yolu aydınlatan trafik ışıklarının altında yapayalnızdık. Aziz Ata kolumu nazikçe tutmuş bana endişeli bakışlarla bakıyordu. Üstelik artık gergindi de.
“Seni bana bakıcılık yap diye aramadım Aziz Ata.” dedim, “Seni aramamın sebebi ağabeyine annemden uzak durması gerektiğini söylemekti ama madem inanmak istemiyorsun, yaşa da gör o zaman.”
“Tamam,” dedi öfkeyle, “Tamam Derin ne diyorsan de, istersen yalan söyle istersen küfür et ama seni gecenin bu saatinde burada tek başına bırakacak halim de yok. Seni evine götüreceğim.”
Aziz Ata beni endişeyle arabasına yönlendirmeye çalışırken caddenin başından giriş yaptığını gördüğüm bir taksiye el işareti yaptım.
“Bırak beni!” dedim bir kez daha, kolumu çekip ondan kurtardım ve koşar adım taksiye doğru ilerledim.
Aziz Ata ise artık benim için daha çok endişeleniyor gibiydi, delirdiğimi filan düşünüyor olmalıydı ama o an tek isteğim herkesten ve her şeyden uzaklaşmaktı. Taksiye bindim ve “SÜR!” dedim sadece, “Siz dümdüz gidin, ben tarif edeceğim.”
Aklıma gelen ilk yere gitmeye karar verdim. Berfu’nun belki onlara katılırsam diye gönderdiği konumu açtım ve tarif etmeye başladım. Zaten yirmi dakikalık bir mesafedeydi ve cevapsız çağrılar listemin müdavimlerine biri daha eklenmişti, Aziz Ata…
“Şuradan, tabelanın oradan sağa döneceğiz.” diye mırıldandım.
“İlerideki göbekten üçüncü çıkışa gireceğiz… Oradan yukarı doğru çıkarsınız.”
“Tam şu ilerideki ev. Kapısı siyah olan villa.”
Bir telefonuma bir ön cama bakarak tarif ettiğim yol hızla geçip gitti. Taksicinin parasını eline saydıktan sonra çantamı alıp hışımla taksiden indim ve villanın büyük siyah kapısının önünde durup bir yandan zile basarken bir yandan da Berfu’yu aradım. Telefon kulağımdayken kapı açılıverdi. Karşımda kırklı yaşlarda bir kadın vardı, elindeki tepsiden ve kıyafetlerinden anladığım kadarıyla kadın evdeki yardımcılardan biriydi.
“Merhabalar,” dedi ve soran gözlerle bana baktı.
“Ben… Partiye gelmiştim. Doğum günü partisine.”
Kadın beni baştan aşağı süzdü. Hiç de partiye gitmek için çıkıyor gibi hazırlanmamıştım tabi. Daha çok uykudan uyanıp da gelmiş gibiydim. Yine de bir şey diyemedi, kapıyı biraz daha açıp beni içeri buyur etti.
Eve girdiğim anda gürültülü bir müzik ağının içinde buldum kendimi. Parti ışıkları evin her yerini rengarenk aydınlatırken gözlerim tanıdık bir yüz arıyordu. Üzerimdeki koca mont ile evin içindeki şıkır şıkır giyinmiş misafirlerin bakışlarını üzerime toplasam da montumu çıkarsam daha çok dikkat çekecektim.
“Pardon,” diye mırıldandım, “Affedersiniz…” Kalabalığın arasından geçmeye çalışırken gözlerim hala tanıdık bir yüz arıyordu ve nihayet tanıdık bir yüz gördüm!
“Dünya!” diye seslendim.
Dünya Can köşede durmuş birkaç kişiyle sohbet ederek bir şeyler atıştırıyordu. İsmini sesimden duyduğu an gözleri şaşkınlıkla bana çevrildi. Sonra üzerimdeki kıyafetleri görünce şaşkınlığı daha da arttı ve yanındakilere bir şeyler söyleyip bana yöneldi.
“Derin!” dedi gülerek, “Seni kim kostümlü parti diye kandırdı?”
