3.Bölüm : 482’nin Hikayesi.

Beyza Alkoç
0

3.Bölüm : 482’nin Hikayesi.

“Bulut Özar...”

“Evet efendim.”

“Eğitim yılını dondurmak istediğini söylemişsin. İkinci sınıfta bir tıp öğrencisisin. En iyi öğrencilerimizden birisin. Özel hayatın hakkında herhangi bir bilgi talep etme hakkım yok, elbette ki öğrenim yılını dondurmak en büyük hakkın. Fakat seni uzaktan uzağa kendi oğlum gibi gören bir eğitmeninim. Bu kararı neden aldığını sorabilir miyim? Eğer maddi sebeplerse yardım edecek birilerini bulabilirim.”

“Ben...” dedi Bulut mahcup bir gülümsemeyle, “Size sunacak mantıklı sebeplerim yok. Belki de size sunabileceğim en aptalca sebebe sahibim. Ben aşık oldum hocam.”

“Aşık mı oldun?”

“Evet... Çok aşık oldum.”

Bulut kayıt dondurma işlemini tamamladıktan sonra okuldan çıktı. Arkasını dönüp iki yılını geçirdiği okuluna iç çekerek baktı.

“Bana biraz zaman ver.” dedi okuluna, “Geri döneceğim.”

Sonra cebinden çıkardığı uçak biletine baktı. Heyecanla gülümsedi. Uçağı bu akşam saat 20.30’daydı. Lise yılları boyunca aşık olduğu, birlikte olmaları ise oldukça şanssız bir döneme gelen sevgilisinin yanına Ankara’ya gidecekti.

Sevgilisi Lale iki yıldır Ankara’da psikoloji okumaktaydı. Son zamanlarda mesafeler yüzünden yaşadıkları soğukluk Bulut’u derin bir bunalıma sokmuştu. Bulut inanılmaz bir aşk adamıydı. Lale ile araları kötü olduğunda yemek yiyemiyor, derslerine odaklanamıyordu. Tek istediği tek bir yıldı. Lale ile yan yana geçireceği tek bir yıl için eğitim hayatının bir yılını feda etmeye hazırdı. Lale’ye sürpriz yapacak, onun yanına yerleşecekti. Bir kafede işe girecekti, çalışacağı yer bile hazırdı.

“20.30 kalkışlı İstanbul – Ankara yolcuları, lütfen kapıya geliniz.”

Bulut elinde biletiyle uçağa giden körüğün kapısında beklerken hala gülümsüyordu. Yüzündeki gülümseme asla solmuyordu. İçindeki heyecan tarif edilemez boyuttaydı. Uçuş boyunca gökyüzünü izleyip hayaller kurmuştu. Ankara Havalimanında inip merkeze giden araçlardan birine bindiğinde Lale’ye bir mesaj attı.

“Ne yapıyorsun hayatımın anlamı?” Lale’nin cevabı beş dakika sonra geldi.

“İyiyim aşkım. Özge ile ders çalışıyoruz.”

Özge Lale’nin son zamanlarda vakit geçirmeye başladığı sınıf arkadaşlarından biriydi. Bulut Lale’nin mesajlarını bile onun sesiyle duyuyordu. Mesajına baktığında bile onun gözlerini görüyordu sanki.

Merkezde inip Lale’nin evine yürümeye başladığında Ankara’nın dondurucu Ekim soğuğu bile onun için ilham vericiydi. Kulaklarında takılı kulaklıklarından telefonunda çalan “Perdenin Ardındakiler” grubunun “Ankara’yla Bozuşuruz” şarkısı duyuluyordu. Bulut tam yirmi dakika boyunca Ankara sokaklarında yürüdükten sonra elinde bir demet lale ile Lale’nin oturduğu binaya ulaştı.

