3.Bölüm : Merhaba Ruhum
*Ruhun o kadar dolu ki boş olduğunu sanıyorsun...*
“Günaydın Türkiye, bugünün magazin bombalarına hazır mısınız?”
Uyandım. Duygu Özaslan’ın en sevdiği kahvaltılık olan Sunny-Side-Up’tan yaptım, kahve içtim, bilgisayarımda yayınlanmayı bekleyen magazin haberlerini düzenledim, bloğa ve sosyal medya hesaplarıma ikişer tane haber girdim, kısacası acınası bir yaşam.
Hayırdır Mine, mutsuz muyuz?
Kapa çeneni İç Ses.
O sabah fark ettim ki uzun zamandır içimde bastırdığım büyük bir mutsuzluk havuzunun içinde yüzüyordum. Uzun zamandır yaptığım şey yaşamak değildi, acılarımın içinde boğulmadan ilerlemeye çalışmaktı. Kendime bir yeşil çay yapıp balkona çıktım ve kucağıma aldığım bilgisayarımın ekranına bakarak yarım saat boyunca oturdum. Sonra üst kattan, Efe’nin evinden gelen şarkı sesiyle bakışlarımı bilgisayarımdan kaçırdım. Efe’nin dinlediği şarkı Mark Eliyahu’nun Türk müzisyen Fuat Güner’le yaptığı şarkıydı. Şarkının ismi “Nefes Yerine”ydi, daha geçen hafta bununla ilgili bir haber yapmıştım. Gözlerim gökyüzüne çevrildi.
“Düşün, en son ne zaman, en son nerede baktın gökyüzüne?” diyordu şarkı. Gözlerim gökyüzüyle buluştuğunda yüzüme hüzünlü bir gülümseme yerleştirdim.
“Merhaba eski dostum.” diye mırıldandım gökyüzüne doğru, çocukken en sevdiğim şey gökyüzünü izlemekti. Bulutlara isimler takardım. O günler çocukluğumda kaldı, hatta kalakaldı... İki gündür yaşadığım duygusallığa sinirlenerek bilgisayarımı balkonda bıraktım ve içeri girdim. Bir duş alıp kendime gelmeyi planlıyordum. Duş aldım, kendime gelemedim. Kendime bir kahve daha yaptım. Kahvenin fotoğrafını çektim ve sosyal medya hesabımdan paylaşmak üzere üzerine bir yazı yazmaya başladım.
“Harika bir gün, harika magazin haberleriyle geliyorum. Akşamı bekleyin.”
Gerçekten harika bir gün mü Mine? Yoksa Yalan Makinesi mi demeliyim sana?
Sen sadece sus İç Ses, lütfen.
Akşama kadar internet üzerinden yeni nesil ünlülerle ilgili araştırmalar yaptım, zira kafamı sadece çalışarak dağıtabiliyordum. Akşam olduğunda ise kalkıp kendime harika bir yemek yapmaya karar verdim.
Makarna mı?
Evet İç Ses, makarna.
Senden nefret ediyorum Mine.
Ben de senden, İç Ses.
Sağ ol.
Önemli değil.
Makarnanın suyu kaynarken bir yandan da televizyondaki haber kanallarında geziniyordum. Saat 19.36’ydı. Tam makarnaları suya atmaya gideceğim sırada kapımın çaldığını fark ettim. Kapıya doğru ilerledim. Gelen Efe miydi? Kapının deliğinden baktığımda küçük çaplı bir şok yaşadım. Gelen Efe’nin bateristi Berkay’dı. Neden gelmiş olabilirdi ki? Pek iyi de görünmüyordu. Kaşlarımı çatarak kapıyı açtım ve yüzüne merakla baktım.
“Merhaba?” dedim soran gözlerle ona baktığım sırada.
“Oh, güzelmişsin!”
“Pardon?”
“Güzelmişsin. Arkadaşımın yeni kiracısıyla tanışmak istedim de. Seni balkonda gördüm, yakından da o kadar güzel misin diye merak ettim...” Ayakta duramıyordu, ağzını yamulta yamulta konuşuyordu. Sarhoştu.
“Siz sarhoş musunuz?” diye sordum gizlemeye çalıştığım öfkemle. Berkay gülümsedi.