“Annen.” dedim öfkeyle.
Bir anda kalakaldı.
“Şakaydı,” dedi, “Özür dilerim. Gel, Berfu’yu bulalım. Ne oldu, iyi misin sen? Gergin görünüyorsun.”
“Sonra anlatırım…” diye mırıldandım, “Moralim bozuk biraz. Kafa dağıtmaya geldim. Evden aceleyle çıktım.”
“Tamam, gel güzelim gel,” dedi Dünya, kolunu omzuma attı ve öylece yürümeye başladık, “Berfu şurada, bak.”
Gözlerim Dünya’nın gösterdiği yere çevrildi, Berfu salonun havuza bakan büyük penceresinin önündeki geniş koltukta oturmuş bir erkek ile sohbet ediyordu. Başı çevrilip de beni gördüğü an gözlerine inanamadı.
“Derin!” diye seslendi ve oturduğu yerden kalktı, üstelik yanındaki çocuğa açıklama bile yapmadan kalktı.
“Selam,” diye mırıldandım, “Keyfinizi bozmaya geldim.”
“Neden öyle diyorsun?” diye sordu Berfu endişeyle, “Ne oldu sana? Annenle mi tartıştınız, telefonda da anlatmadın.”
“Sonra anlatırım. Moralim bozuktu, kafa dağıtmaya geldim.”
“O zaman…” dedi Berfu, yanından geçen yardımcı kadının tepsisinden bir bardak kokteyl aldı ve bana uzattı, “Sen artık reşitsin. İçebilirsin.”
Bardağa iğrenerek baksam da hayır demekle bile uğraşamayacağımı düşünerek aldım.
“Hadi gelin,” dedi Dünya, “Şu köşeye geçelim de konuşalım.”
“Eski günlerdeki gibi.” diye ekledi Berfu gülümseyerek.
“Eski günlerdeki gibi.” diye mırıldandım…
Birlikte salondaki uzun yemek masası bir kenarına geçtik. Dünya ve Berfu bana partideki herkesi tanıtıp bir yandan da dedikodularını yaparlarken ben boş gözlerle onları dinliyordum. Geleli çok olmamıştı ama şimdiden kafam dağılmaya başlamıştı.
“Şu,” dedi Berfu sessizce, “Pembe elbiseli olan kızın adı Uzay. Az önce Dünya’nın yanına gelip şey demiş… ‘Merhaba Dünya ben Uzay!”
Berfu büyük bir kahkaha atarken kendimi tutamayıp güldüm. Dünya da keyifle kuruyemiş yiyordu.
“Peki sizin bana doğum günümde Baran’ın kaybından dolayı vicdan azabı yaptırıp şimdi bir başka partide olmanız…” diye mırıldandım. Berfu gözlerini devirdi.
“Biz sana vicdan azabı yaptırmadık kızım, biz sadece partiyi düzenleyen siz olduğunuz Baran’ın ailesine ayıp olur mu diye düşündük. Beren Teyze hala toparlayamadı kendini, bir rehabilitasyon merkezine yatıracaklarmış bu hafta. Depresyondan çıkamıyormuş kadın…”
Huzursuzca iç çektim. Bunca derdin arasında bu gece uğraştıklarımı bilselerdi ne derlerdi acaba?
“Dün akşam yine arayıp durdum Baran’ı…” dedi Dünya, “Arada bir geliyor böyle iki saat boyunca onlarca kez arıyorum. Sanki denk gelir de açarmış gibi.”
Hareketli müzik final kısmından sonra durdu ve Billie Eilish’in Lovely şarkısı çalmaya başladı.
“Kalbim camdan, aklım taştan.” diyordu şarkı.
“Bir yol buldum sandım, bir çıkış yolu bulduğumu sandım…”
Renkli parti ışıkları müziğin ritmine göre yavaşlıyor ve hızlanıyordu. Işıklar bir süreliğine yavaşladı, ortam sessizleşti, birkaç çift ortada dans ederken birkaç kişi de yavaş yavaş salınıyordu. Sessiz sohbetler kulaklarımıza ulaşırken partideki çoğu insanın aslında pek de mutlu olmadıklarını fark ettim.
