29. Bölüm : Gözlerini Kapat
*Bir zamanlar sadece o ve ben vardık. Ben ve içimdeki ses, ruhumun sesi.*
-
Merhaba beni duyan, gören, okuyan ve varlığımı hisseden herkes.
Bugün size bir hikaye anlatmak istiyorum. Ben Mine, Yeşil Küpeli Kız.
Bir gün bir şarkı dinledim. İsmi Mademoiselle Noir’di, Türkçe anlamı ise “Madam Siyah.”tı. Şarkı bir kadının hikayesini anlatıyordu. Bu kadın Rapunzel masalının yazılıp anlatıldığı dönemde yaşamış, saçları Rapunzel gibi upuzun bir kadınmış. Fakat bu kadın sarı saçlı, rengarenk elbiseler giyen Rapunzel gibi değilmiş, bir başkalarının deyişiyle “onun gibi güzel” değilmiş işte. Rapunzel’den farklı olarak upuzun saçları ve kaşları simsiyahmış, kıyafetlerini hep siyah seçermiş, teni solukmuş, hep mutsuzmuş. Yaşadığı kasabada yaşayanlarla aynı dili konuşmazmış, o yüzden ne derse desin anlaşılmazmış. Bir gün kadını gören bir kasabalı simsiyah kıyafetleri ve simsiyah saçlarından dolayı kadından korkmuş. Bütün kasabaya kadından bahsetmiş, kadının yaşayan bir ölü olabileceğini ya da “şeytan” olabileceğini söylemişler. Yüz yıllar önce şeytanın insanların arasında dolaştığına fazlasıyla inanılan bir dönemde herkesten farklı olduğu için Madam Siyah’ı şeytan olarak kabul etmiş ve bir araya gelip onu alevlerin arasında yakarak yaşamına son vermişler.
Halbuki Rapunzel evrenin varoluşu boyunca en sevilen masal karakterlerinden biridir. Upuzun sarı saçları, güzel gülümsemesi, pembe yanakları ve pembe elbiseleriyle herkese tatlı görünmüş bir masal karakteridir. Madam Siyah ise Rapunzel’in karanlık hali gibiymiş resmen, bu yüzden herkesin korktuğu bir figür haline gelmiş. Dünya böyle bir yer. İnsanlar farklı olanı sevmez, kabullenmez, aralarına almak istemez. İnsanlar kimin güzel kimin çirkin olduğuna karar verebileceklerini sanır. İnsanlar kimin normal kimin anormal, kimin düzgün kimin garip olduğuna, kimin akıllı kimin aptal olduğuna karar verebileceklerini sanır. İnsanlar her şeyi bildiklerini sanır ve hep konuşurlar. Bazen onlar konuşmasalar bile bakışları konuşur. Bazen bakışları da susar yazdıkları konuşur. Bazen her şey susar, herkes gider, yapayalnız kalırsın ve seni yapayalnız bir başına bıraktıkları karanlık bile onların konuşma şeklidir aslında. Sana yapayalnız kalman gerektiğini söylemek için seni bir başına bırakıp giderler.
İnsanlar farklı olan şeyleri sevmezler ve hatta onları dışlamak isterler, dünyadan silmek isterler. Rapunzel sarı saçlarıyla, tatlı elbiseleriyle onlara güzel gelirken üzgün ve siyahlara bürünmüş bir başka kadın onlara korkunç gelebilir. Onlara farklı, anormal, garip ya da korkunç gelen birinin yok olmasını bile dileyebilirler. Sevgi ise bu dünyayı kurtarabilecek tek duygu, sevgiyi kategorilere ayıramazsınız. Dünyayı sevmek her şeyi sevmektir, dünyayı sevmek kendini sevmektir.
