28.Bölüm : El Ele
*Kokun beni sakinleştiren tek şey...*
Sabah gözlerimi Ece’nin bana sarılmasıyla açtım. Bu huzur içinde bir sarılma değildi, korkmuş ve bana öyle sarılmıştı. Merakla doğrulup ona baktığımda bana kapıyı gösterdi.
“Ne oldu güzelim?” diye sordum.
“Kapı çalıyor abla.” Bir süre endişeyle Ece’yi izledim. Elimi alnına koyup ateşi olup olmadığına baktım. Biraz ateşi var gibiydi. Üstelik terlemişti, dün yaşanan karmaşa ona fazla gelmiş olmalıydı.
“Tamam tatlım, sen yatakta bekle ben bakıp geliyorum. Korkulacak bir şey yok.” dedim ve yataktan kalkıp kapıya doğru ilerledim. Kapıyı aralayıp dışarıya doğru sadece kafamı uzattım. Çünkü bu sefer de üzerimde sadece bornoz vardı.
“Günaydın, bunları size getirmemizi istediler Mine Hanım.” Kapının önünde birkaç otel çalışanı vardı. Ellerinde de kıyafetle dolu olduğunu düşündüğüm birkaç paket...
“Tabi,” dedim başımı sallayarak, “Buraya bırakabilirsiniz.”
Onlara kapının hemen yanında duran puf koltuğu gösterdim. Paketleri kapıdan bırakıp gittiler, o sırada aklım tamamen Ece’deydi. O yüzden paketlere bakmadan yatağa döndüm. Ece ise merakla ve korkuyla bana bakıyordu.
“İyi misin tatlım?” dedim, “Hasta mı oldun? Ağrıyan bir yerin var mı?”
“Biraz başım ağrıyor. Bir de kollarım. Bir de bacaklarım.”
“Ağrımayan bir yerin yok yani.” dedim gülümseyerek, “Dün çok yorulduk. Hava da soğuktu. Böyle olman çok normal. Ben şimdi restorandan bize kahvaltı getirmelerini rica edeceğim, sen de o sırada duşa girip çık. Kahvaltını da yapınca çok iyi hissedeceksin. Hadi bakalım.”
Ece ise içinde bulunduğu durumdan oldukça umutsuz görünüyordu. Sanki hayatında ilk defa hasta olmuş gibiydi. Darmadağınık saçlarıyla o kadar tatlı ve o kadar yorgun görünüyordu ki onu buralara kadar sürüklemiş olmak beni üzüyordu. Buna bir çözüm bulmalıydım.
“Gerçekten iyi hissedecek miyim abla?”
“Gerçekten hissedeceksin! Abla sözü!”
Ece yataktan kalkıp banyoya doğru ilerlerken ben de odanın telefondan restoranı aradım. Odamıza iki kişilik kahvaltı getirmelerini rica ettim ve benim için gönderdikleri kıyafetlere bakmak üzere kapıya doğru ilerledim. Puf koltuğun üzerindeki paketleri aldım ve yatağın üzerine koydum. Paketleri tek tek açıp çıkan her şeyi yatağa serdim. Çok zarif siyah bir gömlek ve siyah bir kumaş pantolon göndermişlerdi. Onlarla oldukça uyumlu olacağını düşündüğüm yeşil bir topuklu ayakkabı göndermişlerdi ki bu rengin manidar olduğuna emindim. Ece için de günlük bir kıyafet takımı göndermişlerdi, bunu Efe’nin düşündüğüne de emindim. Ece duştan yerlerde sürünen kocaman bir bornozla çıktığında halinden hiç de memnun görünmüyordu. Onu kahkahalarla karşılayıp kurulanmasına ve giyinmesine yardım ettim.
“Ateşin düşüyor gibi. Daha iyi hissediyor musun? Birazdan kahvaltımız da gelecek.”
“Bilmiyorum abla, her yerim ağrıyor.” diyerek yatağa uzandı. Saçlarını okşayıp üzerini örttüm. Benimle ve Efe’yle oradan oraya gitmeye sürekli düzeninin değişmesine dayanması kolay değildi.
