3.BÖLÜM : BENİM MİSAFİRİM
3.BÖLÜM : Benim Misafirim.
Her şey yarım yamalak. Anılar, rüyalar, gerçekler, her şey yarım yamalak zihnimde. Tek hissettiğim bir şeyleri kaybettiğim. Kanımı, ruhumu, bilincimi, ihtimallerimi...
O sandığın içine girdiğim anı hatırlıyorum, sarı fularımın rüzgarla dans edişini görmesem bile resmediyorum zihnimde, karnımdan elime gelen kanın tadını alabiliyorum sanki, tadını hiç bilmesem de bir şekilde tanıyorum. Bana bakan o bir çift kahverengi gözün sahibini anımsıyorum kayıp zihnimde.
“Arabayı getir,” deyişi belki de karmakarışık zihnimdeki en net şey, “Arabayı getir. Onu buradan götürüyoruz.”
Ve gerisi karanlık. “O bir çift kahverengi gözün sahibinden mi?” diyor zihnimdeki tiz sesim, “Onun ellerinden mi gelecek ölüm?”
Gözlerimi araladığımda beni loş bir karanlık karşıladı. O kadar halsiz, o kadar uykuluydum ki zar zor açtım gözlerimi, boğazımdaki düğümleri açmak ister gibi yutkundum. Gözüme ilk çarpan tepemdeki kristal taşlı sarkıt avize oldu. Tavandan duvara doğru yavaş yavaş indi gözlerim.
Tam karşımda ahşap bir televizyon sehpasına konumlandırılmış büyük bir televizyon, televizyonun hemen üstünde ise kırmızı renkli bir fil ailesi tablosu vardı. Devasa bir yataktaydım, üzerimdeki nevresimler ipekti.
Koluma takılmış serumu gördüğümde zihnimin içinde birkaç geçmişe gidiş anı yaşadım. Elim aceleyle karnıma gitti. Nefes nefese doğrulmaya çalıştığımda alt karnımın sargı bezi ile sarılı olduğunu gördüm.
“Neredeyim ben?” diye sayıkladım kafa karışıklığı içinde. Ve bir ses duyuldu, karanlığın içinden, solumda kalan pencerenin önünde.
“Sakin ol.” dedi tok ses, “Güvendesin.”
Birkaç adım sesinin ardından sesin sahibi nihayet loş avizenin aydınlattığı bölgeye geçiş yaptı ve nihayet onu görebildim. Onu ve kahverengi gözlerini...
“Sen...” dedim telaşla, “Sen oradaydın... Depoda... Peşimdeydin!”
Histerikleşmiştim. Belki bana verilen ilaçların etkisinden, belki de yaşadıklarımın yarattığı kafa karışıklığından, tir tir titriyordum.
“Doğru,” dedi, “Oradaydım, peşinde.”
O an ilk defa inceleme fırsatı buldum onu. Geniş omuzları, düzgün fiziği ve koyu kumral saçlarıyla bana bakıyordu. Üzerine kusursuz oturan siyah takım elbisesi onu sandığın içinden gördüğümde üzerinde olan takım elbisesinin aynısıydı. Çok bir zaman geçmemiş olsa gerekti, değil mi?
“Burası neresi?” diye sordum aynı telaşla, “Sen kimsin? Ne istiyorsun benden? Ne kadar zamandır buradayım? Arkadaşlarım...” dedim bir anda kayıp telefonumun aklıma gelmesiyle, “Arkadaşlarım konserde. Onlara haber vermem lazım, beni çok merak etmişlerdir!”
“Arkadaşların evlerinde.” dedi sakin bir sesle. Artık tepemde dikilmiyordu. Eğilip yatağın yanında duran bordo renkli berjere yerleşmişti.
“Evlerindeler mi? Ama konserdelerdi... Beni bırakıp dönmezler ki... Beni merak etmişlerdir!”
“Seni aradılar.” dedi, sesi öyle duygusuzdu ki sanki oldukça önemsiz bir şeyden bahsediyordu.
“O zaman?” dedim telaşla, “Ne demek evdeler? Ne demek aradılar? Arayıp bulamayınca eve mi döndüler? Hem sen...” dedim korkuyla, “Hem sen onların evlerinde olduklarını nereden biliyorsun? Takip mi ettiniz onları?”