Şansına, binadan çıkan biri kapıyı açık bırakmıştı. Sürpriz tam istediği gibi ilerliyordu. Elinde çiçekler, saçları soğuktan nemlenmiş, elleri buz gibiydi. Tek istediği Lale’nin yanına gidip ona sıkıca sarılmak ve ellerini ellerinin arasında ısıtmaktı. Merdivenleri heyecanla çıktıktan sonra kapının deliğini eliyle kapattı. Yüzünde tam bir aptal aşık gülümsemesiyle zili çaldı ve beklemeye başladı.

“Kim o?” dedi bir ses, Lale’nin sesi. Bulut elini kapının deliğinden çekip kapıya yaklaştı ve gülümsedi.

“Bulut?” Lale kapıyı açmak yerine içeriden şaşkın bir sesle konuşmayı tercih ediyordu.

“Benim hayatım. Açabilirsin.” Lale kapıyı açtığında yüzünde şok içinde bir ifade vardı. Bulut Lale’nin bu sürpriz karşısında yaşadığı şoka gülüyordu. Ona sıkıca sarıldığında Lale buz gibi olmuştu.

“İyi misin?” diye sordu Bulut, “Şoktasın, değil mi?”

“Kim geldi bebeğim?” İçeriden gelen sesle başını kaldıran Bulut karanlık koridordan kapıya doğru yürüyen silüeti gördü. Önce birkaç saniyeliğine donakaldı, sanki beyni bütün işlevlerini yitirmişti. Sonra Lale’ye baktı ve bir açıklama bile istemediğini anladı.

“Tanıştığıma memnun oldum Özge.” dedi Bulut karşısında duran sakallı bıyıklı otuzlu yaşlarındaki adama.

“Ne Özge’si hadsiz? Sen kimsin? Lale kim bu?” Lale’nin yanındaki adamın duruşu bile her şeyi belli ediyordu. Adam zengindi. Öyle böyle değil, inanılmaz zengindi. Binaya girerken kapıda gördüğü lüks aracın kime ait olduğu şimdi belli olmuştu. Bulut çaresizce içine sığmayan öfkesini bastırmaya çalıştı ama bu imkansızdı.

“Paran için seninle olan bu karaktersizin sevgilisiyim.” dedi öfkeyle.

“Ne sevgilisi? Lale ne diyor bu?”

Lale ise hiçbir şey söyleyemiyordu, köşeye geçmiş ağlıyordu.

“Senin için harcadığım aylarıma, yıllarıma yazık. Senin yüzünden aylardır tek bir ders notumu bile okuyamadım. Senin o aptal sebepsiz soğuk konuşmalarını kafaya takmaktan bütün derslerimden kaldım. Senin için, sırf senin yanında olabilmek için okulumu dondurup buraya kadar geldim. Çünkü bana yan yana olamadığımız için böyle olduğunu söylüyordun! Derdinin para olduğunu söyleseydin keşke, her ay iki üç bin lira yollardım soğuk konuşmazdın. Değil mi? Yoksa fiyatın daha mı yüksek? Biriken borcum filan varsa çekinmeden söyle, öderim.”

Bulut içindeki bütün kini ve öfkeyi kusup oradan çıkıp giderken ardında bıraktığı tartışma ve bağrışma sesleriyle birlikte oradan uzaklaştı. Binadan çıkıp kapının önünde duran lüks araca birkaç tekme savurduktan sonra bütün öfkesine, bütün nefretine rağmen telefonunu çıkardı. Polisi aradı. Lale ona her ne kadar bunu yaşatmış da olsa yanındaki adamın ona neler yapabileceğini biliyordu ve kimse hiçbir zaman hiçbir şekilde şiddet görmeyi hak etmezdi.

“İyi akşamlar. Komşularımın evinde bir kavga olduğunu duydum. Adam pek tekin bir tipe benzemiyor. Adres versem gelip kontrol eder misiniz?” Bulut polislere adresi bildirdikten sonra yıkılmış ve mahvolmuş bir halde yürümeye başladı.

Ağlıyordu. Sokaklarda çaresizce geziniyordu. Bir sonraki uçuşun saat kaçta olduğuna bakacak halde bile değildi. Geçtiği sokakların birinde yerde bir kağıt gördü. Kağıt o kadar ıslanmıştı ki uçamıyordu bile. Eğilip merakla kağıdın üzerindeki satırları okudu.