Küçücük bir çocukken yırtık kıyafetlerle kaldırım kenarında otururdum. Bazen kollarım morarmış olurdu, bazen yanaklarım, bazen bacaklarım, bazen her biri... Darmadağınık saçlarımla diğer çocukları izlerdim. Beni yanlarına çağırmalarını, onlarla oynamayı dilerdim. Bunun için dualar ederdim. Benimle oynasınlar diye gözlerinin içlerine bakardım ama hiç çağırılmadım. Onlardan farklıydım. Anneler ve babalar çocuklarının benimle oynamasından rahatsız olurdu. Berbat bir baba ve var olmayan bir anne ile, berbat bir evde pislik içinde yaşadığım için pis de bir çocuktum, o yüzden benden uzak durmak isterlerdi. Elim hep saçlarımdaydı, saçlarım hep kaşınırdı çünkü. Yorgun argın bakan gözlerim saçları yeni örülmüş sevimli kız çocuklarını gördüğünde hep dolardı. Öyle yalnızdım ki kendime bir arkadaş yarattım.
Bir zamanlar sadece o ve ben vardık. Ben ve içimdeki ses, ruhumun sesi.
İç sesim.
Beni o evden içimdeki ses kurtardı. Bir gün babamın elleri arasında öleceğimi düşünürken içimden bir ses “Kaç.” dedi bana, “Kaç artık buradan, kaç!”
O gece o evden koşarak çıktım, babam peşimden gelir diye korkuyordum. İçimden bir ses, “Sarhoş,” dedi, “Bu halde peşinden gelemez, bir yerde yığılır kalır.”
O sese güvendim, kaç dedi kaçtım, koş dedi koştum. Gecenin maviliğinde rüzgara karşı koşarken ayaklarımda çoraplarım bile yoktu. Bir caddenin tam ortasında sonsuzluğa doğru koşarken iç sesim “Gözlerini kapat.” dedi bana.
Gözlerimi kapattım ve koşmaya devam ettim. Rüzgar artık bana karşı esmiyordu, ardımdan esip beni destekliyordu. Sanki ben koştukça rüzgar beni alkışlıyordu. Rüzgar tenime çarparken morarmış ve morarmaya yakın her bir noktamın acısı rüzgarın soğukluğundan hafifliyordu. Evren beni tedavi ediyordu, beni iyileştiriyordu, bana bakıyordu. Özgürdüm, en azından bir süreliğine.
Hafiflemiş küçücük bedenim bir arabanın altında kalana kadar...
İşte o evden kaçış hikayem buydu, kendimi bir arabanın altında ardından bir hastanede ve ardından çocuk esirgeme kurumunda bulduğum hikayem buydu. Çok sonraları kafamda bir soru belirdi, o gece içimden bir ses bana “Gözlerini kapat.” demişti. İç sesim kalbimin sesiydi, ruhumun sesiydi. Bana bir caddenin ortasında, arabaların arasında gözlerimi kapatmamı söylemişti. Bunu kendime ben söylemiştim. O gece ölmek mi istemiştim? O gece ölmeye mi çalışmıştım?
Her gece uykuya dalmak için gözlerimi kapatmadan hemen önce o an aklıma geliyor. Gözlerimi tereddütle kapatıyorum. Beni bu hale getiren insanlardan nasıl koşarak kaçtığımı, kendimi gözlerim kapalı bir halde nasıl arabaların arasına attığımı unutamıyorum. Kimse bunu bilmiyor, bilse de umurlarında olmazdı zaten. Başımıza ne gelirse gelsin biz diğerlerinin hayatlarında sadece birer figüranız. Hep öyleydik ve hep öyle olacağız. Gözlerimi bir kere kapattım, bir daha asla kapatmayacağım. Kendimi kimse için gözü kör bir şekilde bir kaosun ortasına atmayacağım. Kendinize yapabileceğiniz en büyük haksızlık dünyaya gözlerinizi kapatmak istemenizdir. O kadar güzel gözleriniz var ki bırakın açık kalsınlar. Bırakın gözlerinizdeki parlaklığı tüm dünya görsün, belki bir gün onlar da biraz parlar...