“Ben sarhoşum ve sen hala çok güzelsin...” Tam o an Efe’nin merdivenlerden hızla ve öfkeyle indiğini gördüm. Berkay’ı kollarından tuttu.
“Geri zekalı. Çık yukarı.” diye söylendi ve sonra bana dönüp mahcup bir tavırla nefes nefese yüzüme baktı.
“Provamız vardı, içip gelmiş. Sana yanlış bir şey söylemedi, değil mi?” Öfkeden delirmek üzereydi.
“Hayır, sorun yok. Sıkıntı etme.” diye mırıldandım.
“Tamam.” dedi Efe arkadaşını merdivenlere doğru çekiştirirken, “Onun adına özür dilerim. Bir daha gelecek olursa kapıyı açma, beni ara.”
“Tamam, ararım.”
Efe Berkay’ı neredeyse duvardan duvara vurmak istercesine merdivenlere doğru çekerken kapımı kapattım ve içeri girdim. Bu da neydi böyle? Ben Efe’yi grup arkadaşlarıyla çok iyi anlaşıyor diye biliyordum. Oysa Berkay’dan nefret ediyor gibi görünüyordu. Koşa koşa not defterimi aldım ve bir madde daha ekledim.
-Bateristi Berkay’dan nefret ediyor.
Sonra makarnalarımı kaynayan suya koyup balkona çıktım. Havanın kararmaya başlarken aldığı mavimsi rengini incelemeye başladım, Efe’nin dün gece bana öğrettiği gibi ne hissettiğimi sorguladım. Her şey ama her şey bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Ben her şeyi çok fazla inceleyen bir çocuktum. Güneşi, ayı, gündüzü, geceyi, insanları, yüzleri, elleri, kokuları, yağmuru, karı, rüzgarı... Ve o kadar kötü bir çocukluk geçirdim ki artık her şey bana o günleri hatırlatır hale geldiği için her şeyden uzak kalmayı seçtim. Doğa olaylarından günün zamanlarına, renklerden seslere, tatlardan kokulara her şeyden nefret ettim...
Ve böyle birine dönüştün...
Evet İç Ses, böyle birine dönüştüm. Duygusuz, ruhsuz...
Makarnam pişerken internet sitelerine girilen son dakika haberlerini okumaya başladım. O sırada telefonuma önemli bir magazin kaynağımdan bir mesaj geldi.
“Kaynak 3 : Merhaba Yeşil Küpeli Kız. 1000 tl karşılığında sana harika bir haber vermemi ister misin? İlk sen duyuracaksın.” Kaşlarımı çattım ve cevap yazmaya başladım.
“Kimle ilgili?”
“Kaynak 3 : Efe Duran.” İşte bu beni heyecanlandırmıştı. Hemen cevap yazdım.
“Ödemen yolda, yarın sabah hesabına geçmiş olur. Haberi bekliyorum.” Sağ elimde telefonum, sol elimin parmaklarını sırayla masaya vura vura gergin ve heyecanlı bir halde haberimi bekliyordum. Titreyen telefonumu heyecanımdan yere düşürdüm. Eğilip telefonumu aldım ve mesajı okumaya başladım.
“10 Eylül tarihini not al Mine. 10 Eylül günü saat 20.00’da Efe Duran’ın ilk büyük konserini gerçekleştirmeyi planlıyorlar. Konser Volkswagen Arena’da yapılacak ve 5800 kişinin gelmesini öngörüyorlar. Yani tüm salonun tıklım tıklım dolu olacağını öngörüyorlar. Biletler yarın sabah satışa açılacak. Haberi benden duymadın. Hoşça kal.”
İlk büyük konser, bir sanatçı için hayatının en büyük olayı budur işte. Telaşla ve heyecanla girip takvime baktım. Bugün 1 Eylül’dü ve 9 gün sonra Efe’nin ilk büyük konseri gerçekleşecekti. Hemen tüm sosyal medya hesaplarıma ve bloğuma haberi girmeye başladım.