“Hadi sen biraz daha yat, ben de duş alıp geliyorum. Kahvaltı yaptıktan sonra her şey düzelecek, merak etme tatlım.”
Ece’ye televizyondan bir çizgi film açıp hızla duşa girdim. Neredeyse beş dakikada duş alıp çıktım ve saçlarımı kuruttum. Yüzüme çantamdaki nemlendiricimden sürüp aynı hızla hazırlanabilmek için banyodan çıktım, Ece yine uyuya kalmıştı. Yanakları kıpkırmızıydı, yanına yaklaşıp elimi alnına koyduğumda ateşinin tekrar yükseldiğini anladım. Onu böyle bırakıp basın toplantısına filan gidemezdim ama eğer gitmezsem bu Efe için iyi olmayacaktı. Ece’nin yanına çaresizce uzandığımdan ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Çıkmazda kalmıştım. Oturup saatlerce düşünmeye hakkım yoktu. Hareket etmek zorundaydım.
En azından artık giyinsek iyi olur Mine.
Ah, hala bornozlayım, değil mi?
İsteksizce kalktım ve bana gönderdikleri kıyafetleri giydim. Kulaklarımdaki Efe’nin benim için aldığı yeşil küpeler ve ayakkabılarımın rengi aynıydı. Aynada kendime birkaç saniye baktıktan sonra gerçek dünyaya döndüm ve telefonumu alıp Efe’yi aradım. Efe telefonu çalar çalmaz açtı, sanki beni bekliyordu.
“Günaydın Yeşil Küpeli Kız.” dedi, sesi düne göre iyi geliyordu.
“Günaydın Efe. Birazdan bir basın toplantımız olduğunu biliyorum ama acil bir durum var. Böyle bir şeyle seni aramak istemezdim ama Ece hasta, ateşi var. Ne yapacağımı bilemedim.” Efe tek bir cümle kurdu.
“Kapat, geliyorum.”
Ne kadar endişelendiğini sesinden anlayabiliyordum. Tam o an telefon kapanır kapanmaz kapı çaldı. Efe bu kadar çabuk gelmiş olamazdı. Eğer gelen Efe’yse bu Efe’nin bunca zamandır kapımızın önünde durduğu anlamına geliyor olurdu. Merakla kapıya doğru ilerledim. Bir kahvaltı siparişimiz olduğunu unutmuştum ve gelen kahvaltımızdı. Otel çalışanları iki kişilik kahvaltı tepsisini odadaki masaya bırakıp çıktılar.
“Teşekkürler.” diyerek kapıyı kapattığım sırada Efe’nin odasından çıktığını gördüm. Üzerine siyah bir kot pantolon, üzerine beyaz bir gömlek ve siyah bir ceket giymişti. Beni görünce göz kırparak yanıma geldi. Eğilip bana sıkıca sarıldı ve saçlarımın arasında derin bir nefes aldı.
“Kokumu içine mi çekiyorsun?” diye sordum.
“Kokun beni sakinleştiren tek şey.” dedi.
Benden ayrılıp içeri girerken “İyi mi? Tam olarak neyi var?” diye sordu.
“Neyi olduğunu bilmiyorum. Halsiz, ateşi var, her yerinin ağrıdığını söylüyor. Kahvaltısı yeni geldi, henüz hiçbir şey yemedi. Yemek yedirip ilaç içirirsem iyi olur belki biz de basın toplantısına gidebiliriz.”
“Basın toplantısını filan düşünme şimdi.” dedi Efe, Ece’nin başında durup elini alnına koyduğunda endişesinin arttığını görebiliyordum. Cebinden telefonunu çıkarıp bir arama yaptı ve telefonunu kulağına götürdü.
“Abi selam,” dedi, Bora’yı aramış olmalıydı, “Mine’nin odasındayız. Ece hasta. Otelin doktoru var mı? Peki getirebilir misin? Tamam ama acele edersen iyi olur. Tamam abi.”
Efe Bora ile konuştuktan sonra telefonunu komodinin üzerine bıraktı Ece’ye döndü. Ellerini Ece’nin saçlarında gezdirirken konuşmaya başladı.