Odamda oturmuş kahve içip kafamın içindeki hatıralarla savaşırken bir yandan Efe’den haber almayı bekliyor bir yandan Ece’nin kan tahlili sonuçlarını bekliyordum. Başımda öyle keskin bir ağrı vardı ki boynumdan yukarısıyla yollarımıza bir süre ara vermek istiyordum.
Kalbimdeki çarpıntı, yüzümdeki ateş ve başımdaki ağrının tek sebebi stresti. Ben odaya döneli bir saat olmuştu. Efe’yi de Bora’yı da defalarca aramıştım, Efe’nin telefonu kapalıydı, Bora ise açmamıştı. Ece için gelen oyun ablalarının gitmelerine müsaade ettiğim için Ece’yi bırakıp odadan dışarı çıkamıyordum. Stresten oradan oraya salladığım bacaklarım hiç durmuyordu. Buna tıp dilinde huzursuz bacak sendromu deniyordu sanırım. Bacaklarım bile huzursuzdu.
Yaklaşık on dakikanın sonunda çalan kapıyla birlikte ayağa fırladım. Topuklu ayakkabılarımı bir kenara fırlatıp hızla kapıya doğru yürüdüm. Kapıyı açtığımda içimde beliren hüznün kolları vardı, o kolları açtım ve Efe’ye sarıldım. Evet, gelen oydu.
“Neden yaptın bunu?” dedim gözyaşlarımın arasından, “Neden tutamadın kendini?”
Efe bana sıkıca sarılırken tüm yüküm hafifliyordu. Onun bana sarılması her şeyin hallolmasıydı.
“Tutamadım değil.” dedi, “Tutmadım.”
Kollarının arasından ayrılıp yüzüne baktım. Yüzünde pişmanlığa dair tek bir ifade yoktu ve bu daha da üzücüydü. Adamın sorduğu soru yanlıştı ama Efe’nin tepkisi yanlışın önde gideniydi. Üstelik adamın amacı zaten Efe’yi bu noktaya getirip sansasyon yaratmaktı, başka bir şey değil.
“Onun amacı seni böyle bir öfke patlamasına sürüklemekti, biliyorsun değil mi?” diye sordum.
“Amacının ne olduğu umrumda bile değil. Kimse sana kötü tek bir kelime edemez.”
Başımı kaldırıp birkaç saniye daha yüzüne baktım, bir şeyler söylemek istedim ama ne söylersem söyleyeyim faydası olmayacaktı. Dağılmış bir haldeydik, sarsılmıştık. Bir anda sahnenin önüne sürüklenmiş, bir anda karmaşanın ortasında kalmıştık.
“İçeri gel. Kahve içer misin?” diye sordum.
“İçerim.” dedi lacivert kabanını çıkarırken, “Ece nasıl? Ateşi düştü mü?”
“Aynı gibi. Kan tahlilinin sonuçlarını bekliyorum.”
Efe Ece’nin başına geçip ateşini anlamak için elini alnına götürürken ben ise kahvelerimizi yapıyordum.
Sence de kahve içmeyi azaltman gerekmiyor mu Mine?
Haklı olduğun nadir anlardan biri daha, İç Ses.
“Bora nerede? Ne dedi? Bir saattir neredeydin?” Kahvelerimizi içerken art arda sıraladığım sorular Efe’yi gülümsetmişti.
“Bora basınla ilgileniyor. Bir saattir onunla ve ekiple mücadele ediyordum. Benden basından özür dilememi istediler.” dedi. Bunu bir hakaret olarak algıladığı belliydi ama yapması gereken buydu.
“Belki de öyle yapmalısındır.” dedim sessizce.
“Belki sen de biraz beni anlamalısındır.” dediğinde sesinden bozulduğunu anlayabiliyordum.