Bu üzgün bir partiydi.
Kimse aslında mutlu değildi…
Gözlerim uzun yemek masasının karşısındaki büyük aynaya takıldı, yansımama baktım ve kaküllü siyah saçlarımın altında kalan makyajsız ve renksiz yüzümü gördüm. Parıltılı ve renkli bunca elbisenin arasında, buradaki en renksiz şey bendim.
“Sanırım, artık…” dedi Berfu, “Baran’ın geri dönmeyeceğini kabullenmemiz gerek.”
“Gerçekten mi?” diye sordum alınarak, “Onu bir anda unutacak mıyız?”
“Unutalım demiyorum.” Berfu hüzünle bana baktı, “Tabi ki unutmayacağız, onu hep hatırlayacağız. Ama bazı şeyleri de kabullenmemiz gerekiyor.”
Dünya başını salladı, “Hiçbir haber yok, hiçbir hareket, hiçbir ses yok…”
“Aslında bir şey var.” dedim ve önümdeki kokteyli bir anda kafama diktim.
“Şşş, sakin!” dedi Dünya şaşkınlıkla, “Bu öyle kafana dikebileceğin bir şey değil?”
Uzandım ve yanımızdan geçen yardımcı kadının elindeki tepsiden bir bardak daha aldım.
“Tamam, bir şey yok…” dedim öksürerek.
“Dur içme şunu,” dedi Berfu, “Cümleni tamamla önce. Aslında bir şey var da ne demek? Baran ile ilgili bir gelişme mi oldu?”
Başımı salladım.
“Gelişme denir mi bilmiyorum,” dedim ve biraz daha öksürdüm, “Ama defterimde bir şey buldum ben. Bir not buldum.” Berfu merakla kolumu tuttu.
“Ne notu?”
“Not defterime bir not bırakılmış, el yazısının Baran’a ait olduğuna eminim ve yalnızca iki kelime yazmış…”
“Ne yazmış kızım söylesene.” dedi Dünya telaşlı bir sesle.
“BUL BENİ.” dedim ve ikinci bardağı kafama diktim.
“Bul beni mi?” Berfu şaşkınlıkla bana baktı, Dünya ise o sırada elimdeki bardağı çekip aldı ve sorularını sormaya başladı.
“Baran kaybolduktan sonra sana not mu bırakmış? Okuldan birileri yapmış olmasın? Dalga geçmek için filan…”
“Onun el yazısı olduğuna eminim. Kaybolmadan çok önce bırakmadığına da eminim çünkü o defteri çok sık kullanırdım. Ben yeni bulduğum için zamanını tam olarak bilemiyorum ama defteri polise verdim…” dedim ve içtiğim kokteylin verdiği cesaretle ekledim, “Ayrıca o polisin de ebesinin…”
“Dur kızım dur ne oldu şimdi?” Dünya şaşkınlıkla kahkaha attı ve beni susturdu.
“Bak hemen çarptı seni,” dedi Berfu, “İçme artık, bırak. Sen doğru düzgün anlat şu olayı. Polis ne dedi? El yazısını karşılaştırdılar mı?”
“Laboratuvara gönderdiler. Sonuç gelmedi. Gelirse de bana söylerler mi bilmiyorum ama anneme söyleyeceği kesin.”
“Ne demek şimdi bu?” diye sordu Berfu.
Tam o sırada partideki kalabalığın arasında bir açılma olduğunu fark ettim. Kalabalığın arasına yeni biri girmişti ve insanlar onun geçmesi için bir alan açıyor gibilerdi. Gözlerim merakla kalabalığı takip ederken radarıma tanıdık bir yüz girdi.
Aziz Ata.
Dağınık saçları ve salaş eşofman takımıyla partideki şık insanların arasında beni yansıtan tek kişi gibi karşımdaydı ve buraya beni bulmak için geldiği fazlasıyla netti.
“Ben geliyorum…” diye mırıldandım.
“Nereye?” dedi Berfu merakla.