“BU BİR KAYBOLMA PROJESİ!” yazıyordu en başta. Yağmur kağıttaki yazıları bozamamıştı.

“Sizi kaybetmemizi ister misiniz?”

“ENKAZ ALTINDAKİLER çok yakında tüm dünyayla aynı anda yayında! Ülkeni temsil edecek beş yarışmacıdan biri olmak için @enkazaltindakilertv hesabımızdan bizimle iletişime geçebilirsin.

Unutma, zor olan kaybolmak değildir. Zor olan eve dönmektir.”

Bulut eve dönmesinin ne kadar zor olduğunu biliyordu. Kolay olanın kaybolmak olduğunun farkındaydı. Kağıtta yazanların önce bir şaka olduğunu düşündü. Sonra içindeki her şeyden vazgeçmiş bir deli cesaretiyle kağıtta yazan hesaba girdi. Bu bir yarışmaydı.

“Enkaz Altındakiler’den biri olmak üzere başvurmak için isim, soyisim ve doğum tarihinizle birlikte atacağınız bir mesaj yeterli olacaktır. Bol şans.”

“Sadece bir mesaj mı?” diye düşündü içinden. Sayfayı inceledikten sonra içinden gelen dürtüyle mesaj sayfasına girdi.

“Bulut Özar, 20.” Yazdı ve gönderdi. Ankara’nın yağmuru şiddetini arttırırken Bulut gördüğü en yakın kafeye oturdu. Kafenin camından dışarı bomboş gözlerle bakıyordu. O sırada telefonu titredi. Mesaj yarışmadan geliyordu.

“Sevgili Bulut Özar, yüzlerce yarışmacı adayı ile birlikte ilk elemeye katılmaya hak kazandınız. 9 Ekim günü saat 16.00’da aşağıdaki adreste olmanız halinde ilk elemeye katılabilirsiniz. Bol şans.”

“9 Ekim...” dedi kendi kendine, “Yarın.”

Kafede bir saat kadar oturduktan sonra uçak bileti aramaya başladı. Hakkında doğru düzgün hiçbir bilginin bulunmadığı bu yarışmanın seçmelerine katılacaktı. Çünkü gitmek istiyordu, ne olursa olsun, nereye olursa olsun.

Sadece gitmek...

Uçağa bindi, İstanbul’a döndü.

Ertesi gün eline tutuşturulan kağıtta yazan rakamların oluşturduğu sayı gözlerini uzun süre üzerinden ayıramadığı bir sayıydı. Sanki sadece bir sayı değildi de bir anlamı vardı.

“482.”

Anlamı o’ydu. Artık Bulut yoktu, artık 482 vardı.

(Günümüz)

(Kumru’nun Anlatımıyla)

“Sadece tek bir yaranı iyileştirdiğinde, bu diğer tüm yaralarını iyileştirmen için bir adımdır.”

Dans hocamın geçen sene kurduğu bu cümle arabadan indiğimiz saniyeden beri aklımdaydı. Buraya neden geldim diye düşünüp durup onlarca neden arasında kayboluyordum.  

İçimdeki merak duygusu benim buraya neden geldiğimden çıkıp diğerlerinin buraya gelmeyi neden istediklerini sorgulamaya başlamıştı. Nisan gördüğüm en özgüvenli insanlardan biriydi. Oldukça da neşeli görünüyordu. Buraya herhangi bir kırılmışlığın üzerine gelmiş olamazdı. Eren sürekli gülüyordu, mutluydu, neşeliydi. Eğlenmeye geldiği belliydi. Bulut, sakin ve huzurlu görünüyordu. Bana kalırsa buraya geliş sebebi ne eğlenmekti ne de bir şeylerden kaçmaktı. Sanki yoldan geçerken uğramış gibiydi. Uraz’da ise çözemediğim bir şeyler vardı. Sanki buraya zorla getirilmiş gibi görünüyordu. Mutsuzdu, gergindi, sanki yetişmesi gereken bir yer, hatta yetişmesi gereken biri vardı...

