3.BÖLÜM : MELANKOLİ SARHOŞLUĞU.

Beyza Alkoç
0

3.Bölüm : Melankoli Sarhoşluğu.

“Onu ben öldürdüm.”

Sesi titriyordu, ben dehşet içinde olduğum yerde kalmış parmaklarımın arasında tuttuğum kapı kolunu daha da sıkarken o aynı cümleyi bir kez daha tekrarladı.

“Onu ben öldürdüm, Majesteleri.”

-

Hazar’ın içindeki zehrin kelimelerle dışarı yansıması beni öyle büyük bir hayret denizine düşürmüştü ki olduğum yerde kalakalmış, ne yapacağımı bilememiştim. Oysa o bu cümleyi kurduğunda ben çoktan ona arkamı dönmüş, odamın kapısını aralamak üzereydim. Ayaklarım ağır ağır hareket etti, bedenim ona doğru döndü. Şöminenin ateşiyle ve şamdan mumları ile aydınlanan salon hareket eden alevlerin alçalıp yükselen gölgeleriyle hareketleniyordu. Dehşete düşmüş gözlerimle, korku dolu bir merakla karısını öldürdüğünü dile getiren bu adamın, şövalyemin yüzüne bakıyordum.

“Neden?” diye soruverdim birden, “Neden şövalye?”

Yüzü öyle üzgün, öyle kahrolmuş görünüyordu ki sanki o anı her akşam tekrar ve tekrar yaşıyor gibiydi. Şövalye aslında çok da olgun sayılmazdı, benden olsa olsa birkaç yaş büyüktü oysa göz kenarlarındaki çizgiler ne çok acıyla büyüdüğünün kanıtıydı, gözlerini gözlerime diktiğinde acısını okuyabiliyordum.

“Hastaydı...” dedi titreyen ve kısık bir ses tonuyla. Sanırım bu an yaşanmasa bu koca adamın sesinin böylesine kısılabileceğini rüyamda bile göremezdim.

“Ölümcül bir hastalık mıydı?” diye sordum. Acı içinde başını salladı.

“İyileşmesi imkansızdı.” dedi acı içinde, “Onu kraliyetin tüm şifacılarına götürdüm, kollarımda taşıdım...” Yutkundu ve gözleri o anları hatırlar gibi uzağa daldı.

Ben babamın bile annemin ardından böylesine büyük bir acı çektiğini görmemiştim. Kan çanağına dönmüş gözleri, titreyen yaralı elleri ve darmadağınık saçları onun sonsuz buhranının kanıtı gibiydi.

“Ama olmadı...” diye devam etti sözlerine, “Lena iyileşmedi. Ve iyileşmeyecekti.”

“Lena...” dedim sözünü keserek, “İsmi güzelmiş.” Acı içinde gülümsedi.

“Güzeldir...” Durdu ve içkisinden bir yudum aldı, “Ona çok aşıktım, Majesteleri. Oysa o her geçen gün gözlerimin önünde eriyordu, kollarımın arasındaki ağırlığı her dakika azalıyordu... Nefes alamıyordu, yiyemiyor, içemiyordu. Çok acı çekiyordu ve benden istediği tek bir şey vardı...”

Bu hikâyenin sonunda nereye varacağını çoktan anlamıştım, yine de sessizce dinledim. Şövalye içkisinden bir yudum daha aldı ve hikâyeyi noktaladı.

“Bana acısını dindirmem için yalvardı, Majesteleri... Günlerce, gecelerce yalvardı ve ben de onu acılarından kurtarmak için kendimi sonsuz bir acıya mahkûm ettim.”

O konuşurken içinde bulunduğu melankoli sarhoşluğu öyle çok hissediliyordu ki kendimi ona üzülmekten alıkoyamadım. İçkisinden bir yudum daha aldı ve bardağı bomboş kaldı.

“İşte beni bir savaşçı olmaya, korumakla görevlendirildiklerimi koruyabilmek uğruna acımasızca öldürmeye iten hikayem bu.” dedi alaycı bir ses tonuyla. Sesindeki alaycı tonun muhatabı ben değildim, kaderiydi.