“Ece, hadi uyan tatlım. Gel kahvaltı yapalım.”
“Efe Abi...” diye sayıkladı Ece, “Ateşler içinde yanıyorum.”
Efe bana bakıp güldüğünde kendimi gülmemek için çok zor tutuyordum.
“Hastalığını böyle anlatan birini ilk defa görüyorum.” dedi Efe.
“Hadi tatlım,” dedim gülerek, “Kahvaltı yapalım sonra güzelce şuruplarını içip dinleneceksin. Hiçbir şeyin kalmayacak.”
Efe ile birlikte Ece’yi doğrultup yatakta oturmasına yardım ettik. Efe Ece’yi uyanık tutmaya çalışırken ben kahvaltı tepsisini alıp yanlarına gittim ve tepsiyle birlikte yatağa oturdum. Efe Ece’yi oyalamak için ona üniversite anlatırken ben de Ece’ye yemek yedirmeye çalışıyordum. Efe’nin anlattıklarını ise ortadan bir yerden yakaladım.
“Sonra arkadaşım için yoklamaya imza attım ama kendim için imza atmayı unutmuşum. Arkadaşım gelmedi ama ben yok yazıldım.”
“Yok yazılmak da ne demek?” diye sordu Ece. Kendimi tutamayıp ufak bir kahkaha attım.
“Ece’nin kaç yaşında olduğunun farkındasın, değil mi?” diye sordum gülerek.
“O kadar akıllı ki onun bir çocuk olduğuna inanamıyorum. Yanlış bildiğimden değil.” dedi Efe bana göz kırparak, bu cümlenin Ece’yi mutlu edeceğini biliyordu. Ece halsizce gülümsedi. O sırada kapının çaldığını duyduk. Efe kalkıp kapıya bakmaya giderken ben Ece’ye yemek yedirmeye devam ediyordum.
“Bak bu peynirin tadı çok güzel... Hadi biraz da bundan ye. Biraz da reçel vereyim mi?” Ece her şeye isteksizce bakarken kapıdan gelen seslerden içeri gelenlerin Bora ve doktor olduğunu anladım. Efe onlara durumu anlatıyordu.
“Kim geldi abla?” diye sordu Ece korkuyla, onu bu her kapı çaldığında yaşadığı travmadan kurtarmayı her şeyden çok istiyordum.
“Doktor geldi ablacığım. Seni muayene edecek.” diyerek kalktığım sırada Ece kolumu tuttu. Elleri titriyordu. Bir ara tüm bu korkularını aşmış gibiydi, şimdi ne olmuştu böyle?
“Gitme abla.” dedi, gözlerime bir kedi yavrusu gibi bakıyordu. Elini sıkıca tutup yanına oturdum.
“Buradayım ablacığım, merak etme.”
“Ben de buradayım fıstık, merak etme.”
Efe uzanıp Ece’nin diğer elini tuttu. O sırada Bora odanın bir köşesinde duvara yaslanmış gülümseyerek bizi izliyordu. Otelin doktoru ise otuzlu yaşlarda, siyah saçlı, orta boylu, sıcak bir adama benziyordu. Önce Ece’ye bir şeker uzattı.
“Al bakalım güzel kız, ben seni muayene ettikten sonra şekerini yiyebilirsin. Anlaştık mı?”
“Anlaştık.” dedi Ece ama korktuğu belliydi.
Doktor Ece’yi muayene ederken içime kötü bir his doğdu. Bir elini ben bir elini Efe tutarken gözlerim Ece’nin halsiz gözlerindeydi. Aslında o kadar üşümemişti, o kadar yorulmamıştı, çok uyumuştu. Neden böyle yorgundu? Neden böyle solgundu? Doktorun yüzündeki endişeli ifade içime büyük bir korku düşünürken doktor Ece’nin nefesini dinliyordu.
“Öksür bakalım ufaklık.” Ece öksürürken doktorun gözleri Ece’nin bacaklarındaki morluklara takıldı.
“Bacaklarındaki morlukları fark etmiş miydiniz?” dedi bana dönerek. Başımı eğip Ece’nin bacaklarına baktım. Birkaç morluk vardı ama Ece sakar bir çocuktu.
