27.Bölüm : Bazen Cevap Göktedir
*Her çiçek kendi suyunu bulur Efe...*
Saat gecenin 02.36’sıydı. Efe ve Bora’yla yediğimiz yemeğin sonunda Efe duş almak ve sonrasında Bora’yla bir kez daha konuşmak için kendi odasına gitmişti. Ece uyuyordu, telefonum sessizdeydi. Önümde bir fincan kahve, üzerimde saçma sapan otel bornozu ve altında yeşil elbisemle odanın balkonunda oturuyordum. Önümüz bomboş bir vadiydi.. Merkezin öyle uzak bir bölgesindeydik ki önümüz hiçlikti. Önümdeki koca karanlık benim için en güzel manzaraydı çünkü baktığım her yerde kendimi görüyordum. Telefonumu elime almak ve sosyal medya hesaplarımda gezmek istiyordum. Durumun ne kadar kötü olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istiyordum. Oysa bunu yapmayacaktım. Ne bana gelen mesajlara bakacaktım, ne biriken aramalarımın kimlerden geldiğini kontrol edecektim. Şimdilik tek gerçeğim burasıydı, bulunduğum yer ve bulunduğum zaman. Gözlerim kahve fincanımın olduğu masanın üzerinde bulunan bir saksı çiçekte. Aklımda neden olduğunu bilmediğim bir soru. Kim bir otel odasında çiçek besler ki? Kimin aklına gelir de sular bu çiçeği?
Sonra bir rüzgar esti, yağıp dinen yağmurun çatıdaki birikintilerinden birkaç damla su çiçeğin saksısını buldu. Kendi kendime gülümsedim. Çiçeğin suyu rüzgarla geldi, çiçeği buldu. Rüzgar yağmuru taşıdı, yağmur çiçeği suladı ve güneş büyütecek. Bazı canlılar kendi kendine büyür, kimsenin yardımına ihtiyaç duymaz.
Aynen senin gibi, Mine.
Aynen benim gibi, İç Ses...
Sonra bir anlığına kaybeder gibi olduğum aklımı çocukluğumdan bir gecede buldum. Bir tren yolunun üzerinden geçen bir üst geçitte ve dört yaşındaydım. Islak ve üşümüş, yorgun ama mutluydum. Binlerce umutla babamın uyuduğunu görüp evden kaçmıştım. Bir üst geçidin üzerinde durmuş aşağıdan geçip giden trenleri izliyordum. Trenlerin içinde oturan insanlara bakıyordum. Bazıları kitap okuyor, bazıları uyuyor, bazıları sohbet ediyor, bazıları gazete okuyordu. O trenin içindeki insanlar benim umudum olmuştu. Tren tıklım tıklımdı. Boş bir tane bile koltuk yoktu. İnsanlar buradan gidiyordu, insanlar bu şehri terk edebiliyorlardı. Bir gün ben de gidebilirdim. O gün buna inandığım ilk gündü. Polisler tarafından bulunup evime götürüldüğümde babam hala uyuyordu. O kadar uykusu vardı ki bana kızmamıştı. Muhtemelen sarhoştu. Yatağıma yatmış, gökyüzünü izlemiş, o insanlarla birlikte o trenin içinde buradan gitmeyi hayal etmiştim. Bir süreliğine hayata öyle tutunmuştum, umudumu hep o trenin içindeki insanlardan almıştım, hep onları düşlemiştim. Bir tren hayal etmiştim, beni acılarımdan alıp, gözyaşlarımdan yol yapıp üzerinden gidecek ve beni mutluluğa götürecek bir tren.
Kapının çalmasıyla birlikte o geceye dair hatıralarımı bir kenara bırakıp ayağa kalktım. Odaya geçip kapıya doğru ilerledim ve Efe’nin sesini duydum.
“Benim.”
Kapıyı açtım, Efe karşımda o kadar bitkin görünüyordu ki ilk yaptığı bana sarılmak oldu. Sanki kollarımda uyuyacaktı. Ona odanın kapısında sıkı sıkı sarıldım. Ona sarıldığım şu an çocukluğumda üşüdüğüm her ana yetecek kadar ısındım, dinlendim, sarıp sarmalandım.