“Biraz daha sarhoş olursan korumakla görevlendirildiklerini koruyamayacaksın Şövalye. Mesela beni...” diye mırıldandım, gülümseyerek anlattıklarının kasvetini dağıtmaya ve konuyu değiştirmeye çalıştım.

“Sizi korumama hiçbir şey engel olamaz, Majesteleri.” dedi ayaklanırken, “Bir bardak viski de neymiş.”

Önündeki boş bardağı itip ayaklanmıştı oysa ayakta durmakta zorlanıyordu. İçimdeki kraliçe olmaya hiç de uygun olmayan iç güdülerle şövalyenin yanına koştum. Ayakta durmayı bırak, gözleri bile iyi görmüyor gibiydi.

“Bir bardak içtiğine emin misin?” diye sordum ve yürümesine yardım etmeye niyetlenerek kolunun altına girdim.

“Birkaç bardak...” diye düzeltti Hazar, kendinde değildi.

“Hadi,” dedim, “Yürü, seni odana götüreceğim. Babam şunu yaptığımı görse bir dakika sonra idam edilirsin, biliyorsun değil mi?”

“Keşke.” diye mırıldandı, “Ve özür dilerim, Majesteleri...”

Hazar’ın kollarının altında ezilme tehlikemi bir kenara koydum ve ona odasına kadar eşlik ettim. Yürüyordu ama aynı zamanda uyuyor gibiydi, kapısını açar açmaz ağır bedenini kapının hemen yanındaki yatağa doğru ittim ve uzanmasını sağladım. Yıkanmama rağmen ter içinde kalmıştım, Hazar ise üzerindeki kirli kıyafetlerle yatağında gayet huzur içinde görünüyordu. Ya da daha çok baygın gibiydi, belki de bayılmıştı. Kim bilir?

“Şövalye...” diye mırıldandım, “Bayıldın mı?”

Ah, böyle aptal sorular sorduğumu hissediyorsa annemin mezarında kemikleri sızlıyor olsa gerekti. Yavaş adımlarla ilerledim ve odanın penceresini açtım. Pencerenin önünde duran yuvarlak yemek masasının üzerindeki sürahiden bir bardak su aldım ve şövalyenin başına gidip bir bardak suyu yüzüne döküverdim. O nefes alma güdüsüyle korku içinde uyanırken ben başında gülümsüyordum.

“Majesteleri!” deyiverdi birden, beni görmese küfür edecekti, buna emindim.

“Bayıldın sandım.” dedim, “Sadece sızmışsın.”

“Ben...” diye mırıldandı, o kadar sarhoştu ki konuşamıyordu, “Özür dilerim.” dedi bir kez daha, “Çok özür dilerim...”

İşte o an ciddi olmamın zamanı gelmişti. Hazar’ın gözleri yattığı yerden halsizce bana bakarken ona oldukça ciddi bir bakış attım. Gülümsemem soldu, ve kaşlarım düzleşti.

“Sorun yok, yaşandı ve bitti Şövalye. Olur da bir daha yaşanırsa işte o zaman bu ciddi bir sorunumuz var demektir. Bu bir daha asla yaşanmayacak. Anlaşıldı mı?”

Yüzündeki pişmanlığı ve yarın sabah tamamen ayıldığında yaşayacağı utancı şimdiden görebiliyordum.

“Anlaşıldı, Majesteleri.” dedi zar zor, “Bu bir daha asla yaşanmayacak...”

Ona uzun uzun baktım ve o bana uykuya dönmek için yalvaran gözlerle bakarken her şeye rağmen acısına saygı duymam gerektiğini hissettim.

“Biliyorum,” dedim ve boğazımı temizleyerek devam ettim, “Zor bir hayatın olmuş. Anlattıkların acı vericiydi, onları duymak bile zordu, yaşamak nasıldır tahmin bile edemiyordum. En sevdiğinin hayatını kendi ellerinle sonlandırdıktan sonra bir başka hayatı korumak zorunda olmak senin için ne kadar zordur, bunu da tahmin edemiyorum... Ama senin görevin bu.”