“Seni anlıyorum. Damarına bastılar. Seni öfkelendirdiler, biliyorum. Senin anlayamadığın şey ise şu Efe, onların amacı zaten buydu. O adam şu an bir yumruk yediği için üzgün değil. Böyle bir haber yakaladığı için mutlu. Haberi kendisi yarattığı için daha da mutlu.”
“Çıkıp özür dilemem konuyu kapatmak mı olacak, ona bir haber daha çıkarmış olacağım. Bırak böyle kalsın, kendi kendilerine zafer kutlayıp dursunlar. Ben o zaferin havai fişeğini o şerefsizin yüzünde patlattım.”
Çaresizce yüzüne baktım ama Efe’nin herhangi bir şekilde bana hak vereceği yoktu. O yüzden susmayı tercih ettim. O sırada Efe elindeki fincanı masaya bırakıp elini koluma uzattı. Sol kolumun üzerindeki küçük bir çiziğe dokundu.
“Ne oldu?” diye sordu, “Kolun çizilmiş?”
“Asansöre bindiğimde oldu. Nasıl oldu anlayamadım bile. Önemli değil zaten, yalnızca küçük bir çizik. Daha önemli dertlerimiz var.”
“Benim için en önemli dert bu çizik Mine...” dedi Efe elleri arasında tuttuğu kolumu göstererek, baş parmağını o çiziğin üzerinde dolaştırdı ve konuşmaya devam etti,
“Başkasının gözüne bile görünmeyecek bu çizik senin kolunda ve bu benim en büyük derdim. Gerisinin bir önemi yok.”
Efe ayağa kalkıp banyoya doğru ilerlerken onu izliyordum.
“Nereye?” diye sordum merakla. Cevap vermedi. Birkaç saniye sonra elinde bir paket yara bandıyla banyodan çıktığında gülmeye başladım.
“Sargı bezi getirseydin.” dedim, “Ya da alçıya mı alsak kolumu? Efe sadece küçücük bir çizik!”
“Görünce sinirim bozuluyor.” dedi, “Hiçbir yerinde yara bere görmek istemiyorum, çizik de. Buna dayanamıyorum.”
Sandalyesini önüme çekip oturdu ve kolumu kucağına doğru çekip bir yara bandını paketinden çıkarıp dikkatlice kolumdaki çiziğe yapıştırdı. Hayatımda ilk defa benimle böyle ilgileniliyordu. Hayatımda ilk defa vücudumdaki tek bir çizik bile özene bezene kapatılıyordu. Keşke ruhumu da bir yara bandının altına yatırıp birkaç gün dinlendirebilseydim...
“Sorun yaşayacak mısın?” diye sordum Efe yara bandının paketini çöpe atarken.
“Ne konuda?”
“Yani şirketle... Bu durum senin için ve sözleşmen için sorun yaratacak mı? Adam senden şikayetçi olmayacak mı?”
Tam o sırada kapının çaldığını duydum. Efe eliyle oturmamı işaret edip ayağa kalktı. Kalkıp kapıya giderken onu izliyordum. Gelen Bora’ydı. Yüzü kıpkırmızı ve ter içindeydi. Adamın bir saattir konuşmadığı kimse uğraşmadığı hiçbir kurum kalmamış olsa gerekti. Yorulduğu her halinden belliydi.
“Girebilir miyim?” diye sordu Bora. Efe eliyle içeriyi işaret edip sessizce konuştu.
“Tabi.”
Bora içeri girerken başıyla bana selam verdi. Aynı baş hareketiyle ona selam verip ayağa kalktım.
“Kahve içer misin?” diye sordum.
“Hayır, almayayım. Teşekkür ederim.” diyerek masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturdu.
“Çay, meyve suyu, su?”
“Su alabilirim. İyi olur.”
Buzdolabından aldığım birkaç şişe su ile masaya döndüğümde Efe de Bora’nın tam karşısına oturmuştu. Efe’nin yanına oturup ortamdaki gergin sessizliğin bozulmasını bekledim. Bora karşımızda oturmuş telefonundan birilerine mesaj yazıyordu. Sonra telefonunu bir kenara bırakıp bir yudum su içti ve bize baktı.