Karşımdaki umursamaz adam sonunda telaşıma karşın derin bir iç çekti ve öne doğru eğildi.
“Eliz,” dedi, “Sakinleş.”
İsmimi nereden biliyordu?
“İsmimi... Sen benim ismimi... nereden?” Artık kekelemeye başlamıştım. Bir kabusun içine uyanmış gibiydim. Bir anda konuşmayı kesip kolumdaki seruma yöneldim, serumdan da bu adamdan da kurtulup gitmeliydim buradan. Hemen.
“Eliz.” dedi bir kez daha, bu sefer uyarı niteliğinde, daha net bir sesle. Ayaklanmıştı, eli diğer kolumdaki seruma yönelen elime dokundu, “Susup dinleyecek misin?” diye sordu.
Yüzü yüzüme yakındı, ben telaştan nefes nefeseyken o durgun bir su gibi sakindi. Gözlerinde gördüğüm tek şey dingin bir öfkeydi, o da çok uzun zaman önce oraya yerleşmiş gibiydi.
“Konuş.” dedim aynı öfkeyi takınmaya çalışarak, “Ne söyleyeceksen söyle, sonra da buradan çıkıp gideceğim.”
Adam başını salladı, bu sefer berjere değil, yatağın kenarına, bacaklarımın yanına oturdu.
“Önce tanışmayalım mı?” diye sordu alaycı bir tavırla, “Ben senin ismini biliyorum,” derken ceketinin cebinden kimliğimi çıkardı ve bana uzattı, “Sen benimkini merak etmiyor musun?”
Omuz silktim.
“İnan umrumda değil.” dedim, “İsmin dünyanın en ilginç ismi olsa bile duymak istemiy-“ derken sözümü kesti.
“Devrim,” dedi, “Benim ismim Devrim Ali Yöner.”
Elini bana uzattı, gerçek bir tanışma merasimi istiyordu. Şaka filan yapıyor olmalıydı. Elini sıkıp tanıştığımıza memnun olduğumu mu söylemeliydim şimdi?
“Tamam.” dedim, “Konuş şimdi.”
Gülümsedi. Havada kalan elini yavaşça kucağına indirdi. Onunla böyle konuşmam onu eğlendiriyor gibiydi. Tam söze girecekti ki odanın kapısından gelen gürültülerle ben kendimi geri çekerken onun da başı kapıya yöneldi.
“Abi,” diyerek içeri girdi birisi, onu tanıyordum. Sandığın başında gördüğüm ikinci kişiydi bu, “Hanımefendi uyanmış!” dedi beni gördüğü an.
Devrim başını salladı.
“Bir şey lazım mı abi? Doktor alt katta, haber vereyim mi?”
“Birazdan.” dedi Devrim, sonra bana döndü, “Bu benim yardımcım Ömer.” dedi.
Ömer dediği adam gülümseyerek elini uzattı bana.
“Memnun oldum Eliz Hanım.” diye mırıldandı, ben ise yıllarca ormanda yaşamış ve yabanileşmiş de yıllar sonra ilk kez insan içine karışmış gibi bakıyordum yüzlerine.
Ömer uzattığı eline herhangi bir karşılık gelmeyince patronuna baktı.
“El sıkışmıyor.” dedi Devrim dalga geçer gibi.
“Ha,” dedi Ömer, “Tamam abi. Bir ihtiyacınız olursa, ben kapıdayım...”
Devrim başını salladı. Yardımcısı çıkarken ben hala bu aptal serumdan, bu aptal odadan ve bu aptal adamdan nasıl kurtulabileceğimi hesaplıyordum.
“Öyleyse artık konuşma vakti geldi,” dedi Devrim, “Öncelikle arkadaşların seni bulmak için ellerinden geleni yaptılar ve hala yapıyorlar...” dedi, “Tam sekiz gündür.”
Kalbim tekler gibi oldu. Ne demişti o? Sekiz gün mü?
“Ne demek sekiz...” diye mırıldandım, “Ne demek sekiz gündür?”
Devrim başını kaldırdı.
