26.Bölüm : Görünmez

Beyza Alkoç

*Görünmez olmak için önce görünmek zorundaydık...*

Efe ile binlerce insanın ve onlarca kameranın önünde birbirimize sarılmamız Adem ve Havva’nın yasak elmaya uzanan elleri gibiydi. Yanlıştı, yasaktı, hataydı. Ve ben bunu düşünemedim.

Duygularıma yenik düşüp etrafımdaki her şeyi silip sadece Efe’yi bıraktım, ona koştum ve ona sarıldım. Aptallık ettim. Efe ise beni durdurmadı, ne yaptığımızı sorgulamadı. O an sadece o ve ben vardık, gerisi illüzyondu. Dünyanın geri kalanının farkına varmamız kollarımıza dokunan ellerle oldu. Bizi içeri çeken eller nasıl bir kabusun içine düştüğümüzü fark etmemi sağladı.

Aptalsın Mine, sanki hayatında hiçbir ünlünün hayatına tanık olmamışsın gibi bunu nasıl yaparsın?

Efe ile kendimizi kalabalığın içinde sahne arkasında bulduğumuzda buraya nasıl geldiğimizin bile farkında değildik. Ece’nin korku dolu gözlerle elbisemi tuttuğunu hissedebiliyordum. Gözlerim Efe’nin gözlerindeydi, Efe’nin gözleri ise aynı şekilde benim gözlerimdeydi. Efe’nin menajeri Bora’nın telaşlı ve endişeli sesini kalabalığın arasından seçtiğimde başımı çevirip ona baktım ve dediklerine odaklandım.

“Efe Bey, sizi direkt araca alıp buradan çıkarmamız lazım. Dışarısı çok karıştı. Prosedür aynı, sizi bir otele götüreceğiz. Şu kalabalıkta evinize gidemezsiniz.”

O an bir farkındalık yaşadım. Efe müziği değil, bunu bırakmak istiyordu. Bu yaşananlar psikolojik bir işkenceden farksızdı. Etraf o kadara kalabalıktı ki kimin konuştuğunu, kimin ne dediğini bile anlamıyordum. Herkesten bir ses çıkıyordu. Herkes endişeliydi, herkes telaşlıydı. Nereden nereye gittiğinizi bile anlayamayacağınız bir karmaşanın içindeydik ve Efe bunu yaşamak istemiyordu. Efe bunu yaşatmak istemiyordu. Kendimizi bir anda konser alanının gizli bir çıkışında bulduğumuzda Ece hala elbisemi tutuyordu, çok korkmuştu. Onu bir daha böyle bir ortama sokamazdım.

“Arkaya geçin.” dedi Efe, sesi o kadar gergindi ki konserde yaşanan tüm o güzel anlar silinip gitmişti. Şu son birkaç dakika her şeyi unutturmuştu. Başım dönüyordu, karnım ağrıyordu. Bu kalabalık beni hasta ediyordu.

“Bu sefer şoförünüz gelmeyecek, aracı ben kullanacağım.” Bu Bora’nın sesiydi. Kalabalığın arasında çıkıp arabanın şoför koltuğuna oturduğunda Efe bizim arkaya geçmemizi bekliyordu.

“Hadi tatlım,” dedim Ece’ye, “Gidelim buradan.”

Efe kapımızı kapatıp öne geçtiğinde kalbim öyle hızlı atıyordu ki kalp atışlarım neredeyse ışık hızı ile yarışacaktı. Bora arabayı çalıştırıp bizi buradan hızla uzaklaştırırken peşimizde bir ton magazin ekibi vardı. Bir süreliğine arabanın içinde hiçbir ses duyulmadı. Efe’nin önündeki aynadan arkada oturan beni izlediğini fark ettiğimde onunla aynadaki yansımalarımız sayesinde göz göze geldik. Bana uzun uzun baktı, sanki mahcup gibiydi, üzgündü.

“Sondaki sarılma iyi olmadı.” dedi Bora bir anda, sesi endişeliydi, “Yahya Bey’in tepkisi iyi olmayacak. Seni basına Meriç Turalan’la lanse etmek için o kadar uğraşmışken bu hiç iyi olmayacak...”

“Sikeyim tepkisini. Onun kurallarına göre yaşamayacağımı bizzat ona söylemiştim.” derken ellerimi uzatıp Ece’nin kulaklarını kapattım. Bora derin bir nefes aldı.