Başımla kalabalığın ortasında duran Aziz Ata’yı işaret ettim. Ayağa kalktım ve sendeleyerek masaya tutundum.
“Bir arkadaşım gelmiş…” dedim, “Konuşur gelirim.”
Berfu ve Dünya’yı arkamda bırakıp gözlerini üzerimden ayırmayan Aziz Ata’ya doğru yürüdüm. Tam önünde durduğumda etrafımızdaki dans eden şık insanların arasında salaş ev kıyafetlerimizle ortamın tam zıttıydık.
“Beni nasıl buldun?” diye sordum zar zor, başımın döndüğünü hissediyordum.
“Taksiyi takip ettim.” dedi, “Belki bir akrabana gelmişsindir diye rahatsız etmemek için içeri girmedim önce ama ellerinde kadehlerle terasa çıkan rüküş insanları görünce içeride bir parti olduğunu anladım.”
Etrafıma bakındım.
“Gel,” dedim, “Terasa çıkalım. Burada çok ses var.”
Büyük cam kapılara doğru yürüdüğüm sırada Aziz ata da beni takip ediyordu. Cam kapının açık aralığından terasa çıktım ve birkaç adım atıp havuza bakan terasın korkuluklarına yaslanıp ona döndüm. Hava ılık ama rüzgarlıydı. Kaküllerim terasa çıktığım an uçuşmaya başlayınca elimi uzatıp saçlarımı düzelttim.
Aziz Ata ellerini kapüşonlusunun ceplerine koymuş, tam karşımda durmuş beni izliyordu.
“Demek beni takip ettin…” dedim, “Bunu neden yaptın?”
“İyi görünmüyorsun Derin. Gecenin bu saatinde taksiye binip çekip gittin, seni bu halde kendi haline bırakmayacaktım tabi ki.”
“Ohooo!” dedim elimi sallayarak, “Sen hayatını beni kurtarmaya mı adayacaksın bundan sonra? Salsana.”
Aziz Ata yüzüme bomboş gözlerle baktı.
“Sen alkol mü aldın?” diye sordu.
“İşte bu da seni ilgilendirmez mesela.” dedim, “Seni benimle ilgili ilgilendirebilecek tek şey ağabeyin ve annemin yasak ilişkisi. Sen de bununla ilgilenmedin.”
Aziz Ata oflayarak havuza baktı. Elini götürüp alnını ovdu ve gözlerini ovuşturdu.
“Bak,” dedi Aziz Ata, “Tamam, bu meseleyi yarın konuşalım. Gel seni evine bırakayım, sonra da okula dönüp sınavıma çalışmaya devam edeyim. Tabi müsaade edersen.”
“Ya sen beni gerçekten salsana, nedir bu eve bırakma merakın?”
“Derin,” dedi gergin bir sesle, “Daha birkaç gün önce reşit oldun, belli ki hayatında ilk kez alkol almışsın zar zor ayakta duruyorsun. Ya anneni arayıp yerini haber vereyim ya da gel seni evine götüreyim. Çünkü bu iki seçenekten bir başkası olmayacak. Seni bu gece bu halde dışarıda bırakmayacağım ben.”
“Of!” dedim, “Sen gidip sınavına çalışsana ya. İnek.”
“Ne?” Aziz Ata şok içinde yüzüme baktı ve kendini tutamayıp sırıttı.
Onun güldüğünü görür görmez gözlerimi devirdim ve konuşmaya başladım.
“Bak cidden, sen git, sınavına çalış. Ben de bu gece arkadaşımda kalırım, yarın konuşuruz. Tamam mı? Hadi güle güle.”
İçeriye doğru bir adım attım ki Aziz Ata beni bir kez daha durdurdu.
“Onların durumu da senden pek farklı değil.” dedi, “Hepsinin kafası bir milyon.” Başıyla içeriyi gösterinde umursamazca omuz silktim.
Aziz Ata huzursuz bir nefes aldı ve pes edercesine sordu.
“Sen şimdi bu gece eve gitmek istemiyor musun?” Başımı salladım.
“İstemiyorum.” dedim.