Cümlelerime devam etmeden önce elim boynumdaki kolyeye, kalbime gitti...

“Kalbimi korumak zorundasın. Kendinden bile... Anladın mı? Kendinden bile...”

Şövalyenin gözleri yavaş yavaş kapandı, damarlarında dolaşan alkol onu kendi tarafına çekmek için elinden geleni yapıyordu. O bir savaşçıydı ama kendisiyle ancak bu kadar savaşabiliyordu işte.

“İyi geceler, Şövalye.”

Odadan sessizce çıktım. Ağır adımlarla kendi odama doğru ilerledim ve kapıyı yavaşça açıp içeri girdim. O kadar yorgun hissediyordum ki doğrudan yatağa uzandım. Gözlerimi önce ay ışığı vuran pencereme, sonra odanın ahşap tavanına çevirdim. Nasıl bir şanstı bu, babamın beni emanet ettiği şövalye yürüyen bir aşk acısıydı...

“Bir de özür diliyor...” diye söylendim kendi kendime, krallığın en büyük savaşı kapımızdaydı, bu onun hayatının göreviydi.

Usulca gözlerimi kapattım ve kapanan gözlerimin ardında, göz kapaklarımda onun acı dolu bakışlarını gördüm. Bir insan aşk uğruna nasıl böyle büyük bir acı yaşayabilirdi? Bu benim anlayamadığım bir duyguydu. Evet, aileme göre ben de fazlasıyla duygusal kalıyordum, belki de krallığın gördüğü en duygusal kraliçe adayıydım. Babamın hayatı sona erdikten sonra ise o tahta oturan en duygusal yönetici olacaktım. Oysa onun acısı, aşk uğruna çekilen bu acı benim için bile fazla duygusal kalıyordu.

Çünkü aşk nedir bilmiyordum...

Derin bir nefes aldım ve gözlerimi sıktım. Uyumak zorundaydım, bu gece bu yatakta uyuyamazsam çekmek zorunda kalacağım ilk uyku bir ormanın ortasında olacaktı. Ya da atın üzerinde, Hazar’ın kollarında...

Uykuya dalmak bu gece beni o kadar çok zorladı ki kendimi sessizce Veno’nun, bakıcılarımdan birinin, beni uyuturken söylediği o çocukluk ninnimi söylerken buldum.

Kalp ve gece...

Seni korur her bir hece...

Yıldızlar parlar ve kararır gece,

Kapanır gözler ve başlar bilmece...

Gözlerimi odamdaki hareketlilik ile açtığımda hizmetlilerin odamdaki masaya kahvaltı taşıdıklarını fark ettim. Yavaşça doğruldum ve onlara uykulu gözlerle baktım. Hava yeni aydınlanmış olmalıydı, gece mi sabah mı belli olmuyordu, arafta gibiydik. Gün bunu bir kez güneş batarken, bir kez de doğarken yaşıyordu. Gün bile iki kez arafta kalıyordu ve bu onların ilkiydi. Günün başlangıcı...

“Günaydın, Majesteleri. Çok mu ses yaptık? Uyandırdık mı?” diye sordu hizmetlilerden biri, siyah saçlı orta yaşlı bir kadın.

“Askerler uyanmıştı, yola çıkma hazırlığındalar. Çıkmadan kahvaltınızı yapmak istersiniz diye düşündük.” dedi bir diğeri. O ise sapsarı saçları beline dökülen güzel bir genç kızdı. Başımı salladım.

“Teşekkür ederim hanımlar, çıkabilirsiniz. Kahvaltımı yapıp hazırlanacağım.”

“Hazırlığınıza yardım etmemizi istemez misiniz?” diye sordu sarışın genç kız, oldukça heyecanlı görünüyordu.

“Hayır, teşekkür ederim. Böyle iyiyim.”

“Peki efendim, ihtiyacınız olursa içerideyiz, seslenmeniz yeterli.” Siyah saçlı kadın beni yanıtlayıp sarışına başıyla kapıyı işaret etti. Birlikte kapıya doğru ilerledikleri sırada aklıma gelen bir soru ile onları durdurdum.