“İçeri gelsene.” dedim, “İyi misin?”
“Yorgunum.”
Efe halsizce açıklayıp içeri geçtiğinde önce Ece’yi kontrol etti. Sonra hiçbir şey demeden balkona çıktı. Ben de peşinden ilerledim, Efe balkondaki sandalyelerden birine otururken ben balkonun kapısında dikilmiş ona bakıyordum.
“Kahve ister misin?” diye sordum. Efe teklifimi bir baş hareketiyle reddetti. Balkonun kapısını çekip yanına oturdum...
“Ne oldu?” diye sordum, “Ne konuştunuz?”
“Aynı şeyleri.” dedi Efe.
“Başka bir plan sunmadı mı?” diye sordum merakla.
“Başka bir planı yok. Başka bir seçenek sunamıyor. Düşününce benim aklıma da başka bir plan gelmiyor. Sanırım burada sıkışıp kaldık.”
Yorgun sesi ve halsiz bakışları gözlerimin ve kulaklarımın gözetimi altındayken tek seçeneğin bu olduğunun farkındaydım. Kahvemden bir yudum alıp uzaklara daldım. Daldım derken gerçek manada daldım, sanki gökyüzüne batıp çıktım.
“Peki sen ne hissediyorsun? Nasılsın?” dedim endişeli bir sesle.
“Üzgünüm,” dedi Efe, “Seni bu işin içine bu kadar sokmak yapmak isteyeceğim son şeydi.”
“Beni düşünme.” dedim, “Sen ne istiyorsun, ne hissediyorsun? Sadece kendi içine odaklan. Bana sadece kendinden bahset. Boş ver beni, boş ver başkalarını. Bir kere de kendini dinle, kendini anlat.”
“Sadece üzgünüm,” dedi bir kez daha, “Duygularımı başka bir kelimeyle ifade edemem. Sadece çok üzgünüm.”
“Olanların hiçbiri senin suçun değil Efe. Ortada bir suç yok, bir suçlu yok. Böyle olması gereken her şey böyle oldu.”
“Hiçbir şey planladığım gibi gitmedi.” dedi Efe çaresizce.
“Hayatta hiçbir şey planladığın gibi gitmez zaten. Sen ne planlarsan planla, önemli olan senin değil hayatın planları. Bu yüzden kışın ortasında birden hava ısınabilir, yazın ortasında birden fırtına çıkabilir. Akşamdan kar yağdığını görüp sabah uyanıp karda bir yürüyüş yapmayı planlarsın ama sabah uyandığında tüm o yolları kaplayan karlar eriyip gitmiş olabilir. Hayatta planlar yok Efe, yalnızca hayaller var.”
Dışarıda şiddetli bir rüzgar esti, sanki evren bana “Hah, işte şimdi beni anladın!” dedi. Efe ise dışarıdaki her şeye kendini kapatmak istiyor gibiydi. Konuşmaya ve anlatmaya devam etti.
“Aptalca düşündüm, hayatı kafamın içinde olup bitenler gibi basit ve yalın sandım. Öyle değilmiş. Bora’nın kızı, annem ve babamın tüm emekleri, benim için çalışan herkes ve onların aileleri var ortada. Bir de sen varsın. Ece var. Ece’nin annesine söz verdiğim bir ev var. Sanırım hayatımda ilk defa ne yapacağımı, hangi yoldan gideceğimi bilemediğim bir andayım.”
Elimi uzattım ve Efe’nin koluna dokundum. Hani bazı dokunuşlar vardır ya, ufak hafif bir el dokunuşu, güven ve huzur vermek adına bir dokunuş. Bu öyle bir dokunuştu.
“Bazen cevap göktedir.” dedim.
Efe başını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Gökyüzüne uzun uzun baktı, yıldızları izledi.