“Burası bir orman mı?” diye sordu Nisan korku dolu bir sesle. Ayaklarımızın çamura battığını hissediyordum. O an bir kapı açılma sesi geldi.

“İçeri.” Dedi yarışmanın yönetmenlerinden biri.

“İçeriye nasıl girildiğini de söyleseniz keşke!” Eren keyifle cevap verirken uzattığım elim bir duvara değdi. Tam o an ayağımın altında topraktan ve çamurdan bambaşka bir yapı olduğunu fark ettim. Mermer miydi bu? Çamura bulanmış ayaklarım mermerde kayarken yere düşmek üzere olduğum an bir elin kolumu tuttuğunu fark ettim.

“İyi misin?” diye sordu bir ses, Bulut’un sesi. Bulut’un kolumu tutmasıyla toparlanıp iki elimi birden önümdeki duvara dayadım.

“İyiyim, sorun yok. Duvarı tutuyorum.”

“Duvar mı? Evi bulduk mu?” dedi Nisan.

“Burada bir kapı var.” Uraz’ın sesi sanki günlük yaşantısına devam ediyormuş gibiydi, sıfır şaşkınlık ve sıfır heyecan.

“Açabilecek misin?” dedi Eren. O sırada kapının açılma sesini duydum.

“Giriyorum,” dedi Uraz, “Arkamda mısınız?”

“Geliyoruz.” diye mırıldandım.

“Hepimiz burada mıyız?” dedi Bulut, “Kapı kapandığına göre buradayız...”

Ardımızdan kapanan kapı ve geride kalan sesler bize gösteriyordu ki artık baş başaydık. Kameramanlar yoktu, yönetmenler yoktu, herkes ardımızda kalmıştı. Şov kısmı bitmişti ve şimdi gerçek yarışma başlıyordu.

“Bu şeyleri gözümüzden çıkarabilir miyiz artık?” Nisan sızlanırken derin bir nefes alıp gözlerimdeki kumaşı çıkardım. Uraz, Bulut ve Eren de gözlerindeki kumaşları çıkarmış etrafı inceliyorlardı. Kimse Nisan’a söylemeyecek miydi?

“Çıkar istersen. Biz çıkardık.” dedim sessizce. Nisan gözlerini açıp saçlarını düzeltirken arkamı döndüm. Burası gerçekten de yıkılmış bir evin biraz da olsa sağlam kalabilmiş tek odasıydı.

“Bakın, geri sayım yapıyorlar. Ne için?” dedi Eren duvardaki saati gösterirken.

30, 29, 28, 27...

Saniyeler hızla kayıp giderken Uraz eğilip yerde duran metal kapağı kaldırdı.

“Sanırım bunun için.” dedi. Kapağın altından çıkan merdiven bahsettikleri merdiven olmalıydı. Oradan geçip platfortma inmek zorundaydık. Kural buydu.

“Sanırım inmemiz gerekiyor.” diyerek merdivenlere doğru bir adım attım. Ben hızla ve kararlılıkla merdiven basamaklarını inerken içimde korku duygusundan eser kalmamıştı. Merdivenleri başım dik bir şekilde inerken son basamak ve zemin arasında yaklaşık elli santimlik bir boşluk olduğunu görmeyip kendimi sırt üstü yere düşmüş bir halde bulduğumda bile hala başım dikti.

Şaka değil, yarışmaya düşerek girdim.

Üstelik yukarıda da düşmüştüm! Neredeyse bir saattir kameralar tarafından çekiliyordum ve iki kere düşmüştüm. Pek de hayal ettiğim gibi bir izlenim veremiyordum, değil mi?

“İyi misin, inanamıyorum!” Nisan sanki uçurumdan aşağı düşmüşüm gibi telaşlı bir sesle elini bana uzattığı sırada başımı salladım.

“İyiyim, sıkıntı yok.”

“Çok yüksekten düştün ama!”

“50 santim kadar...” diye mırıldandım.