“İyi akşamlar Türkiye! Haftalardır şarkılarıyla Türkiye’yi kasıp kavuran genç şarkıcı Efe Duran’ın ilk büyük konserine bilet almaya hazır mısınız? Tam 5800 kişi kapasiteli konserin bilet satışları yarın sabah açılıyor ve sıkı durun. Konser 10 Eylül 20.00’da Volkswagen Arena’da gerçekleşecek.”
Telefonum bildirim yağmuruna tutulurken bu haberin bu zamana kadar en fazla beğeniyi olan haberim olacağından emindim. Gururla ve keyifle arkama yaslanıp telefonumun ve bilgisayarımın ekranında akıp duran binlerce bildirimi izledim. Sonra kalkıp makarnanın yanında güzel bir salata yaptım.
Demek salata, bugün baya hamaratız, bunu neye borçluyuz Mine Hanım?
İç Ses’in varlığını görmezden gelip bir yandan yorumları ve mesajları okurken bir yandan da makarnamı yedim. Tüm hayatım böyleydi işte, sabah kalkıp bilgisayarımın başında kahvaltı, bilgisayarımın başında kahve, bilgisayarımın başında öğle yemeği, bilgisayarımın başında akşam yemeği ve telefonumdan gelen yorumları okurken uyuyakalma... Yorumlardan biri ekranımdan kaymak üzereyken gözüme çarptı.
“@efeduranintatlisubaligi : Onu o gün öyle bir öpeceğim ki aklını kaybedecek!”
Yorum beni gereksiz yere sinirlendirirken neden sinirlendiğimi sorgulamadan yazan kişinin profiline girdim ve onu engelledim.
“Öpersin tabi, aynen.” diye söylenip bulaşıklarımı bulaşık makinesine dizdim. Sonra bilgisayarımı alıp tekrar balkona geçtim. O sırada üst katta bir tartışma yaşandığına yemin edebilirdim. Balkonun camlarını araladım ve sesleri belli etmeden dinlemeye çalıştım.
“Sanki seninle çalışmak isteyen bendim!” diyordu Efe, “S*ktir git çaldığın bar köşelerine geri dön!”
“Çok meraklıyım senin arkanda çalmaya!” diyordu Berkay.
Sonra balkonun camları kapandı ve geri kalan seslerin hiçbirini duyamadım. Efe bu Berkay denen çocuktan gerçekten de nefret ediyor olmalıydı. Ben grup arkadaşlarını kendisinin seçtiğini sanıyordum. Oysa söylediğine göre o seçmemişti, hatta o istememişti. Muhtemelen prodüksiyon şirketinin seçtiği grup arkadaşlarıyla çalışıyordu ve Berkay’dan gerçekten ama gerçekten nefret ediyordu. Bu şekilde 10 gün sonra bir konsere çıkabilecekler miydi? Yoksa grup tehlikeye mi girecekti? Tam ayağa kalkmıştım ki Berkay’ın sinirle binadan çıkıp arabasına bindiğini gördüm. Arabasına binip hızla gaza bastı ve gitti. O an aklımın Efe’de kaldığını hissettim, ilk defa merak değil de endişe hissediyordum. Acaba yazıp nasıl olduğunu sormalı mıydım? Daha iyi bir fikrim vardı. Hızla mutfağa ilerledim ve bugün öğlen çalışmamın arasında alt kattaki pastaneden sipariş ettiğim muzlu rulo pastayı çıkardım. Dilimlere bölüp bir tabağa koydum ve tabağı streçleyip kapıya doğru ilerledim. Üstümü başımı düzeltip dairemden çıktım ve üst kata çıkmak üzere kendimi merdivenlerde buldum. Önce kapısının önünde birkaç dakika bekledim. İçeriden ses gelmediğinden emin olunca da ziline bastım. Kapı yaklaşık yirmi saniye sonra açıldığında Efe kaşlarını kaldırmış ve anlam vermeye çalışır bir halde bana bakıyordu.
“Merhaba.” dedim tereddütlü bir sesle, “Rulo pasta yapmıştım, sana da getirdim. Diğer komşulara da götürdüm, yani sana özel değil.” Yaptığım açıklamanın saçmalığından utanıp başımı önüme doğru eğdim.
Mine, bir zeka testi yaptırmamızın vakti gelmedi mi sence?
Geldi İç Ses, geldi.
“Teşekkür ederim. Gelsene, ben de kahve yapıyordum.”