“Bak Efe,” diye söze girdi Bora, “Ben senin menajerinim. Üstelik senden tam on yaş büyüğüm. Abin sayılırım. Senin on yıl önündeyim. Sen benim çalıştığım dördüncü müzisyensin. Kimlerle çalıştığımı ve Yahya Bey’in sadece seninle ilgilenebilmem için diğerleriyle antlaşmamı silip attığını çok iyi biliyorsun. Adam sendeki ışığı gördü, bunu herkese göstermek istedi. Sizin bir sözleşmeniz var, kafana göre davranamazsın.”

“Kafama göre değil, kalbime göre davrandım.”

“Kalbine göre de davranamazsın, sözleşmen var diyorum. Bak biliyorum gençsin, heyecanlarına yenik düşecek yaştasın ama mantıklı düşün. Adamla sözleşmen var! Kapı gibi bir sözleşme, milyonlarca dolarlık tazminat hakkı var, isterse her şeyini alabilir.”

“Umrumda olsaydı emrine amade olur her dediğini yapardım, umrumda mı sanıyorsun? Neyimi almak istiyorsa alsın ama beni kendi köpeği yapamayacak.” dedi Efe öfkeyle, “Benden dilediği kadar tazminat alıp dilediği yerine-...” derken arkada Ece’nin olduğu aklına gelmiş olacak ki sustu. Devam etmedi. Belli ki küfür edecekti.

“Özür dilerim.” diye mırıldandım arkadan, “Bu benim suçum. Duygularıma yenik düştüm.” Efe tahammülsüzce cevap verdi.

“Lütfen bir daha böyle bir sebeple özür dileme Mine. Bir hatan olmadığının farkındasın.” Efe o kadar öfkeliydi ki sesini yalnızca benimle konuşurken kontrol altına alabiliyordu.

“Bir hatam var Efe.” dediğimde sinirlerim o kadar bozuktu ki gözyaşlarım kontrolsüzce akmaya başlamıştı, “Ben yıllardır bu sektörün içindeyim. Herkesin her şeyini biliyorum, tüm bu bilgi birikimine rağmen böyle bir aptallık yapmış olmam benim suçum! Sonuçlarını düşünememiş olmam benim suçum...“ derken Bora sözümü kesti.

“Bir dakika, bir dakika.” dedi şaşkınlıkla, “Yıllardır bu sektörün içindeyim de ne demek? Sen grafik tasarımcı değil miydin?” diye sordu aynadaki meraklı gözleriyle bana bakarak.

Ah hayır, şimdi bir de buna mı anlatacağız? Grafik tasarım da bir medya sektörüdür deyip geçelim bence Mine, olmaz mı?

“Hayır,” dedim kendimden beklemediğim bir cesaretle, “Ben grafik tasarımcı filan değilim. Magazin yazarıyım.”

Bora şok olmuş bir halde Efe’ye döndüğünde neredeyse kaza yapıyorduk. Öndeki araca çarpmadan ani bir frenle durduğumuz an yanımızda beliren magazincilerin camlarımıza vurmaya başlamasıyla Efe Bora’ya döndü.

“Camları aç.” dedi öfkeyle.

“Ne yapacaksın? Adamları mı döveceksin?”

“Adamları döveceğim, evet.”

Bora Efe’yi dinlemeyip hızla öndeki arabayı sollayıp geçerken arabanın içine o kadar büyük bir gerginlik havası hakimdi ki bir süre kimse konuşmadı. Herkesin biraz sakinleşmeye ihtiyacı vardı. Bora ter içinde kalmıştı. Efe’nin aksine oldukça kibar ve sakin bir adamdı ama o bile delirme noktasına yaklaşmıştı. Yaklaşık on dakikadır Ece’nin kulaklarını kapatıyordum ve Ece bu halde uyuyakalmıştı. Çocuk olmak ne güzeldi, şu gergin ortamda bile uyuyakalabiliyordunuz.

Keşke şu an biz de uyuya kalsak, değil mi Mine?

Hiç zamanı değil, İç Ses.

Yaklaşık yirmi dakikalık bir sessizliğin sonunda Bora konuşmaya başladı. O sırada çoktan magazincilerden kurtulmuştuk. Bu sefer nerede, hangi otele gidiyorduk bilmiyordum ama şehrin kalabalığından uzakta olacağımız bir yere gittiğimizi anlayabiliyordum. Radyoda klasik bir müzik çalıyordu. Ortamdaki gerginlik biraz daha azalmıştı, herkes biraz daha sakindi.