“Sözümü kesme,” dedi, “Konuşmamı istedin, dinle.”
Sustum ama duyduğum tek bir cümle karşısında bile bu yatağın içine gömülür gibi olmuştum. Ben gerçekten de sekiz gündür burada, bu evde miydim? Arkadaşlarım bunca gündür beni mi arıyordu? Annemin haberi olmuş muydu?
“Seni tam sekiz gün önce o gece, o deponun önünde gördüğümde peşinden gelme amacım diğerlerinden farklıydı Eliz. Onlar seni bulsaydı buldukları an öldüreceklerdi. Ben ise sana yaşaman için bir şans vermek istedim... O gece o depoda gördüğün herkes o kadar karanlık, o kadar güçlü isimler ki seni oradan alıp götürmeseydim bir şansın olmayacaktı. O gece cinayetine şahit olduğun adam Mark Benson, Amerikalı bir diplomat. Onu öldüren ise kırmızı bültenle aranan Rus mafya lideri Dimitri Vetrov. Senin o gece şahit olduğun o cinayet tam sekiz gündür bütün dünyanın gündeminde. O toplantıya katılan bütün karanlık insanların gündeminde ise tek bir kişi var...”
Ben dehşet içinde onu dinlemeye devam ederken o duymaktan korktuğum tek kelimeyi bir çırpıda söyleyiverdi,
“Sen.” dedi, “Sen Eliz...” Ve devam etti.
“Hepsinin adamları her yerde seni arıyor, arkadaşlarınla birlikte yaşadığınız ev bile yedi gün yirmi dört saat gözetleniyor. Her gün gittiğin üniversiten, ziyarete gidersin diye annenin kaldığı cezaevi, her gün gittiğin market, hatta kedini düzenli götürdüğün veteriner kliniği bile...”
Duyduklarım giderek kötüleşiyordu. Bu gerçek olamazdı, gerçek olmamalıydı.
“Ben o gece...” diye mırıldandım zar zor, “Ben o gece sadece bir ağrı kesici almak istemiştim...”
Dünyanın en sıradan hayatını yaşarken birdenbire Amerikalı bir diplomatın cinayetine tanık olup dünyanın dört bir yanından mafya liderlerinin aradığı birine nasıl dönüşmüştüm?
“Peki sen?” dedim yaşadığım bir anlık farkındalıkla başımı kaldırarak, “Sen kimsin? Sen neden oradaydın, neden onlarlaydın!”
“Ben...” dedi, “Söylediğim gibi, ben Devrim Ali Yöner. Ve sana yaşaman için bir şans sunuyorum... Bilmen gereken tek şey bu.”
“Benden ne istiyorsun?”
“Hiçbir şey.” dedi Devrim, “Onları tanıyorum. Peşini bırakmayacaklarını her şeyden iyi biliyorum. Ya dışarı çıkıp onlar tarafından öldürüleceksin, ya da sana verdiğim şansı değerlendirip sonsuza kadar burada, benim misafirim olarak yaşayacaksın...”
“Yani iki türlü de öleceğim...” dedim titreyen sesimle, “Ya gerçekten öleceğim, ya da sevdiğim tanıdığım herkesin hayatlarından silinip gideceğim...”
Devrim başını salladı.
“Ama teknik olarak yaşıyor olacaksın.”
“Teknik olarak.” dedim acı içinde bir gülümsemeyle.
Hiçbir şey söyleyemedim, hiçbir şey söylemek de istemedim zaten. Ona arkamı dönüp yastıkların arasında öylece uzandım, dolu gözlerimden akan damlalar saçlarıma doğru ilerlerken onun ayağa kalktığını duydum.
“Sen biraz uyu ve dinlen,” dedi, “Duydukların sindirmesi kolay şeyler değil, biliyorum.”
Cevap vermedim. Ne diyebilirdim ki? Bana sunduğu iki seçenekten birinde fiziki olarak ölüyordum, diğerinde ruhen. Hangisini seçebilirdim? Hangisini kabul edebilirdim?
Ya dışarı çıkıp anında yakalanıp öldürülecektim, ya da tanıdığım herkesin hayatlarından silinip gidecek ve sonsuza kadar bu evin misafiri olacaktım.