“Rahatsız etmeyeyim.”
“Tabi ki rahatsız etmezsin, gel.” Efe eliyle içeriyi işaret edince tereddüt ediyormuşum gibi davranarak etrafa bakındım ve en sonunda içeri girdim. Duştan yeni çıkmıştı. Saçları hala biraz nemliydi, elinde de havlu vardı. Üzerindeki gri eşofman altı ve siyah tişörtüyle yine oldukça çekici görünüyordu.
“Sen içeri geç, ben saçlarımı kurutup geliyorum. O zamana kadar kahve de demlenmiş olur.”
“Şey, mutfağın neresi? Çatal filan alayım...”
“Şurası mutfak, rahat olabilirsin.”
“Tamam.” Efe saçlarını kurutmaya giderken ben de mutfağa girdim. Çekmecelerini açıp çatalların nerede olduğunu bulmaya çalıştığım sırada gözlerim buzdolabının üzerine asılmış fotoğraflardaydı. Fakat buradan pek de bir şey çıkacak gibi değildi, sadece annesinin ve babasının fotoğrafları vardı. Ah, bir de köpeğinin. Burada daha fazla duramazdım, iki tane çatal bulmak bu kadar zor değildi. Çatalları ve tabakları alıp oturma odasına geçtim. Oturma odasının loş ışığı insanın içine garip bir huzur verirken gözüm balkon kapısının yanında duran kırılmış çerçeveye takıldı.
Oh, burada ciddi bir kavga olmuş Mine!
Fark ettim İç Ses.
Bateristiyle arası ikisinden birinin çerçeve kıracağı kadar kötü müydü gerçekten? Bu ikisi konsere kadar bir arada kalabilecek gibi değillerdi, ya baterist değişecekti ya konser iptal olacaktı. Başka bir ihtimal yok gibi görünüyordu. Ben düşünceli gözlerle çerçeveye bakarken Efe içeri girdi. Morali bozuk gibi görünüyordu. Karşımdaki koltuğa oturdu ve ona hazırladığım pasta tabağını alıp yemeye başladı.
“Kusura bakma, biraz modum düşük.” diye mırıldandı.
“Keşke içeri girmeseydim.” dedim tereddütle.
“İçeri girmeni o yüzden istedim.”
“Nasıl yani?”
“Garip ama bana huzur veren bir enerjin var Mine... Burada bulunmanın beni sakinleştireceğini düşündüm.”
“Anladım...” dedim başımı sallayarak, “Bir sorun yok, değil mi? Çerçeve... kırılmış...” dedim tereddütle. Efe gülümsedi.
“Sorun yok, en azından kafasında kırmadım.”
“Anladım...” dedim bir kez daha.
“Pasta çok güzel olmuş, ellerine sağlık. Aynı alt kattaki pastanenin rulo pastalarına benziyor. Hatta üstünde oranın logosu var. Logosuna kadar aynısını yapmışsın.”
“Ne?” dedim şok içinde. Başımı eğdim ve pastaya baktım. Kek kısmında yuvarlak bir şekilde aynen şöyle yazıyordu, “AYTEN PASTANESİ.”
Mine, sen geri zekalı olabilir misin? Sadece soruyorum.
Öyleyim İç Ses!
“Şey... Tarifi onlardan aldım desem.” Efe sessizce güldü.
“Logolarını da tarife eklemezler herhalde.”
“Eklemezler... Ya kusura bakma, ben bu işlerde pek becerikli değilim. Binadaki herkesle tanışmak istedim, o yüzden gidip pastaneden pasta aldım.”
“Sipariş verdin.” diye düzeltti beni, “Öğlen saat 2 gibi. Kuryeleri senin kapının önündeydi.”
“Evet, sipariş verdim.”
“Dört tane rulo pasta. Üçünü bana getirmişsin, binamızda yirmi daire var. Yani bir tanesini sen yedin, diğerlerini bana getirdin. Diğer dairelere götürmedin.”
“Dört tane pasta aldığımı nereden biliyorsun?”
“Kutuları şeffaf çünkü. Baktığımda gördüm. Eve misafir çağırdığını sandım.” Sesinde bir kıskançlık mı sezdim?