“İkiniz de biraz sakinleşin.” diye söze girdi Bora, “Biriniz çok sinirli, biriniz de çok üzgün diye sustum. Otele gittiğimizde konuşacağız. Birazdan orada oluruz. Şu an konuşsak da bir yere varamayız. Ufaklık uyudu mu?”

“Evet, uyuyor.” dedim, “O her yerde uyuyakalabilme özelliğine sahip. Çok şanslı...”

Bora gülümsedi. Klasik müziği sesini arttırıp arabanın camlarını araladı. İçeriye giren temiz hava ve sakin müziğin eşliğinde yol almaya devam ettik. O sırada Efe’nin bize doğru döndüğünü gördüm. Üzerindeki montu çıkarmış bana uzatıyordu.

“Üzerinize ört.” dedi sessizce.

“Böyle de sen üşürsün.” dedim bana uzattığı montu almayarak. Efe arkaya doğru uzanıp montunu Ece’nin ve benim üzerime örttü.

“Ben üşürüm, siz üşümeyin.” diyerek önüne döndü.  

Bora’nın endişeli halinden anladığım kadarıyla bu durum Efe’ye büyük bir tazminata mal olabilirdi. Öyle büyük bir miktardan bahsediliyordu ki Efe’nin ve ailesinin elinde olan her şey gidebilirdi. Efe buna rağmen müziği bırakmayı düşünüyordu, üstelik neredeyse bunu prodüktörünün bile o sahnedeyken öğreneceği şekilde duyuracaktı. Delirmiş olmalıydı.

Yaklaşık yarım saat sonra bir otelin kapalı garajında durduğumuzda bizi otelin görevlileri karşıladı. İri ve güçlü bir kadın güvenlik kapımızı açıp bana Ece’yi işaret etti.

“Alabilir miyim?” diye sordu, sanki valizimi istiyordu, “Sizi odanıza çıkarayım.”

“Kimseye gerek yok.” dedi Efe, “Ben hallederim.”

Kapısını açıp indi ve hemen arka kapıdan Ece’yi kucağına aldı. Bora ise çoktan inmiş otel güvenlikleriyle konuşuyordu. Onlardan odalarımızın anahtarlarını alıp onları magazinciler hakkında bilgilendirirken anahtarları bana uzattı.

“Birinci kat. 123, 124.” dedi, “125’te de ben kalıyorum.” Başımı sallayarak anahtarları aldım.

“Peşimden gel.” dedi Efe.

Burada bir dakika bile durmak istemediği o kadar belliydi ki tahammülsüzlüğü sesinden duyuluyordu. Birlikte asansöre binmemiz ve bir üst kat olan birinci katta inmemiz otuz saniye bile sürmedi. Asansörün tam karşısındaki oda 123’üncü odaydı. Efe kucağında uyuyan Ece ile asansörden inerken ben odanın kapısını açtım. Nerede olduğumuzu, hatta otelin ismini bile bilmiyordum. Bir ünlünün hayatının ne kadar berbat olduğunu hayatım boyunca hiçbir zaman bu kadar fark etmemiştim. İnsanların arasına karışılan her gece bir felaketti. Konser vermek onun için dönüşte evine bile gidemeyeceği kadar büyük bir kaostu. Efe’nin bunlardan ne kadar nefret ettiğini bu kadar kısa sürede anlaması ve çok yeni imzalanmış bir sözleşmenin taraflarından biri olması ise daha korkunçtu. Canının sıkkın olduğu her halinden belliydi. Efe Ece’yi yatağa yatırıp üzerini örterken Efe’nin montunu yatağın kenarına bıraktım ve üzerime giyebileceğim bir şey olup olmadığını görmek için odanın kapı girişindeki dolabın kapaklarını açtım. İçinde sadece bornozlar ve havlular vardı. Bornozlardan birini çıkarıp üzerime geçirdim.

“Yeni moda mı?” diye sordu Efe. Sessizce güldüm.

“Eski moda bile değil... Ama ne yalan söyleyeyim, mont giymekten daha sıcak tutuyor. Keşke dışarıya bornozla çıkmayı normalleştirebilsek. Muhteşem olurdu.”

“Ya da yorganla.” dedi Efe, “Kış aylarında üzerimize bir yorgan alıp öyle dışarı çıkabilsek harika olmaz mıydı? Hayatım boyunca hep bunu hayal etmişimdir.”