Ayağa kalkıp üzerimi düzelttiğim sırada diğerleri de aşağı inmişti. Önümüz uçsuz bucaksız bir yemyeşil bir şehri andırıyordu. Yan yana durmuş önümüzde uzanan ağaçları, kırık dökük çardakları incelerken başımı kaldırdım. O an üzerimizin tamamen kapalı olduğunu görmemle kalbimin sıkıştığını hissettim. Oysa üzerimizde beni şaşırtan bir detay vardı.

“Yıldızlar...” dedim şaşkınlıkla, “Üzerimizde yıldızlar var.”

Başlarını kaldırıp yukarı baktılar. Platonun tasarımını öylesine gerçekçi yapmışlardı ki sanki gerçekten geceyi yaşıyor, yıldızları görüyorduk. Üzerimizi kapkaranlık bir ekran kaplıyordu. Yıldızlar sadece o ekrana yansıtılan görüntülerden ibaretti.

“Ve ay.” dedi Uraz, “Ay da orada.”

Uraz’ın bakışlarını takip ettiğimde gökyüzündeki ayı gördüm. Ağaçların arasında yanıp sönen sokak lambaları bile isteye yıpratılmış gibiydi. Eski püskü duvarlarıyla her şey öylesine gerçekçi duruyordu ki yeraltında olduğumuzu sadece biz anlayabilirdik. Duvarlardan birine spreyle bir yazı yazılmıştı.

“ENKAZ ALTINDAKİLER – Çünkü kaybolmak kolay olandır...”

Gözlerim yazıya takılı kaldığı sırada Eren’in elinde keselerle bize doğru yürüdüğünü gördüm.

“Bunlar bizim galiba. Şuraya, ağacın altına bırakmışlar.”

Her birimize birer kese uzattı. Üzerlerinde numaralarımız yazıyordu. 889 yazılı keseyi elime aldım. Ağır sayılmazdı. İçinden önce bir bileklik çıktı. Boncuklarında 889 yazan bir bileklik. Bu sayıyı her gördüğümde heyecanlandığım gibi yine heyecanlanmıştım. Bilekliği titreyen ellerimle sol elime geçirdim. Sonra içinden bir rozet çıktığını gördüm. Rozette aynı şekilde 889 yazıyordu. Rozeti cebime koydum ve kesenin içini incelemeye devam ettim. Düdük, el feneri, pusula, iğne-iplik gibi birçok ufak tefek ihtiyacımız buraya konulmuştu. En sonunda keseden bir not çıktı.

“Bence notu sesli okumalıyım.” dedi Nisan bir anda kendi kendine. Televizyondaki insanlara ne yazdığını dinletmek istiyordu. Alaycı bir tavırla güldüm. Başımı eğip onlardan birkaç adım uzaklaştım ve Nisan’ın notu okuyan sesinden uzaklaşıp bir ağacın altında kendi notumu kendi kendime okudum.

“Merhaba sevgili 889. Kıyafetlerin evde, onları kendi odandaki dolaptan alıp giyebilirsin. Odandaki her şey oraya senin kullanımın için konuldu. Hiçbir şeyi yanına almak zorunda değilsin. Birinci evi terk edip ikinci eve geçtiğinizde birinci evde olan her şeyi ikinci evde de bulabileceksin. İkinci evde bulamayacağın tek şey kendinsin. Çünkü burada geçirdiğin her saniye ve her dakika değişimini göreceksin, hissedeceksin. Unutma 889, buraya gelirken her kimsen buradan çıkarken o olmayacaksın. İyi şanslar.”

Notu katlayıp kesenin içine koydum. Sonra başımı kaldırıp etrafa bakındım. Şu an beşimizin de yaptığı şey aynıydı. Evi arıyorduk.

“Burada!” dedi Eren heyecanlı bir sesle, sesime gelin. Eren’in sesine doğru bir adım attığım sırada dördümüz yan yana oraya doğru ilerliyorduk. Eren ağaçların arasında bir evin önünde durmuş bizi bekliyordu.