“Telefonlarınıza bakıyor musunuz?” diye sordu, “Sosyal medyaya. Twitter’a, Instagram’a...”
“Uzun zamandır bakmıyorum. Kendimi o dünyadan sıyırmaya çalışıyordum. Efe de aynı şekilde.” dedim sessizce.
“Baksanız iyi olur.” dedi Bora.
Yüzünden okunan ifade ciddi olsa da nedense bu söylediğinin altından kötü bir şey çıkacak gibi hissetmiyordum. Başımı çevirip Efe’ye baktım. O ise bana değil masaya bakıyordu. Uzanıp masanın ortasında duran telefonumu aldım ve Instagram’a girdim. Ekranıma yüz binlerce bildirim düştüğünde kalbimin hızlandığını hissettim. Bunlar günlerce birikmiş bildirimlerdi evet ama birçoğu bugündendi. Ana sayfam, keşfet bölümüm tamamen benim ve Efe’nin fotoğraflarıyla doluydu. Manşetler deliceydi.
“YEŞİL KÜPELİ KIZ VE EFE DURAN’IN SÜRPRİZ AŞKI.”
“ŞİDDETLİ AŞK.”
“AŞK YUMRUĞU!”
“İşte Meriç Turalan’dan vazgeçiren o kadın!”
“Yeşil Küpeli Kız Ortaya Çıktı!”
“İşte Efe Duran’ın Mine’si!”
“AŞK İÇİN YUMRUK YUMRUĞA!”
Saçma sapan manşetler sıralanıp giderken korkuyla haber gönderilerinden birine tıkladım. Ellerim bile titriyordu. Yorumlara bakmak için aşağıya korkuyla indim. Kalbim ben aşağı indikçe hızlanıyordu.
“Aman Allah’ım! Güne en sevdiğim müzisyen ve en sevdiğim sosyal medya fenomeninin aşk yaşadığını öğrenerek başladım, daha iyi ne olabilir?”
“Videoyu izledim. Efe Duran sonuna kadar haklı, YKK için söylenen o cümlelerden sonra ne yapmasını bekliyordunuz?”
“Efe’yi o sosyete bozuntusu Meriç Turalan ile hiç yakıştıramamıştım ama Yeşil Küpeli Kız ile o kadar efsane olmuşlar ki sürekli videolarını izliyorum. Sanırım ilk defa bir çiftin fanı oluyorum!”
“Yeşil Küpeli Kız ve Efe Duran’ın Mine’si aynı kişi miymiş? Şu an şoktayım! Yeşil Küpeli Kız’ı bu kadar güzel beklemiyordum...”
“Efe ve Mine. Söyleyeceklerim bu kadar. Daha iyi bir ikili olamazmış!”
“Yeşil Küpeli Kız asıl suç duyurusunda bulunması gereken sensin, o adamın sana söylediği cümleler bana söylense o yumruğu atan ben olurdum! Arkandayız, seni incitmelerine izin verme!”
“Efe Duran kızımıza iyi bak. Duydun mu? YKK bizim her şeyimiz.”
“Hayatım boyunca aldığım en iyi aşk haberi bu!”
“Efe’yi hiç böyle görmemiştim, aşktan delirmiş. Bu cümleler Meriç için söylenseydi hiçbir tepki vermezdi bence.”
“Efe Duran ve Yeşil Küpeli Kız birlikte mi? Şimdi sevinçten düşüp bayılacağım!”
“Bu gazeteci yargılanmalı. Böyle cümleler kurmasına nasıl müsaade edilir? Resmen Efe’yi tahrik etmiş!”