“Anladım. Şimdi de benim bir yalancı olduğumu düşünüyorsun.” diye mırıldandım bozulmuş bir sesle.
“Hayır. Herkes biraz yalancıdır ayrıca. Sana bir şey sorabilir miyim Mine?” dedi Efe kaşlarını çatarak.
“Tabi.” dedim gergin sesimle. Her an herhangi bir şey anlayacak diye korkuyordum, bundan deli gibi korkuyordum.
“Bugün bir bahane bulup yanına gelmeyi ben de düşündüm. Sonra bunu sen yaptın. Benim bunu yapma sebebim gerçekten garip bir şekilde dün senin yanında kendimi iyi hissetmiş olmamdı. Ben genelde sinirli ve çekilmez bir insanımdır. Senin yanında kendimi çok sakin ve uysal hissettim. Sen neden yaptın bunu? Sen de mi öyle hissettin?” diye sordu. Derin bir nefes aldım. Belki de ilk defa ona bir yalan söylemeyecektim, gerçeği söyleyecektim.
“Evet.” dedim sessizce, “Dün seninle konuştuktan sonra bugün bol bol gökyüzünü izledim. Neler kaçırdığımı sorguladım.” Efe yüzüme etkilenmiş bir ifadeyle baktı.
“Kaç yağmurdan mahrum kaldın, kaç gün batımını kaçırdın farkında mısın? Bunları en son ne zaman izledin ki?” diye sordu kaşlarını çatarak, gerçekten merak ediyordu. Sonra garip bir şey oldu, Efe Duran bana kendini açtı, bir anda bana kendini anlatmaya başladı.
“Elit bir ailede büyümedim, kültürlü mahallelerde yetişmedim. Çocukluğum bin tane kavgaya karışarak geçti, ergenliğim de öyle. Çok da zeki bir çocuktum, büyüdüm ve mühendis oldum. Ağzımdan küfür, kafamdan kavga hiç eksik olmazdı. Görünüşüm böyle değil, biliyorum. Bana baktığında elit bir Nişantaşı beyefendisi görüyorsun, içim tam bir Bağcılar çocuğu. Beni aldılar ve ünlü yaptılar, düşünebiliyor musun? Bu çok da benim kaldırabileceğim bir şey değil aslında. Kavgaya ve kaosa delicesine meyilliyim, prodüksiyon şirketi denen o saçmalık konserde bir kavga çıkaracağımdan bile korkuyor. Ünümü kaybedeceğimi söylüyorlar, umrumdaymış gibi. Bu noktaya annemin, babamın ve yakın arkadaşlarımın isteğiyle geldim. Herkesin bir yumuşak yanı vardır, benimki de annem ve babam. Bir de şey, böyle anlattığım bir profile ne piyanoyu ne de gitarı yakıştırabilirdin değil mi?”
“Hayır,” dedim şaşkınlıkla, “Bence piyanonun da gitarın da bunlarla alakası yok...” Efe güldü.
“On altı yaşındayım, bir sokak kavgasına karışmışım. Sol bileğim kırılmış, babam beni karakoldan alıp hastaneye oradan da eve getirmiş. Odamda şarkı sözü yazıyorum. Hayal etsene...” diye anlattı gülerek. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Efe’nin altından hiç de beklemediğim bir insan çıkmıştı ve bu şoku atlatamıyordum.
“Hayatımda hiç böylesine değişik bir hayat hikayesi duymadım. Sen ciddi misin?”
“Hem de nasıl ciddiyim...” dedi tok sesiyle gülerek, “Senden de çok farklı bir hikaye çıkacak, biliyorum.”
“Dışarıdan nasıl görünüyorum?” diye sordum beni yine en beklemediğim anda vuran garip bir duygusallıkla.
“Dışarıdan başka insanların gördüğü görüntüyü söyleyeyim sana, çocukluğu bale ve piyano dersleri arasında geçmiş, her gece saçları saatlerce taranarak pamuklara sarılarak büyütülmüş, en iyi okullarda okutulmuş, en iyi arkadaşlarla müstakil evlerde büyütülmüş bir genç kız görünüyor... Oysa ben farklı şeyler görüyorum Mine.”