“Şey...” deyiverdim, “Hepsi uyandı mı? Yani askerlerin... Hepsi uyandı mı?”

“Evet efendim. Hepsi uyandı, kahvaltılarını yaptılar ve atlarını hazırlamak için bahçeye çıktılar. Çağırmamı ister misiniz?”

Aklım Hazar’daydı. Dün gece o hale geldikten sonra uyanamayacağını düşünmüştüm. Bu şekilde yaşamaya devam ederse bir gün kraliyet için çalışamayacak bir noktaya ulaşacaktı. Bu evin çalışanları bile onu o halde görse bunu bir mektup ile babama, krallarına iletebilir ve onu görevinden edebilirlerdi. Kendini nasıl böyle aptalca bir riske atmıştı aklım almıyordu.

“Hayır,” dedim, “Teşekkürler, çağırmanıza ihtiyacım yok. Yalnızca kontrol etmek istedim. Siz çıkabilirsiniz.”

“Peki efendim.”

Yatağımdan kalktım ve pencerenin perdelerini kapatıp üzerimdekileri çıkardım. Kahvaltı masasına oturmadan önce bir kez daha yıkanmak istiyordum çünkü bu akşam nehirde yıkanmaya hiç niyetim yoktu, fakat elbette bu yolculuk boyunca daha çok kez nehirde yıkanacak, ormanda uyuyacak ve evimi özleyecektim...

Kendimi sıcacık, tertemiz suyun altında yıkadıktan sonra bana tahsis edilen temiz kıyafetlerden birini, siyah korseli elbiseyi, üzerime geçirdim. Siyah, bu yolculuğun rengiydi. Üzerime de aynı şekilde, yas rengini taşıyan bir pelerin geçirdim ve kahvaltı masasının başına oturdum. Temiz bir evde olmanın verdiği iştah ile üst üste tam dört dilim tereyağlı ve şeftali marmelatlı ekmek yedim. Üzerine içtiğim siyah çay ise o kadar tazeydi ki tadını uzun süre ağzımda saklamak istiyordum. Sonunda doyduğum için bu güzel kahvaltı masasından ayrılmak zorunda olduğumu kabullenerek ayaklandım. Ayağıma bir çift siyah ayakkabı geçirdikten sonra pelerinimin kapüşonunu başıma geçirdim ve hızla odadan çıktım.

“Günaydın Majesteleri!” Bana başındaki şapkayı çıkararak selam veren bu adam evin bahçıvanıydı. Onu başımla selamladım.

“Gidiyor musunuz? Askerleriniz kapıda.” diye sordu bahçıvan, “Keşke sizi daha güzel şartlarda, daha uzun ağırlayabilseydik...”

“Bir sonrakine...” diye mırıldandım ve gülümsedim. Bahçıvanın benim için açtığı kapıdan çıkmak için ilerlerken kapının önünde beni bekleyen askerleri gördüm.

Atlas, Boray, Deha, Poyraz, Meran, Somer... ve o, Hazar. Hepsi atlarının başındaydı. Gözlerim Hazar’ın beni izleyen gözlerine takıldı, bugün bana böyle utanç ve suçluluk dolu bakışlarla bakacağını biliyordum. Gülümsememi bastırmaya çalıştım.

“Günaydın,” diye seslendim, “İyi uyudunuz mu?”

“Elbette Majesteleri.” dedi Deha.

“Yola hazırız, Majesteleri.” diye ekledi Atlas.

“Peki o halde, devam edebiliriz.” Hazar’a doğru ilerledim ve bana başıyla verdiği selama karşılık verdikten sonra bana uzattığı eline tutundum. Eline tutunarak ayağımı atın eyerinden sarkan gümüş pedallardan birine koydum ve kendimi atın üzerine attım. Bunu yapmak giderek kolaylaşıyordu.

Hazar ben bindikten sonra atın üzerindeki yerine, tam arkama yerleşti. Yola çıkmadan hemen önce başımı çevirip ayrıldığımız eve son kez baktım, hizmetliler ve bahçıvan bizi yolcu etmek için kapıya çıkmıştı.