Efe’yi üzerine sarılı kocaman bir yorganla dışarıda yürürken hayal edince gülmeye başladım. O da tatlı tatlı gülüyordu. O sırada odamızın kapısının çaldığını duyduk. Efe bir anda ciddileşerek kapıya doğru ilerledi.

“Az önce sevimli sevimli gülüyordun, birden nasıl böyle ciddileştin?” diye sordum arkasından.

“Sevimli hallerim sadece sana...” dediğinde gülüşüm büyüdü.

O sırada Efe kapıya ulaşmıştı, ben ise antrenin girişinde durmuş onu izliyordum. Efe kapıyı açtığında gelen kişi beni şaşırtmamıştı. Kimin geleceğini zaten biliyorduk. Gelen Bora’ydı.  

“Gelebilir miyim?” diye sordu sakin bir ses tonuyla. Elinde birkaç kağıt vardı.

“Yan odada baş başa konuşalım.” dedi Efe. Bora ise geri adım atmadı.

“Mine’yle de konuşmak istiyorum. Mesele sadece sen değilsin.”

Efe huzursuz bir nefes aldı ve kapının önünden çekildi. Bu bir davetti. Bora tereddütle içeri girip doğrudan odanın içindeki yemek masasına doğru ilerledi. Bu otel odası hayatımda gördüğüm en büyük otel odasıydı. İçinde bir çalışma ve yemek alanı vardı. Bora beş kişilik yemek masasının sandalyelerinden birine oturur oturmaz konsolda duran telefonla resepsiyonu aradı.

“İyi akşamlar, 123’e akşam yemeği menünüzden gönderir misiniz? Üç kişilik. Mümkün olan en hafif yemeklerinizden gönderirseniz sevinirim. Bir şişe de şarap alalım.”

Gözlerim Efe’ye kaydı. Oldukça sabırsız ve sinirli görünüyordu. Dışarıdaki herkese böyle miydi? Bu bambaşka bir Efe’ydi. Benim tanıdığımdan çok uzak bir Efe. O sırada Efe’nin bakışları da benim gözlerime çevrildi.

“Yanıma otur.” dedi bana sessizce. Başımı salladım. Efe Bora’nın tam karşısındaki sandalyeye otururken ben de yanına oturdum.

Bora elindeki kağıtları bize doğru çevirip yan yana dizdi. Sonra ceketinin cebinden bir kalem çıkarıp elindeki kalem ile kağıtlarda yazan önemli yerleri işaret ederek konuşmaya başladı.

“Madde 3, Madde 4, Madde 5. Tamamı ilişkilerle alakalı. Prodüksiyon şirketinin haberi ve izni olmadan ilişki yaşayamazsın, prodüksiyon şirketinin haberi ve izni olmadan kimseyle görüntülenemezsin,  prodüksiyon şirketinin haberi ve izni olmadan bir ilişkini dahi bitiremezsin. Madde 6, Madde 7, Madde 8. Prodüksiyon şirketinin haberi olmadan sansasyonel bir habere konu olamazsın. Şirkete danışmadan adım atamazsın, konserine şirkete danışmadan özel konuk davet edemezsin. Madde 16, Madde 17. Konserlerde yapılacak her türlü konuşma öncesinde prodüksiyon şirketine danışmak ve izin almak zorundasın. Madde 24, Madde 25. Bu kısma iyi bakın. Bunlar sözleşme maddelerine uyulmazsa şirketin senden talep edebileceklerinin yazılı olduğu maddeler. Rakamların büyüklüğünü görüyor musunuz?” Bora’nın konuşması devam ederken durumun ciddiyetini anlamaya başlıyordum.

“Bu korkunç bir sözleşme.” dedim dehşet içinde Efe’ye dönerek, “Sen bunu neden imzaladın? Nasıl imzaladın?”

“Ben bunu imzalarken benim bir hayatım yoktu. Bunlara karşı gelmek isteyeceğimi düşünemedim.” dediğinde sesi pişmanlık doluydu.

“Ama prodüksiyon şirketi bunu düşündü.” dedi Bora.

“Prodüksiyon şirketi siktirsin gitsin!” Efe’nin sesi öyle öfke doluydu ki sanki bir anlığına odanın içi deprem sonrası bir artçı sarsıntı ile sarsılmış gibi hissettim.