Evi gördüğüm an gözlerim evin kapısının üzerindeki “1” yazısına kaydı. Burası bizim birinci evimizdi.

“Kapısı açık mı?” diye sordu Uraz.

“Açık, girmek için sizi bekledim.” Eren kapıyı açıp içeri girerken tek tek peşinden girdik. Ev dışarıdan baktığında inanılmaz gotik görünse de içeri girildiğinde sıcacık bir havası vardı. Dışı komple simsiyahtı. İçi ise odun konseptiyle döşenmişti. Tek katlı bir ev olmasına rağmen dört kişilik tasarlanmıştı ve inanılmaz büyüktü. Direkt olarak yerdeki zeminin üzerine yapılmamıştı. Evin zemininde evi yerden yaklaşık bir metre yukarıda tutan direkler vardı.  

“Burası ortak alan olmalı.” dedi Bulut. Kapıdan girdiğimizde bizi karşılayan ilk görüntü şömineli ve kocaman bir salondu. Salonun devasa camları tüm ormanı görüyordu.

“Burası benim odam olmalı.” dedi Eren salonu kastederek. Ona bakıp güldüm. O sırada Nisan’ın sesi duyuldu.

“Ben odamı bulmaya gidiyorum!” Nisan koridora doğru koşuşturarak giderken biz burada durmuş salonu izliyorduk. Salonun karşı duvarında oldukça güzel bir açık mutfak vardı.

“Odalarımızın kapılarında numalarımız yazıyor.” diye seslendi Nisan.

“Ben de gidip bakayım.” diye mırıldandım ve yanlarından ayrıldım. Odam koridorun en sonundaki odaydı. Koridor boyunca yanından geçtiğim camlar hala ormanı gösteriyordu. 889 numaralı odaya girdiğimde odamın büyüklüğü karşısında hayrete düştüm. Her odada bir banyo vardı. Üstelik dolabımda ihtiyacım olabilecek her şey vardı. Pedler, çoraplar, kıyafetler, iç çamaşırları, kişisel bakıma dair her şey... Dolapta bir de not vardı.

“Lütfen üzerinizdeki kıyafetleri değiştirmek için giyinme kabinini kullanın, kamera olmayan tek yer orası ve banyonuz. İçiniz rahat olabilir.”

Kıyafetlerin üzerinde ise ikinci bir not daha vardı.

“Lütfen üzerinizde yer alan kişisel kıyafetlerinizi çıkarıp sepete atın. Yarışma boyunca sadece size temin ettiğimiz kıyafetleri kullanmak zorundasınız.”

Notları okuduktan sonra üzerime baktım. Şu an burada benimle bana ait bir tek kıyafetlerim vardı ama onları burada bırakacak olmak bende hiçbir hüzün etkisi yaratmıyordu. Dolaptan iki parça kıyafet aldım ve giyinme kabinine girdim. Zaten hepsi benzer kıyafetlerdi. Koyu renk pijama takımları, siyah renk pantolonlar, siyah renk kazaklar ve kapüşonlular. Bir tek çoraplar hem siyah hem beyaz olarak iki çeşitte konulmuştu. Odada bir saat görememiştim. Burada saatleri bilmeden mi yaşayacaktık? Bir yandan odayı incelerken bir yandan elimdeki kıyafetlerle birlikte en köşede duran giyinme kabinine doğru gidiyordum.

Giyinme kabinine girdiğim an ne yaptığımın bilinçsizliğinde yere dizlerimin üzerine oturdum. Buranın dışında bütün kameralardan görünüyor olmam beni o kadar germişti ki buraya girene kadar bunun farkında bile değildim. Burası adeta bir güvenli bölgeydi, konfor alanıydı. Her tarafı kapalıydı, içinde sadece askılıklar ve burayı çok az aydınlatan bir ışık vardı.