“Her şey için teşekkür ederiz, kraliyet bu hizmetinizi unutmayacak.” Onlara gülümseyerek el salladım.

“Ne zaman ihtiyacınız olursa buradayız, Majesteleri!” Bahçıvanın cümlesi bizim yola çıkış cümlemizdi, atların toprakta hareket eden ayakları bizi son hızla bir sonraki durağımıza ulaştırmak için çabalarken artık içinde olduğum bu yolculuğa tamamen adapte olduğumu hissediyordum. Gözlerimi yüzüme son süratle çarpan rüzgardan korumak için kapattığım sırada beni arkamdan saran şövalyenin sesini kulağımda hissettim.

“Sizden her şey için çok özür dilerim Majesteleri. Kendimi ne kadar rezil hissettiğimi tahmin bile edemezsiniz...”

Gözlerimi açtım ve karşıdan gelen sert rüzgarın göz bebeklerime kadar vurmasına izin verdim.

“Sorun yok Hazar.” diye mırıldandım, “Bunun bir daha yaşanmaması yeterli bir özür şekli.”

“Bu bir daha asla yaşanmayacak, Majesteleri. Sizi her şeyden koruyacağım, kendimden bile...”

“Sana inanıyorum.” Onu yanıtladıktan sonra kıpırdanıp pelerinimin başlığını yüzüme doğru çekiştirdim ve yüzümü yarıya kadar korumaya aldıktan sonra gözlerimi de kapattım. Bana yapacağı kısa açıklama için atı yavaşlatmış, diğerlerinin arkasında kalmamızı sağlamıştı. Açıklamasını yaptıktan sonra ise o kadar çok hızlandı ki diğerleri arkamızda kaldı.

“Patron yavaş ama, yarışıyor muyuz!” diye bağırdı çocuklardan biri. Arkamızdan gelen gülüşmeleri duyabiliyordum.

Bir süre daha süratle devam ettik. Benim tek yaptığım gözlerimi dinlendirmek ve ara ara başlığımı kaldırıp nasıl bir yerdeyiz diye bakmaktı. Saatler sonra mola vermek için durduğumuzda karşılaştığım manzara güzel, uzun bir nehirdi.

“Yemek molası mı?” diye sordum heyecanla, o kadar acıkmıştım ki sanki koşan at değil de bendim.

“Evet,” diye yanıtladı attan inip bana elini uzatan Hazar, “Kaldığımız evin hizmetlileri bize güzel bir erzak çantası hazırlamış.”

“Harika.” diyerek eline tutundum ve aşağı atladım.

Diğer çocuklar atları ağaçlara bağlarken ben ağır adımlarla ilerleyip nehrin kenarındaki en düz zemine yerleştim. Elbisem ile kıvrılıp nehre en yakın ağacın yanına oturdum ve derin bir nefes aldım. Gözlerim nehrin üzerinde uçan bir kuş sürüsüne takıldı, onlardan hiçbir farkımız yoktu. Aynı yöne gidiyor, adeta göç ediyorduk. Ben güzel manzaranın tadını çıkarırken askerler atlarını bağlamış, beslenmelerini sağlıyorlardı. İşleri bitip de teker teker geldiklerinde yanıma oturan Hazar’a döndüm.

“Gökyüzü kapalı gibi. Acaba yağmur mu yağacak?” diye sordum başımla göğü işaret ederek. Hazar başını salladı.

“Öyle gibi görünüyor.” diyerek bana yanımızda getirdiğimiz kumanyadan çıkardığı sandviçlerden birini uzattı.

“Dua edelim de yağmasın.” dedim çaresizce.

“Yağmur bizi durduramaz.” dedi Hazar, “Fırtınanın ortasına da düşsek görev görevdir Majesteleri, sizi götürmemiz gereken yere götürmek için her şeyi yapacağız.”

Dün akşamki halini gördükten sonra bugünkü tüm konuşmaları bana aslında görevine ne kadar bağlı olduğunu ispatlamak ister nitelikteydi. Sessizce güldüm. Diğer çocuklar da kendi aralarında konuşuyor ve gülüşüyorlardı, merakla onlara döndüm.