Yorumlar böylece sıralanıp giderken başımı kaldırıp şok içinde Bora’ya baktım. Şaşkınlığımı görüp başını salladı. Efe ise telefonuna bakmadığı için hiçbir şeyin farkında değildi. Bir anda Türkiye’nin gündemine oturmuştuk ve resmen herkesin bayıldığı bir çift haline gelmiştik. İnsanlarda bu kimyayı, bu isteği, bu sevgiyi yaratmak o kadar zordu ki biz bunu bir günde başarmıştık. Sonra merakla profilime girdim.
“Ne?” dedim şok içinde, “Birkaç saat içinde takipçi sayım altı yüz elli bin artmış!” Sonra telaşla Efe’nin profiline girdim.
“İnanılmaz.” dedim şok içinde, “Efe’nin takipçi sayısı 1 milyon artmış. Birkaç saat içinde, sadece birkaç saat!”
“Saatlerdir tüm magazin sayfalarında ve kanallarında sizden bahsediliyor.” diye söze girdi Bora, “İnsanlar otelin önüne yığılmış durumda. Türkiye’nin yeni viral iki ismi sizsiniz. Hatalı olduğunu düşündüğüm adımlarınız bile sizi sevmelerini sağladı. Çünkü hatalı dediğimiz her şey gerçekti. Onlar gerçeği sevdi, bir reklam aşkını değil...”
Başımı çevirip Efe’ye baktığımda olan bitene anlam veremiyor gibiydi.
“Hani benim için bir karalama kampanyası başlatacaklardı?” diye sordu Bora’ya.
“Haberlerin birçoğu öyle.” diye araya girdim, “Seni karalamaya çalışmışlar, suçlu göstermek için çabalamışlar. Ama insanlar bunu yememiş. İnsanlar senin yaşadığın öfle patlamasını görmüş, seni anlamışlar.”
“Ve insanlar sizi çok sevmiş.” dedi Bora duygulanarak, “Ciddiyim, bunca yıldır menajerim ve böyle hızlı yükselen bir sevgi hiç görmedim. Aslında bakarsanız öyle garip bir duruma döndü ki yapım şirketine bir saattir mailler yağıyor.”
“Ne maili?” diye sordu Efe anlam vermeye çalışarak.
“Sizi görmek istediklerini söyleyen binlerce insanın mailleri. Herkes Efe Duran ve Yeşil Küpeli Kız’ı bir arada görmek için deliriyor. Bu inanılmaz.” Bora konuşmaya devam ederken telefonundan gelen bildirim ile başını eğip telefon ekranına baktı ve kaşlarını çattı. Şaşırdığı belliydi. Telefonunu iki eli arasına alıp ekrana neredeyse iki dakika boyunca baktı, hatta bakakaldı.
“İnanılmaz...” dedi şok içinde.
“Şimdi ne oldu?” diye sordum korkuyla, “Kötü bir şey mi?”
Bora yüzünde şaşkın bir gülümsemeyle başını kaldırıp bize baktı.
“Şu an Türkiye’nin en büyük mücevher firması Perse Pırlanta’dan bir reklam teklifi aldınız çocuklar.” dedi şok içinde, “İkiniz.”
“Ne?” Ben şok içinde önce Efe’ye sonra Bora’ya bakarken Efe’nin gözlerinde şoktan öte büyük bir korku görmüştüm. Tüm bu olanlar onu korkutmuştu.
“Senin için bir çift yeşil küpe tasarlamak istiyorlar ve bunun reklamında ikinizin yer almasını istiyorlar. Adamlar inanılmaz hızlı çıktı. Gerçi şaşırmamak gerek, tüm sosyal medyada gündemdesiniz. Bunun için size sundukları teklifi duymak istediğinize emin misiniz?”
Başımı Efe’ye çevirdim, gözlerine baktım. Bunu istemediğini biliyordum. Bu işin uzamasını istemiyordu, her şeyi sıradan bir hayata dönebilmek için kabul etmişti. Tüm bunlar insanları bize çok daha fazla bağlardı. Bu dünyadan çıkamazdık...