“Çocukluğumda her gece penceremden gökyüzünü izlerdim. Gökyüzü benim televizyonumdu. Yıldızlara isimler takar, onları konuştururdum. Onları birbirine aşık eder, sonra küstürür, sonra barıştırırdım. Bazı yıldızlar yapayalnızdı, bazı yıldızların etrafı kalabalıktı. Oysa sonuçta hepsi birer yıldızdı, hepsi parlıyordu. Bazıları çok, bazıları az ama hepsi parlıyordu. Her birimiz gibi. Bak...” dedim elimle gökyüzünün bir noktasını göstererek. Efe başını kaldırıp baktı.
“Şu yıldızı görüyor musun, yanıp sönüyor gibi. O kadar güçsüz ki belli belirsiz ama yine de parlıyor. Bir de şuna bak.” diyerek parlaklığı göz alan başka bir yıldızı gösterdim, “Görüyor musun?”
“Görmemek mümkün mü?” dedi Efe sessizce. Gülümsedim.
“Parıl parıl parlıyor. Bu sensin, az önceki de ben. Seni görmemek mümkün değil, beni görmek ise imkansıza yakın. Ben varla yok arasındayım, sen her yerde varlığınla parlıyorsun. Sen Efe Duran’sın. Biliyorum, bu saçmalıklardan çok sıkıldın. Sen eski Efe olmak istiyorsun, öylesine biri olmak istiyorsun. Ama önce son bir kez parlaman gerek Efe. Gökyüzünün hakimi olacak kadar parlaman gerek. Öylesine parlamak ki yanında duran beni de parlatman gerek. Sonra günü geldiğinde kayan iki yıldız olacağız, kayıp gideceğiz oradan, gökyüzündeki yerlerimizden. Evrenin bilinmeyen bir yerinde, kayıplara karışacak ve özgür olacağız. Bunun için değmez mi?”
Efe başını bana çevirdi, dolu gözleriyle bana baktı.
“Senin için değer.” dedi.
Uzandım ve ona sıkı sıkı sarıldım. Bu sefer ben Efe’nin kollarının arasında değildim, o benim kollarımın arasındaydı. Bu sefer bir sığınağa ihtiyacı olan oydu. Onu kollarımın arasında sardım, saçlarını okşadım. Bizi neyin beklediğinden habersizce orada öylece oturmuş birbirimize sarılıyorduk. Sonra Efe doğruldu ve kendi sandalyesine yaslandı. O kadar bitkindi ki günlerdir uykusuz kalmış gibi görünüyordu, bu onu en güçsüz ve en çaresiz gördüğüm andı.
“Otel odasının balkonunda bir saksı çiçeği, bu çiçeği kim sular ki?” Efe’nin masadaki lilyum çiçeğine bakarken kurduğu cümle beni hüzünle gülümsetti.
“Her çiçek kendi suyunu bulur Efe. Bizim gibi...”
Sonra seslerimiz yerini gecenin sessizliğine bıraktı. Cırcır böceklerinin sesi kulaklarımıza ulaşırken ruhumun gelecekteki yorgunluklarının bile dinlendiğini hissediyordum. Gözlerim sanki az önce ağlamışım gibi yanıyordu, bu hissi hayatım boyunca çok yaşamıştım. Önümüzdeki boş vadi manzarasına bakıyor ve geleceğimi görüyordum. Geleceğim aynen böyleydi, bomboş ve dolmaya hazır.
“Peki plan ne?” diye sorduğumda Efe’nin telefonuna bir mesaj geldiğini duydum. Başını eğdi, masaya bıraktığı telefonunu eline alıp mesajı okudu ve derin bir nefes aldı.
“Ne oldu?” dedim, “Bir sorun mu var? Kim yazmış?”
“Mesaj Bora’dan.” dedi Efe, “Yarın sabah otelin konferans salonunda bir basın toplantısı olacak. Herkese her şeyi anlatacağız.”
“Beraber mi?” dedim içimdeki anksiyetenin tavan yapmasıyla.
“Orada olmak istemiyorsun? Değil mi?” dedi Efe mahcup ve üzgün bakışlarıyla bana dönerken.
Onun kendisini kötü hissetmesine izin verme Mine, olması gereken bu. Yardım et ona!
“Hayır,” dedim telaşla, “Sadece heyecanlandım.”
“Bunu istediğine emin misin?” diye sordu bir kez daha.