“Tamam, o zaman yapacak bir şey yok. Seni bu halde bırakıp sabah kötü bir haber almak istemiyorum.”
“Eee?”
Derin bir nefes aldı ve tek nefeste konuştu.
“Benimle gel.”
“Nereye?” diye sordum şaşkınlıkla.
“Fakülteye,” dedi, “Kütüphaneye. Ben ders çalışacağım, sen uyuyacaksın.”
Yüzüne uzun uzun baktım, bu sefer pes eden bendim ama bu zorla verilmiş bir pes etme kararı değildi. Aslında bakarsanız ben de bu ortamda durmak, buradaki sahte neşeye ortakmış gibi görünmek istemiyordum. Başımı salladım ve teslim oldum.
“Tamam,” dedim, “Gidelim.”
O gece oradan, o partiden Aziz Ata ile birlikte çıkıp gittik. Onun arabasının yan koltuğunda uyuklayarak müzik dinlediğim ve Boğaziçi Üniversitesi’ne yol aldığım o gece belki de kendimi hayatımda bu denli dağınık hissettiğim ilk geceydi. Dağılmıştım ve dağıtmıştım.
Bir ışık hüzmesinin önüne gelen engelle dağılması gibi…
Arabadan indikten sonra üniversitenin kütüphanesine doğru giden basamakları yürüyerek geçtiğimiz o yol bana kısacık geldi. Esneyip duruyordum. Kütüphaneye girdikten sonra Aziz Ata’nın yönlendirmesiyle kütüphanenin üst katına çıkıp pencereye yakın masalardan birine geçtik.
“İç bunu.” diye fısıldadı Aziz Ata bana bir karton bardak kahve uzatırken.
“Bu nereden çıktı şimdi?” dedim, “Sen hangi ara aldın bunu?”
Aziz Ata gülmemek için dudaklarını birbirlerine bastırdı.
“Girmeden kapıdaki makineden aldık ya,” dedi, “Beraber.”
“Beraber mi?”
“Evet.“ dedi gülerek, “Gerçi sen o ara kafanı koluma koymuş uyukluyordun… Kaçırdın demek ki.”
“Peki niye gülüp duruyorsun sen Aziz Ata Yener? Komik mi görünüyorum?” Sonra durdum, Aziz Ata’nın masasındaki kitaplara yöneldi bakışlarım.
“Suç Psikolojisi…” diyerek kitaplardan birinin ismini okudum, “Suç Bilimi… Neymiş şu? Suçun Aşamaları…”
“Vereyim oku bir tanesini.” dedi alaycı bir ifadeyle.
“Yok sağ ol, ben masada uyurum daha iyi.”
Esneyerek önümdeki kahveden birkaç yudum aldım ve başımı masaya yasladım. Bir yandan başım masada uyuklarken bir yandan da arada gözlerimi açıp Aziz Ata’yı izliyordum. Kitaplarını ciddiyetle inceleyişi, önündeki kağıtlara not alışı… Kariyere adanmış bir hayat.
“Ne istiyorsun bu hayattan?” diye sordum ona başım masada uyuklamaya devam ettiğim sırada, “Ne için bu çaba?”
Başını çevirdi, masada uyuklayan beni bir süre izledikten sonra ayağa kalktı ve sandalyesinin arkasına astığı kabanını alıp sırtıma örttü. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım. Son duyduğum şey Aziz Ata’nın çevirdiği sayfanın sesiydi…
Sabah sırtımda hissettiğim el ile gözlerimi açtığımda karşımda gördüğüm bir çift göz son zamanlarda maruz kaldığım o güzel iki gözdü.
“Günaydın,” dedi Aziz Ata, “Kahvaltınız hazır Derin Hanım.” Kaşlarımı çatarak doğruldum ve şaşkın gözlerle etrafıma bakındım.
Önümdeki tepside kaşarlı bir tost ve bir bardak çay duruyordu. Gözlerimin ve dudaklarımın şiştiğine emindim. Dün gece neler olduğunu ise detayları hatırlayamasam da genel olarak her şeyin bilincindeydim.