“Evet ama Ece sık sık bir yerlere çarpar. Ciddi bir şey olabileceğini düşünmedim.”
“Anlıyorum. Buraları çarptığını hatırlıyor musun tatlım?” diye sordu doktor Ece’ye.
“Bilmiyorum.” dedi Ece yorgun bir sesle. Doktor morluklara dokunduktan sonra bana döndü,
“Biliyorsunuz ki fiziksel muayene ile yalnızca yüzeysel olarak bir yorum yapabilirim. Bu belirtilerin sebeplerini tam olarak öğrenebilmek için birkaç tahlil yapmamız gerek. Kan tahlili yapmamız için bize izin verir misin güzel kız?” diye sordu Ece’ye.
“Olur.” dedi Ece tereddüt bile etmeden.
“Genelde çocuklar korkar, sen cesur bir çocuksun.” dedi doktor gülümseyerek. Ece’nin yaşadığı fiziksel ve ruhsal acıları duysaydı bir kan tahlilinden korkmamasına bu kadar şaşırmazdı sanırım.
“Şimdi derin bir nefes al.” dedi doktor Ece’nin kolunu kan almak için hazırlarken, Ece derin bir nefes aldı ve sesini bile çıkarmadı. Kan örneği alındıktan sonra doktor odadan çıkıp giderken Ece şekerini yemeye başlamıştı bile. Efe’nin gözleri benim üzerimdeydi, endişelendiğimin farkındaydı.
“Sakin ol,” dedi bana sessizce, “Her şey iyi olacak.”
Başımı kaldırıp Efe’nin gözlerine baktığımda bakışlarının beni ne kadar sakinleştirdiğini fark ettim. O sırada Bora sabırsızca saatine bakıyordu, basın toplantısının saati gelmek üzere olmalıydı.
“Bunu söylemek istemezdim ama tüm basın aşağıda sizi bekliyor, toplantının başlamasına on dakika var. Durumun hassasiyetinin farkındayım ama sadece bir açıklama yapacaksınız, soru almayacağız. On dakika bile sürmeyecek.” Bora’nın konuşma tarzından bile bunu söylediği için üzüldüğünü anlayabiliyordum.
“Bu halde basına açıklama mı yapacağız?” dedi Efe.
“On dakika sürecek, bunu iptal edersek işler iyice kötüleşecek Efe. İnsanlar televizyonlarının başında seni bekliyor.”
“Yarına ertelediğimi söyle.” dedi Efe tekdüze bir sesle.
“Basın aşağıda, hazır bir halde seni bekliyorlar. Yarına erteledik deyip göndereyim mi onları? Bunu haber yapmazlar mı sanıyorsun?”
“Beklemek istiyorlarsa yarına kadar beklesinler.” dedi Efe bir kez daha aynı tekdüze sesle.
“Ece’ye bakabilecek birini bulabilir miyiz?” diye sordum Bora’ya, “Burası büyük bir otel. Mutlaka bir çocuk gelişim uzmanları vardır.” Bora başını sallarken direkt telefonunu çıkardı ve resepsiyonu aradı.
“Neden yapıyorsun bunu?” diye sordu Efe, “Basın siktirip gidebilir, senden ve Ece’den önemli mi?”
“Sadece on dakika...” dedim, “Daha fazla sorun yaşamamak için sadece on dakika katlanmak zorundayız. Hayatım bir şeylere katlanarak geçti, on dakika daha katlanabilirim. Eğer şu an o toplantıyı iptal edersek başı ağrıyan sen olacaksın Efe.”
“Ben her baş ağrısına hazırım.” dedi Efe.
“Bir kere de benim sözümü dinle Efe, bir kere de benim dediğim yönden gidelim. Olmaz mı?”
Oldu. Sadece beş dakika sonra Ece’yi otelin oyun ablalarına emanet etmiş Bora ve Efe ile asansördeydim. Bir yandan asansörün konferans katına inmesini beklerken bir yandan yüzüme ruj, allık ve rimelle renk vermeye çalışıyordum.
“Mutsuz olduğunu biliyorum,” dedi Efe, “Bu halde neden makyaj yapıyorsun?”