“Hayır,” dedim, “Duymak istemiyoruz.”
“Ne demek duymak istemiyoruz?” diye sordu Bora şaşkınlıkla.
“Biz bu yola böyle bir istekle çıkmadık. İnsanları kendimize bağlamanın bir mantığı yok. Bu dünyaya ait değiliz. Onlara teklifi reddettiğimizi söyle.” Masada duran bir şişe dolusu suyumdan bir yudum aldım ve arkama yaslandım.
“Benim yüzümden mi?” diye sordu Efe bana dönerek, “Sen istiyorsun da benim yüzümden mi reddediyorsun?” Elimi uzatıp elinin üzerine koydum. Ona anlayışla gülümsedim.
“Hayır. Sen istesen bile kendime parlak kıyafetler ve takılar içinde televizyonda yer göremezdim. Ben oraya yakışmam.” dedim gülümseyerek. Efe kaşlarını çatıp karmakarışık bir ifadeyle beni izledi. Böyle bir cümleyi neden kurduğumu ben de bilmiyordum. Normalde böyle şeyleri içimden düşünürdüm.
“Senin yakışmayacağın tek bir yer yok Mine.” dedi hüzünle, sonra Bora’ya döndü ve anlam veremediğim bir hırsla konuştu, “Kabul ediyoruz. Söyle onlara. Ne zaman istiyorlarsa o çekimi yapacağız.”
“Efe! Neden yapıyorsun bunu?”
“Bir ya da iki aylığına Mine...” dedi, “Hayatın boyunca seni görmezden gelen herkesin baktığı her yerde olmak nasıl bir duygu, bilmek istemiyor musun?”
“Hayır Efe, unut bunları! Saçma sapan çocukluk intikamlarımıza göre yaşayamayız.” dedim çaresizce. Oysa Efe televizyona yakışmayacağımı düşünmeme çok içerlemişti, bunu kendisi için bir hırs haline getirmişti ve resmen öfkelenmişti.
“Bunlar saçma sapan intikamlar değil Mine. Çocuklarının yanına yaklaşmanı istemeyen o anneler şimdi televizyonda senin kulağında gördükleri bir çift küpeye ve sana hayranlıkla bakacaklar. ‘Bu kızı bir yerden tanıyor muyum acaba?’ diye düşünecekler. Oraya yakışan onlar değil, sensin. Bu dünyada sana yakışmayacak tek şey mutsuzluk. Sen her yere, her şeye yakışıyorsun. Her yerde olmayı hak ediyorsun. Öfkeme yenilebilirim, sözlerimi unutabilirim, bir an önce eski Efe’ye dönmek isteyebilirim ama bana sabretmeyi sen öğrettin. Beklemek zorunda olduğumu, onların dediklerine göre yaşamak zorunda olduğumu biliyorum. Eğer hayatımda sen olmasaydın belki çoktan o sözleşmeyi onlara yedirmiş ve kalkıp gitmiştim. Neyi kaybettiğim umrumda olmazdı ama şimdi sen varsın ve seninle kendimi hayatımda ilk defa kazanmış hissederken bu hissi kaybetmek istemiyorum.”
Efe elini uzatıp yanağıma dokundu. Elinin şefkati yanağımı ve ruhumu okşarken başımı eline yaslayıp gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapattığım an ruhum o geceye gitti. İç sesimin bana gözlerimi kapatmamı söylediği geceye döndüm sanki. Kollarımı iki yanıma açmış bir kuş gibi özgür olduğumu hissederek koşuyordum. O gece küçük bedenimi destekleyen rüzgarı tam şimdi burada bu masada otururken de hissedebiliyordum. Fakat sonra bir şeyler oldu, o gece nasıl ki özgürlüğüm bir kazayla acıya dönüştü tam şu an odanın kapısının çalması da o arabanın o yola girmesi gibiydi işte.