“Günaydın,” dedim, “Sen yemiyor musun?”
“Ben yedim. Seni uyandırmayayım dedim ama sınav saatim gelmek üzere. Sen kahvaltını yap ve bir yere kaybolma. Ben gelince birlikte çıkarız, seni eve bırakırım.” Başımı salladım.
“Sınavda bol şans…” diye mırıldandım, “Her şey için teşekkür ederim… Ve özür dilerim.”
“Özür mü dilersin?” diye sordu soran gözlerle. Başımı salladım.
“Özür dilerim,” dedim, “Sana inek dediğim için.”
Aziz Ata’nın dudak kenarları yukarı doğru kıvrıldı.
“Hatırlıyorsun yani.” dedi, “Her şeyi…”
“Başka ne yaptım bilmiyorum, yani hatırladığım şeyler var ama… Bu en kötüsüydü sanırım. Eğer bu en kötüsü değilse başka bir şey hatırlatma bana, lütfen!” Ellerimi utançla yüzüme götürdüm.
“Tamam, tamam,” dedi, “Merak etme, hatırlatmam.”
“Of, bu daha kötüsünü de söylediğim anlamına geliyor ama!”
Aziz Ata güldü ve çantasını toparlarken başıyla önümdeki tepsiyi gösterdi.
“Kahvaltını yap.” dedi, “Bir saate gelirim.”
O yanımdan ayrılır ayrılmaz çayımdan bir yudum alıp telefonuma yöneldim. Gelen mesajlara, aramalara hızlıca göz attım. Annemden gelen mesajları okumadan ona bir mesaj yazmaya karar verdim.
“Birkaç saate evde olurum, kahvaltıdayız.”
Ne olursa olsun onu merakta bırakmaktan nefret ediyordum. Keşke içimdeki sorumluluk hissinin yüzde biri onda olsaydı da bunu bize yapmasaydı. Telefonumu masaya bırakıp tostumdan bir ısırık aldım. Bir yandan pencereden fakültenin bahçesini izlerken bir yandan kahvaltımı yapıyordum. Gözlerim merakla yan masaya kaydı. Aziz Ata’dan geriye kalan birkaç kaleme ve birkaç kitaba baktım.
“İnek dedim çocuğa ya…” diye söylendim kendi kendime, “Ne aptalım.”
Kahvaltımı yaptıktan sonra oturduğum masadan kalktım ve kütüphanenin tuvaletine gitmeye karar verdim. Ne halde olduğumu bile bilmiyordum. Aziz Ata’nın üzerime örttüğü kabanı kaybolmasın diye montumun üzerine giydim. Beni bu halde görse kahkaha atacağına emindim.
“Kolay gelsin.” Tuvalette temizlik yapan görevliye selam vererek içeri girdim ve aynanın karşısına geçtim.
Darmadağınık olmuş saçlarımı ellerimle düzelttikten sonra yüzümü birkaç defa yıkadım. Sonra da kağıt havlu ile kuruladım ve esneyerek kütüphaneye döndüm. Aziz Ata’nın masasından uzaklaşmadan raflara bakınmaya başladım. Kitapların aralarında gezindim, elime gelen birkaç kitabı açıp inceledim. Elime aldığım kitaplardan birinin içinden rastgele bir sayfa açtım ve bana bir mesaj vermesini dileyerek rastgele bir paragrafı seçtim.
“Seni boğan düğümleri ellerinle her açtığında, gücüne bir ilmek atıyorsun aslında.
Kötüyü yıkıyor, iyiyi inşa ediyorsun.
Terse yatan saçlarını düzeltiyor, suyu ısıtıyor, yerleri siliyor, evini topluyorsun,
ve bunların hepsi kafanın içinde, anlıyor musun?” (Kaynak : Kalp Muhafızı)
Hüzünle gülümsedikten sonra kitabı yerine bıraktım. Rafların arasında biraz daha dolaştım. Çocuk kitaplarına göz attım, ansiklopedilere, dergilere ve fantastik romanlara… En sonunda raftan bir romanı daha çekip aldığımda birinin bana yaklaştığını hissettim.