“Siz neye gülüyorsunuz?” diye sordum merakla, “Sizde bugün bir şey var. Bana da anlatsanıza.”

“Özür dileriz Majesteleri,” dedi Atlas, “Daha dikkatli davranırız.”

“Hayır, hayır.” dedim, “Yanlış anladınız, kızmak veya uyarmak için söylemedim! Gerçekten merak ettim, yolculuk o kadar sıkıcı geçiyor ki bir şeyler duymaya ihtiyacım var.” diyerek gülümsedim.

Önce birbirlerine baktılar, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Sonra Atlas birden konuya giriverdi.

“Deha bir önceki evden ayrılmak istemedi de... Onu konuşuyorduk.” dedi ve gülerek sustu. Deha ise gözlerini devirdi, bu açıklamadan hoşnut değildi. Merakla ona döndüm.

“Nedenmiş o?” diye sordum.

“Böyle basit meselelerle vaktinizi çalmak istemem Majesteleri.”

“Hadi ama,” dedim, “Şu an karşınızda bir kraliyet mensubu olduğunu unutun, geleceğin kraliçesiyle konuştuğunuzu da unutun. Arkadaşınıza anlatır gibi anlatın.”

Tam o an benden cesaret bulan Atlas bir kez daha söze girdi.

“Deha Isabel’e aşık olmuş efendim.”

“Isabel mi? O da kim?”

“Evdeki hizmetlilerden biri... Genç ve sarışın olan.” diye yanıtladı Atlas. Gülüşüm büyüdü.

“Ah, işte konuşmak isteyeceğim tarzda bir konu!” diyerek gülmeye devam ettim, “Gerçekten güzel bir kızdı. Aşık olunmayacak gibi değil. Belki tüm bu karmaşa sona erdiğinde şansımızı deneriz. Saraya döndüğümüzde bana hatırlatın, olur mu?”

“Gerçekten mi efendim?” diye sordu Deha.

“Tabi ki.” Başımı sallayarak sandviçimden bir ısırık aldım.

Her ne kadar benimle arkadaşlarıymışım gibi konuşmalarını istesem de onlar için bir “efendi”ydim. Neredeyse aynı yaşlardaydık, belki bazılarından küçüktüm bile ama aramızda kraliyetin getirdiği kalın duvarlar vardı ve onları aşmak imkansız gibiydi. Henüz hiçbirinin ağzından ismimi bile duymamıştım... Gözlerim merakla Hazar’a kaydı. Acaba ismimi nasıl söylerdi? Bana “majesteleri” demek yerine “Sara” dese ne hissederdim?

Bazen herkesin ödül olarak gördüğü bir cezayı yaşıyormuşum gibi hissediyordum. Dostlarımın bile bana “majesteleri” ya da “efendim” dedikleri bir hayat... Etrafım hep o resmiyetin ve saygının soyut duvarları ile çevrili kalacaktı. Hepimizin acıları vardı ve ben bu acıları dile getiremeyecek kadar tutsaktım.

Çiçeklerle bezeli, bir dediğimin iki edilmediği bir hayat... Bu hayatın içinde mutsuzluğu yaşamak mümkün müydü? İçimde yaşayan prenses, kralın kızı, geleceğin kraliçesi elbette mutluydu. Peki ya Sara? Ben bana verilen hiçbir unvan değildim. Ben bana verilen o isimden ibarettim... Ben Sara’ydım. Annemin ve babamın kızı, elbiselerimin arasındaki bu vücudun misafir ettiği o ruhtum ben.

Aşkı hiç tatmamış, gerçek dostluk nedir bilmemiştim. Hep birilerinin efendisi, emir vereni olmuştum. Oysa artık sarayda değildim ve içimdeki özgür çocuk kıpırdanmaya başlamıştı. “Sara” artık kendi ismini duymak istiyordu, buna ihtiyacım vardı. Kim olduğumu hatırlamak için kendim olmaya ihtiyacım vardı...