İçimden bir ses “Keşke burada uyusam.” diye düşündü. Ama yasak olmalıydı. Görünmek zorundaydık, bizi uyurken bile izleyecek olmalarına izin vermiştik. Birkaç dakikayı kabinin içerisinde 889 olarak değil Kumru olarak kendi kendime vakit geçirdikten sonra giyindim ve “Hoşça kal Kumru.” diye düşündüm. Oradan çıkıp üzerimden çıkardığım kıyafetleri kirli sepetine bıraktım. Karşımda duran aynaya baktığımda gördüğüm kişinin Kumru olmadığına yemin edebilirdim. Karşımda gördüğüm simsiyah gözler 889’un gözleriydi. Koyu kestane dalgalı saçlarım darmadağın olmuştu. Ne uzun ne kısa saçlarım vardı, arafta kalmış bir boydu bu. Belki de onlara bir karakter verdirmeliydim, belki de onları kesmeliydim.

Saçlarımı tepede topuz yaptım ve dolapta duran siyah spor ayakkabılarından birini giyip odamdan çıktım. Üzerimde baştan aşağı simsiyah bir eşofman takımı vardı. Beyaz olan tek şey çoraplarımdı. Evin içi odama göre soğuktu. Koridoru geçip salona ulaştığımda Eren ve Nisan’ın yemek yaptıklarını gördüm. Uraz bir köşede, Bulut ise bir başka köşede oturmuş şömineyi izliyorlardı.

“Kumru, gelsene. Menemen yapıyoruz.” dedi Eren neşeli bir sesle. Başımı sallayıp onlara doğru ilerledim.

“Hadi kızlar, biriniz bunu alın. Domatesleri kesin. Diğeriniz de biberleri.” Eren önümüze birer kesme tahtası, biraz da domates ve biber koyduktan sonra kenara çekildi.

“Sen ne yapacaksın?” diye sordu Nisan.

“Son dokunuş benden...” dedi Eren, “Yumurtayı ben kıracağım.”

“Yorulmaz mısın, beraber kıralım istersen.” demem Eren’i de Nisan’ı da güldürdü.

“İşim bu.” dedi Eren, “Son dokunuşları yapmak.”

“Sahi ya, mesleğin neydi senin?” diye sorduğum sırada bir yandan da domates kesiyordum.

“Aşçıyım.” deyince şaka yaptığını sanıp güldüm, Eren güldüğümü görüp konuşmaya devam etti, “Şaka yapmıyorum. Gerçekten aşçıyım. Fakat en son çalıştığım yerde yemeklere pek de elimi sürdüğümü söyleyemem. Daha çok stajyerlere neler yapmaları gerektiğini anlatıyordum. Burada olduğu gibi...”

“Kaç yaşındaydın sen?” diye sordu Nisan.

“23. Sizin yaşlarınız ne peki?”

“Ben 19 yaşındayım.” dedim.

“Ben de 20.” dedi Nisan.

“Uraz, Bulut... Sizler kaç yaşındasınız?” Eren onlara doğru seslenince ikisi de başlarını kaldırıp baktılar. Suratları beş karıştı.

“20.”

“20.”

“En küçüğümüz Kumru yani, gerçi çok da bir fark yok. Sizler aynı sayılırsınız. Ben ise baya yaşlı kalıyorum aranızda. Gidip tansiyon ilaçlarımı içeyim.” Eren’e bakıp gülümsedim, “Kumru eline dikkat et.”

Eren anlık mod değişikliğiyle endişeyle elimi gösterdiğinde ben çoktan parmağımı kesmiştim bile. Bıçağı yere bırakıp acı içinde geri çekildiğimde Uraz ve Bulut’un da ayağa kalktıklarını gördüm.

“Kan akıyor!” dedi Nisan saçma bir farkındalıkla. Neredeyse acımı unutup gülmeye başlayacaktım.

“Ne oldu?” diye sordu Uraz endişeyle.

“Ciddi bir şey mi?” dedi Bulut.

“Hayır, sadece kesik.”

“Yani ciddi bir şey!” dedi Nisan telaşla.

O sırada Eren çekmeceleri karıştırıyordu. Yara bandı arıyor olmalıydı.

“Bakabilir miyim?” dedi Bulut.

“Bakmama izin verir misin?” dedi Uraz.