“Selam,” dedi kalın sesiyle, “Kaban tanıdık geldi ama…”
“Ah!” diyerek kitabı bıraktım ve kabanı çıkarmaya yeltendim.
“Çıkarma,” dedi gülerek, “Şakaydı. Bu arada çok yakışmış.”
“Teşekkür ederim, ben dolaşırken ortada kalmasın diye üzerime geçiriverdim. Yani kabanını korumak için aslında…”
“Benim dün gece sana yapmaya çalıştığım şeyi sen de şimdi kabanıma yaptın yani.”
“Evet,” dedim imalı bir sesle, “Onu korumak için kendimle birlikte buraya sürükledim.”
“İyi yapmışsın…” dedi, “İyi yapmışız…”
Gülerek önüme döndüm ve rafa geri bıraktığım kitabı düzeltmek için elimi rafa uzattım.
“Sınavın nasıl geçti?” diye sordum.
“Dileğin tutmadı.” dedi.
“Ne dileği?”
“Dün gece bana kızıp sınavı geçemezsin umarım demiştin ya, geçeceğim.”
Başımı önüme çevirip utanarak derin bir nefes aldım. Dün gece ben bu çocuğun annesine bile küfür etmiş olabilirdim, biliyorsunuz değil mi?
“O…” dedim, “Şakaydı.”
“Pekala…” dedi, “Sana bir haberim var.” Merakla ona döndüm.
“Neymiş o?”
“Laboratuvardan haber geldi.” Cümlesini duymam ve elimdeki kitabı düşürmem bir oldu.
“Baran’ın defteri hakkında mı?” diye sordum. Başını salladı.
“Evet,” dedi, “Yazı Baran’a ait. Net tarih veremiyorlar ama en az bir aylık, en fazla beş haftalık…”
“Yani kaybolmadan hemen önce ya da kaybolduktan hemen sonra.” dedim. Nutkum tutulmuştu.
“Aynen öyle,” dedi, “Kaybolmadan hemen önce ya da kaybolduktan hemen sonra.”
Elimi huzursuzca boğazıma götürdüm ve boynumu ovdum. Arkamdaki kolonlu kitaplığa yaslanıp çaresizce etrafıma bakındım.
“Bu işin içinden öyle bir şey çıkacak ki…” dedim kendi kendime, “Ama ne?”
Aziz Ata yüzüme baktı. Ben kitaplığa yaslanmış kafamdaki soru işaretleri ile boğuşurken o beni izliyor, bir şey söylemek ve söylememek arasında gidip geliyor gibiydi. Önce başını eğip burnundan kısa bir nefes verdi ve sonra durdu, başını kaldırıp bana baktı.
“Derin…” dedi.
“Efendim?”
Bana kafası karışık, kendinden emin olamayan bir ifadeyle baktı ve en sonunda söylemek ve söylememek konusunda git geller yaşadığı her halinden belli olan o cümleyi kurdu.
“Seni bir yere götürmek istiyorum.” dedi kararlı bir tonda.
“Nereye?”
“Bunu gidene kadar söyleyemem…”
Gizemli cümleler, kararlı bakışlar ve onlarca soru… Bir anda hayatıma giren, bir anda meselem haline gelen Aziz Ata şimdi çocukluk arkadaşım Baran’dan uzun zaman sonra gelen ilk haberin hemen sonrasında bana beni bir yere götürmek istediğini ve nereye gideceğimizi gidene kadar söyleyemeyeceğini söylüyordu.
Kalbim pır pır atarken ve ruhum bir endişe çuvalının içinde oradan oraya savrulurken gözlerim bir cevap ister gibi Aziz Ata’ya bakıyordu.
Oysa bir cevaba ihtiyacım yoktu aslında, çünkü ben bir cevap alamasam bile onun peşine takılacak, beni götürmek istediği yere gidecektim.
Benim artık bazı gizem dumanlarını dağıtmaya ihtiyacım vardı ve Aziz Ata bana bunu vaat eder gibi bakıyordu…
Peki ama nasıl?