“Ben bakarım.” diyerek ayağa kalktı Bora. Gözlerim hala kapalıydı, başım hala Efe’nin avucundaydı. Gelen kişinin Ece’nin doktoru olduğunu anladığımda merakla gözlerimi açtım. Bora’nın bize doğru döndüğünü gördüm.
“Buraya gelebilir misiniz?” dedi. Kaşlarımı çatarak ayağa kalktım.
“Neden?” diye mırıldandığım sırada Efe’yle birlikte kapıya doğru ilerledik. Kendimizi odanın dışında, koridorda bulduğumuzda Bora kapıyı çekip kapattı.
“Ne oluyor?” diye sordum korkuyla, “Neden burada konuşuyoruz?”
“Bir sorun mu var?” diye sordu Efe.
Doktor elindeki kağıtlardan birkaç bilimsel şey okurken ben anlamsızca bir doktora bir Efe’ye bakıyordum. Tüm bunlar da ne demekti? Bu aptal bilimsel kelimeler ne anlama geliyordu?
“Anlamıyorum,” dedim titreyen sesimle, “Lütfen doğru düzgün söyleyin yoksa delireceğim.” Efe elini belimden sarıp bana destek olurken tek anladığım kötü bir şeyler olduğuydu.
“Lösemi.” dedi doktor elindeki kağıtları bana uzatırken.
“Gözlerini kapat...” dedi iç sesim. Sonrasını dinlemeyi bıraktım, o kağıtlara hiç bakmadım.
Gözlerimi kapattım ve yıllar önce o gece özgürlüğüme doğru koşarken altında kaldığım o arabanın vücudumda sebep olduğu acıyı bir kez daha yaşadım. O araba tam şu an benim üzerimden bir kez daha geçti. Ece’nin “abla” deyişleri kulağımı doldururken, mutlu hallerinin giderek yorgunluğa dönüştüğünü hatırladım. O an kalbim korkuyla hızlanırken içimi rahatlatan bir şey vardı. Bu aylar önce de olabilirdi, bu çocuk bu hastalığı o adamın yanında da yaşayabilirdi, ben onu hiç bulamayabilirdim ve bu çocuk o evde hastalıktan acı içinde ölebilirdi! Oysa her ne kadar korkunç olsa da şimdi buradaydı, benim yanımdaydı ve onun acı çekmesine izin vermeyecektim. Ruhum o arabanın altından çıkacaktı, kardeşimi iyileştirecektim. Tüm bunlar ise Efe’nin sayesindeydi... Bana Ece’yi getiren, Ece’yi o evde acı içinde ölmekten kurtaran Efe’ydi. Gözyaşlarım yanaklarımdan kayıp giderken titreyen kollarımla Efe’ye sarıldım.
“Geçecek,” dedi Efe, “Biz neyi başarmadık Mine? Bunu da başaracağız.”
“Teşekkür ederim...” dedim ona hıçkıra hıçkıra, “Onu o evden sen kurtardın. Sen olmasaydın orada ölecekti...” Ağlamaktan konuşamıyordum bile. Efe’nin kolları beni sıkıca sararken yıllardır o arabanın altında takılı kalan ruhumun şimdi gerçekten güçlendiğini hissediyordum. Uğruna savaşmam gereken birileri vardı. Ece vardı Efe vardı... Ben her zamankinden güçlü olmak zorundaydım. Hayatımda ilk defa başarabilir miyim diye korkuyordum. Başarabilirdim, değil mi?
Ne de olsa Mine’ydim ben... Yeşil Küpeli Kız.
İçi alev alev yanarken üzerinden çıkan dumanlarla yaşamayı öğrenmiş o küçük kız çocuğu hala içimde yaşıyordu. Bundan tam bir yıl sonra nerede, ne halde ve kimlerle olurdum bilmiyordum ama bildiğim tek bir şey vardı, bugünü hatırladığımda elimden gelen her şeyi yapmış olduğumun iç rahatlığını yaşayacağıma emindim.