“Ne görüyorsun?” diye sordum dolu gözlerimle ona bakarak.
“Acı.” dedi sessizce, “Bolca acı görüyorum gözlerinde.” Burnumu çektim ve başımı kucağımdaki ellerime çevirdim. O an hayatımda ilk defa kendimi birine açmak istedim, birine anlatmak ve artık susmamak istedim. Titreyen bedenim Efe’nin karşısında küçücük kalmıştı. Efe endişe dolu gözlerle beni izliyordu.
“Ben çocuk esirgeme kurumunda büyüdüm.” dedim tereddütle, “Tabi ki acı verici olarak gördüğüm şey bu değil.”
“Tamam,” dedi Efe bana doğru eğilirken, “Anlat bakalım...”
“Anlatabileceğim bir şey yok... Oraya gitmek benim kurtuluşumdu.” dedim titreyen sesimle.
“Neden?” diye sorduğunda Efe’nin de sesinin titrediğini fark ettim.
“Babamdan korunmak için.” deyiverdim tek seferde, “Gördüğüm şiddetten, kollarımın, bacaklarımın, en önemlisi de ruhumun daha fazla yara almasından kaçabilmek için...”
Uzun bir sessizlik. Upuzun bir ara. Kaçırılan gözler, yutulan sözler ve işte, hayatımın en duygu dolu anını yaşıyordum o an. Efe zar zor yutkundu ve ayağa kalktı. Öfkeyle evin içinde öylesine birkaç adım atıp bana döndü.
“Annen nerede, onu aradın mı?” diye sordu.
“Evet.” dedim gözyaşları içinde, “Hiçbir zaman emin olamasam da öldüğünü söylediler...” Efe öfke dolu bir nefes daha aldı, sakinleşmeye çalışıyor gibiydi.
“Diğeri?” diye sordu küfür eder gibi, “Baban?”
“Onu hiç araştırmadım. Araştırmak da istemiyorum. İsmini söylemek bile korkutuyor beni. Yıllardır o ismi içimden bile geçirmiyorum.”
“Söyle bana.” dedi öfke dolu tekdüze bir sesle.
“Ne?”
“İsmini söyle.”
“Hayır, Efe... Lütfen konuyu kapatalım. Lütfen...”
“Seni anlıyorum ve senden rica ediyorum, ismini söyle ve gerisini bana bırak.” Efe öfkeden yerinde duramıyor gibiydi. Bu konunun konuşulmasına daha fazla dayanamayacaktım. Zar zor ayağa kalktım.
“Benim gitmem lazım. İyi hissetmiyorum. Sonra görüşürüz.” Hızla yanından çekip gittim ve merdivenleri indim. Kendimi eve atıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Yorganımın altına girdim, sakinleşmeye çalıştım. Sonra telefonumu titrediğini fark ettim. Gelen mesaj Efe’dendi. Gözyaşları içinde bana yazdıklarını okudum.
“Beden bu, her şeyi yaşar ve atlatır. Morluklar iyileşir, yaralar kabuk bağlar, kabuklar düşer. Bedenin iyileştirdiği her şey ruha yük olur. Onları konuşmazsan, onları düşünmezsen, onlarla hesaplaşmazsan ruhun dolup taşar. Ruhun dolup taştığında ise artık onu hissedememeye başlarsın. Ruhsuz olduğunu, duygusuz olduğunu sanırsın. Oysa öyle değildir, için o kadar doludur ki boş olduğunu sanırsın. Senin çok güzel bir ruhun var, üstüne geldiysem özür dilerim. Bir an öfke kontrolümü kaybettim, yat uyu ve lütfen yarın bir kez daha konuşalım. Seni gördüğüm ilk an gözlerindeki o hüznü gördüm. Arkadaş olmak ve sana iyi gelmek istiyorum. Bana akşam yemeğine gelmeye ne dersin?”
Burnumu çeke çeke titreyen parmaklarımla bir cevap yazdım, hiç düşünmeden ve hiç tereddüt etmeden.
“Olur, yarın görüşürüz.”
Sonra gözlerimi kapattım ve sessizce fısıldadım.
“Merhaba ruhum, yıllardır oradaymışsın... Gittin sanıyordum. Hoş geldin, iyi ki geldin.”