“Yanına yakışabilmek için.” diye mırıldandım.
“Yani boşa çabalıyorsun,” dedi, “Bunun için bir çabaya ihtiyacın yok.”
Ona dönüp gülümsediğim sırada Bora telaşlı bir sesle aramızdaki atmosferi bozdu.
“Lütfen öfkene hakim olmaya çalış Efe. Soru sormak isteyenler, saçma sapan sorular soranlar olacaktır. Biz soru kabul etmeyeceğiz, açıklama yapıp gideceğiz. Giderken duyduğun saçma sorular olursa kendini tutmak zorundasın. Tamam mı?”
Efe başını salladı, cevap veremeden asansörün kapısı açıldı ve işte o an her şey başladı. Hayatımın yepyeni bir dönemine doğru o ilk adımı attım. Asansörün kapısında bekleyen onlarca mikrofon, onlarca kamera bize yönelirken nutkumun tutulduğunu hissettim. Efe’nin uzanıp elimi tutan eli tek kaçış yolumdu, tek güven kaynağımdı.
Onlarca kameranın, onlarca mikrofonun önünde, milyonlarca insanın televizyonlarının içinde el eleydik.
Efe Duran ve Yeşil Küpeli Kız, milyonların gözü önünde el eleydik.
Karmaşanın arasında hiçbir şeyi duyamayacak kadar gergin bir halde geçip yerlerimize oturduğumuzda bizi o kalabalıktan sıyırıp alanlar Efe’nin reklam ekibiydi. Neredeyse sahne arkasında gördüğüm herkes oradaydı. Efe oturmam için sandalyemi çekerken Bora da yanı başımızdaydı.
“Sakinleş.” dedi Efe yanıma otururken kulağıma fısıldayarak, “Ben yanındayım, güvendesin. Elini bırakmayacağım.”
Derin bir nefes alıp başımı salladım. Efe oturmamıza rağmen elimi sıkı sıkı tutuyordu. Başımı kaldırıp önümdeki magazincilere baktığımda her biriyle tanıştığıma emindim. Birçoğunun beni Yeşil Küpeli Kız olarak tanıdığına da emindim, belki içlerinden bazıları benim kaynaklarımdı, kim bilir. Burada yabancı değildim, aksine burada Efe’den sonra herkesin tanıdığı tek isimdim. Efe ve ben sessizce olan biteni izlerken Efe’nin yanına oturan Bora önündeki mikrofona konuşmaya başladı.
“Merhaba arkadaşlar, bizi televizyonlarının başında izleyenler ve izleyecekler. Öncelikle hepinize iyi günler diliyoruz. Ben Bora Kara, sevgili müzisyenimiz Efe Duran’ın menajeriyim. Sizleri ve sevgili halkımızı Efe Duran’ın dün geceki konserinin final sahnesi ile ilgili bilgilendirmemiz gerektiğine inanıyoruz, bunu vicdani olarak Efe Duran’ın milyonlarca hayranına karşı bir borç biliyoruz. Herkesin tahmin ettiği gibi sevgili Efe Duran’ın konserinde hikayesini anlattığı ve ona yazdığı Rengarenk Acılar isimli şarkıyı seslendirdiği Mine burada. Final anında gördüğümüz sarılma anı da ikisinin arasında gerçekleşti. Herkes çok merak etti, herkes çok sordu, herkes Mine’nin kim olduğunu anlamak istedi. Aslında bakarsanız Mine’yi her biriniz tanıyorsunuz.”
Salondaki herkesin yüzlerinden okunan şaşkın ifadeyi görebiliyordum. Bu çok garip bir andı, çok garip bir duyguydu.
“Mine’yi her birimiz Yeşil Küpeli Kız ismi ile tanıyoruz.” dedi Bora.
Şaşkınlıkla yükselen sesler, flaş patlamaları ve şok içindeki magazincilerden anladığım kadarıyla burada beni tanımayan yoktu. Karışan salon görevliler tarafından susturulurken her birinin telefonlarına gelen bildirimlerin sesleri bile susmuyordu.