Uraz ve Bulut başımda eğilip aynı anda aynı soruyu sorduklarında Bulut cümlesine bir ekleme yaptı.

“Ben tıp öğrencisiyim. O yüzden sordum.” Bulut’un cümlesi Uraz’ın parmağıma bakmasını anlamsız kılarken Uraz’la göz göze geldik.

“Tabi,” dedi, “Sen bak.” Sonra ayağa kalktı ve Eren’in yanına geçti. Buna bozulmuş olamazdı, değil mi?

“Çok derin kesmişsin. Neredeyse bütün parmağını boydan boya kesmişsin. Biraz tampon yapmamız gerekecek gibi.”

O sırada Eren çekmecelerin birinde bütün ilk yardım malzemelerini buldu. Bulut parmağıma sargı beziyle bir süre baskı uyguladıktan sonra evin içindeki gergin sessizliğin içinde sargı bezini değiştirip parmağımı temiz bir sargı beziyle sardı.

“Bir süre bu şekilde kalsan iyi olur.”

“Tamamdır, teşekkür ederim.”

Bulut yerdeki malzemeleri toplarken Eren’in bana uzattığı eli tutup ayağa kalktım. Nisan ve Uraz ise mutfak tezgahına yaslanmış bizi izliyorlardı.

“İyi misin?” diye sordu Nisan.

“İyiyim. Ameliyatım çok iyi geçti.” dedim gülümseyerek.

Kurduğum cümle Nisan ve Eren’i güldürürken Uraz’ın gülüşü oldukça buruktu. Bulut ise zaten burada değil gibiydi. İlerleyen dakikalarda Uraz da Bulut da bahçede yürüyüş yapma niyetiyle ortadan kayboldu.

Nisan, Eren ve ben yaptığımız menemeni yedikten sonra bir süre daha şöminenin karşısında oturduk. Yaklaşık yarım saat boyunca havadan sudan sohbet ettikten sonra uyumaya gideceklerini söyleyip kalktılar. Uraz ve Bulut ise hala dönmemişti. Kendime bir kahve yapıp salonun kocaman camlarından birinin önünde duran ahşap sandalyelerden birine oturdum. Kahvemi içip dışarıyı izlediğim sırada evin kapısının açıldığını duydum. Başımı çevirdiğim an gelenin Uraz olduğunu gördüm.

“Tek kalmışsın.” dedi sessizce.

“Uyudular. Menemen istersen dolapta var. Sizin için ayırdık.”

“Yemeyeceğim.” dedi Uraz. Bir bardak su alıp yanıma oturdu. Orada dakikalarca hiç konuşmadan oturduk. Canını sıkan şeyler olduğu belliydi. Sormak ve sormamak arasında gidip geliyordum ama yüz ifadesi o kadar üzücüydü ki sanki bir teselli istiyor gibiydi.

“İyi misin?” diye sordum. Başını kaldırıp yüzüme baktı. Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra başını tekrar cama doğru çevirdi.

“İyi değilim.” diye mırıldandı, “Ve bu önemli değil.”

“Anlatmak istersen dinlerim.” dedim çekinerek.

“Anlatmak istemem.” dedi. Cevabı beni hayal kırıklığına uğratsa da en azından dürüsttü.

“O zaman ben seni yalnız bırakayım. Belli ki düşünmen gereken şeyler var...” diyerek ayağa kalktım. Koridora doğru ilerlediğim sırada sesini duydum.

“İyi geceler 889.” dedi, “Belki bir gün anlatırım.”

Bir süre orada durup onu izledim, bir şeyler söylemek istedim ama söyleyebileceğim hiçbir şeyin bir yardımı olmayacaktı.

“İyi geceler 533.” dedim ve arkamı dönüp odama doğru ilerledim.

İlk evimizde olan ilk ve son gecemiz sona ermişti. Sabah uyandığımızda bizi bambaşka bir gün, bambaşka bir ev bekliyordu. İki düşüş ve bir kesikle tamamladığım bir günün ertesi gününün nasıl olacağına dair inanılmaz bir merak içindeydim...