“Eminim.”
“Bu dönüşü olmayan bir şey. İnsanlar seni tanıdıktan, gördükten, sevdikten sonra bir daha asla eski hayatına dönemezsin Mine. Ne kadar denersen dene dönemezsin.”
“Dönemezsek birlikte dönemeyiz Efe.” dedim ve derin bir nefes aldım.
“Emin misin?” dedi, “Bir kez daha düşün. Bir kez daha cevap ver. Eğer ileride pişman olursan ben bunu bilerek yaşayamam Mine.”
“İstiyorum, eminim. Sen ne yaşıyorsan bunu seninle birlikte yaşamaya hazırım, o yükü bölüşmeye hazırım.”
Efe başını telefonuna çevirdi, Bora’ya tereddütle bir cevap yazdı. Sonra bana dönüp uzun uzun yüzüme baktı. Yorgundu, uykusuzluğu yüzünden okunuyordu.
“Uyumalısın.” dedim ona, “Çok yorgunsun.”
“Gideceğim ama kendim için değil. Sen uyu diye.” diye yanıtladı ve devam etti, “Yarın sabah saat 09.00’da kapında olacağım. Benden önce sana ve Ece’ye birkaç parça kıyafet getirecekler.”
“Artık ne giyeceğime de mi onlar karar veriyor?” diye sordum gülümsemeye çalışarak.
“Zevkleri iyidir, merak etme.”
Efe ayağa kalktı ve bana elini uzattı. Elini tutup ben de ayağa kalktım ve bir anda kendimi Efe’ye hiç beklemediğim kadar yakın buldum. Eli belimdeydi, alnı alnımda.
“Fotoğraflarımızı çekebilirler...” dedim korkuyla ve heyecanla.
“O zaman bunu da çeksinler.” dedi ve beni öptü.
Bizi öpüyor mu Mine!?
Beni öpüyor, İç Ses!
Efe beni öperken etrafımda olup biten ve olabilecek her şeyin varlığını unuttum sanki. O an öyle bir haldeydim ki dünyanın düz olduğuna, deve kuşlarının korktuklarında gerçekten de kafalarını kuma gömdüklerine, maddelerin dört değil de üç hali olduğuna, en sıcak gezegenin Merkür değil Venüs olduğuna inanabilirdim. O an beni her şeye inandırabilirdiniz. Elleri belimdeydi, dudakları dudaklarımda, teni tenimde ve nefesi nefesimdeydi. Dudakları dudaklarımdan uzaklaşıp yorgun gözleri gözlerimle buluştuğunda afallamıştım.
“İyi geceler sevgilim.” dedi Efe, “Ben odama geçiyorum. Sen de içeri gir, üşütme.”
Ben ise kalakalmıştım. Efe yanımdan geçip giderken treni izler gibi onu izliyordum. Kendi kendime gülümsüyordum. Efe ve benim birbirimizi bulmamız yağmur damlalarının gelip bir çiçeğin toprağını bulması gibiydi. Yaşamak için birbirimize ihtiyacımız vardı ve biz her şekilde birbirimizi bulurduk. Hiç yağmur yağmasa bile... Çölde bile...
“İyi geceler sevgilim.” dedim, Efe odadan çıktıktan beş dakika sonra, ben hala balkonda olduğum yerde dikilirken.
Sanırım artık seni duyamaz, Mine.
O beni her yerde, her zaman duyabilir İç Ses. Benim seni duyduğum gibi.
Aşk böyle bir şey mi? Bir insanın senin iç sesin olması gibi mi?
Aşk bir insanın senin iç sesin, dış sesin, her şeyin olması gibi İç Sesi...
O gece gülümseyerek uykuya daldığım ilk ve tek geceydi. Bana göre olmayan onlarca hayal kurmuştum. Hayalini bile kuramayacağım her şeyin hayalini kurmuştum. İçimdeki duygular o kadar büyük ve o kadar güçlüydü ki bizi kalkan gibi koruyabilecek tek şey bu duygulardı. Duygularımız bizim kalkanlarımızdır, bizi bizden önce duygularımız korur.