“Benden daha ünlüsün,” dedi Efe gülümseyerek, “Ama tek hayranın benim. Senin tek hayranın sadece ben olabilirim.” Ona döndüm ve gülümsedim. Yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emindim.
“Aslında bakarsanız Efe’nin menajeri olarak benim bile bu ilişkiden çok geç haberim oldu ama ikisinin yanında sadece beş dakika bile dursanız aralarındaki enerjinin gücünü görebiliyorsunuz. Birbirleri için yaratılmış gibiler. Bu yüzdendir ki böylesine bir aşk gizlenmemeli, böylesine bir aşk saklanmamalı. Fakat sizden tek bir ricamız var, lütfen bu güzel iki insanın adım attıkları bu güzel ilişki boyunca onları kötü etkileyebilecek her türlü kaynağı belirsiz haberden uzak durmanızı rica ediyoruz. Size yapabileceğimiz açıklama bu kadar. Özel hayatlarını irdelemek ve irdeletmek istemiyoruz.”
“Soru sorabilir miyim?” diye sordu magazincilerden biri elini kaldırarak.
“Bizim de sorularımız var!”
“Biz de bir soru hakkı istiyoruz.”
Herkes tek tek soru sormak için ısrar ederken Bora ayağa kalkarak konuyu kapattı.
“Soru almayacağız, dinlediğiniz için teşekkürler. Bizi izleyen, dinleyen herkese tekrar iyi günler diliyoruz. Önümüzdeki günlerde yeni albümlerle buluşmak dileğiyle...” Bora’nın konuşması biter bitmez Efe elimi daha sıkı tutup ayağa kalktı.
“Sakın elimi bırakma.” diye tembihledi bana.
“Bırakmam. Asla.” dedim ve Bora’ya döndüm, “Bu kadar mıydı?” dedim heyecanla.
“Bu kadardı,” dedi Bora, “Asansöre bindiğimiz an atlattık sayılır! Sorulara kulaklarınızı kapatsanız iyi olur.”
Magazincilerin arasından geçerken yüzümüze kadar uzatılan her bir mikrofon, patlayan her bir flaş korkunç hissettiriyordu. Duymaya çalıştığım sorular hep aynıydı, hep aynı saçmalıktaydı. Başımı Efe’ye çevirdim.
“Duyma onları.” dedim, “Sadece beni duy.”
Öfkelendiğini görebiliyordum. Sakinleşmek için gözlerini bile kısmış bir halde yürüyordu ama tam o an, tam o saniye bir soru duyuldu kalabalığın arasından.
“Meriç Turalan’a karşı suçlu hissediyor musunuz? Metres olmak nasıl bir duygu Mine Hanım?”
Başımı çevirdiğim an yetişebildiğim tek görüntü Efe’nin elimi bırakan eli ile soruyu soran gazetecinin yüzüyle buluşan yumruğu ve kurduğu tek cümleydi.
“Gel göstereyim nasıl bir duyguymuş!”
Her şey o kadar hızlı ve o kadar fevri oldu ki ben şok içinde bakarken bir anda kendimi asansörde buldum.
“Odana çık,” dedi Bora, “Ben ilgileneceğim!”
Asansörün kapısı kapanırken gördüğüm son görüntü Bora ve korumaları tarafından sakinleştirilmeye çalışılan Efe ve her şeyi çeken magazincilerdi. Kafamın içinde dönüp duran soru tüm bunların bir hata olup olmadığıydı. Bunlar hata mıydı? Girdiğimiz bu yol bizi yürütecek kadar düz müydü? Karşımıza çıkan taşların üzerinden nasıl atlayacaktık?
Korkum bu saçma sapan şöhret dünyasının ışıklarının altında kaybolmaktı. Artık ardına saklanabileceğim bir profil fotoğrafım ve bir takma ismim yoktu. Ben herkesin gözünün önünde Yeşil Küpeli Kız değil Mine’ydim artık, Efe Duran’ın sevgilisiydim. Efe ise herkesin gözünün önünde aşkı için bir magazinciye yumruk atmış bir müzisyendi. Tüm bunlar bizi nereye götürecekti bilmiyordum ama içinde bulunduğum şu nokta beni zar zor ayakta tutuyordu.