“Sakin ol...” dedim sessizce, elimi uzatıp Efe’nin koluna dokundum, onu sakinleştirmek istedim. O sırada kapının çaldığını duydum. Bora elindeki kalemi bırakıp ayağa kalktı ve kapıya doğru ilerledi. Bora yemek siparişini getiren oda servisini içeri alırken ben Efe’nin kolunu tutmaya devam ediyordum.

“Sakin ol.” dedim bir kez daha, “Sen sadece sakin ol. Bora senin düşmanın değil.”

Efe sesini çıkarmasa bile sakinleştiğini hissedebiliyordum. Üzerindeki ceketi ve kravatı çıkarıp yanında duran sandalyeye bıraktı. Ben ise saçma sapan bir halde olduğumu o an fark ettim. Odada yeşil saten elbisemin üzerine geçirdiğim bornoz ile oturuyordum. Hem de Efe’nin menajerinin yanında! Bornozu üzerimden çıkarıp yanımdaki sandalyeye bıraktım. Odanın içi ilk geldiğimiz gibi serin değildi, gayet sıcaktı. Oda servisi akşam yemeğimizi masamıza bırakırken Efe arkasına yaslanmış boş boş masayı izliyordu. Morali o kadar bozuk görünüyordu ki onu içinde bulunduğu bu çıkmazdan nasıl kurtarabileceğimi düşünüyordum, bir yolu olmalıydı. Çünkü her çıkmaz sokağın bir çıkış yolu her zaman vardı...

Ve sen Yeşil Küpeli Kız, o yolu mutlaka bulursun.

Ben biliyorsun İç Ses. Tanıyorsun. Seninle kaç çıkmaz sokaktan çıktık, hatırlıyor musun?  

Bora oda servisine bahşiş bıraktıktan sonra oldukça mahcup bir yüz ifadesiyle gelip karşımıza oturdu ve önümüzdeki sözleşme kağıtlarını toplayıp masanın yanında duran konsola bıraktı. Efe de ben de yemek yiyebilecek halde değildik. Bora ise kağıtları topladıktan sonra yemek yemeye başlamıştı. Masada zeytinyağlı birkaç sebze yemeği, fesleğenli makarna ve kuşkonmaz vardı.

“Yesenize... Lütfen.” dedi Bora, “Bak Efe, ben senin düşmanın değilim. En başından beri yanındayım, biliyorsun. Fakat ben senin menajerinim ve durumları öyle bir hale getirdin ki seni bu işin içinden nasıl çıkaracağını düşünmesi gereken benim.”

“Beni bu işin içinden çıkarmana gerek yok. Ben çıkacağım. Bunun bedeli ne olursa olsun?” dedi Efe. Bora elindeki çatalı bıraktı ve Efe’nin yüzüne endişeyle baktı.

“Ne demek bu? Ne yapacaksın?” Efe’den cevap alamayınca bana döndü, “Ne yapacak?”

Başımı öne eğdim. Efe konuşmak istemiyorsa ben onun kafasının içinden geçenleri bir bir dökecek değildim. Fakat Efe konuşmalıydı, Bora’ya anlatmalıydı ve onun kendisine yardım etmesine izin vermeliydi. Bora Efe’nin müziği bırakma kararını bilmeliydi.

“Söyle ona.” dedim Efe’ye dönerek, “Bilmeli.”

“Neyi bilmeliyim? Allah aşkına, biriniz anlatacak mı? Neler dönüyor burada? Ben senin menajerinim Efe. Aynı sözleşmeden bir tane de bende var! Kaybedersen tek başına kaybetmeyeceksin, ben de seninle birlikte her şeyimi kaybedeceğim. Benim görevim her şeyden öte seni zaptetmekti! Ben sana güvendim, hayatına karışmadım. Bana hata yapmışım gibi hissettirme.”

Efe şaşkınlıkla başını kaldırdı. Kaşlarını çatarak Bora’ya baktı.

“Ne demek bu? Ne demek aynı sözleşmeden bir tane de sende var?” diye sordu dehşet içinde bir ses tonuyla.

“Bu işlerde o kadar deneyimsizsin ki birçok şeyden haberin bile yok. Şirket seninle sözleşme imzalar, sonra senin için beni tutar ve benimle de imzalar. Bize çok kazandırır ama bir hata yaparsak bize çok daha fazlasını kaybettirir. Şöhret böyle bir şey işte. Bok çukurundan farksız.”

“Böyle bir şeyi bir başkası için neden ve nasıl imzalarsın?” diye sordu Efe.

“Başka şansım yoktu. Prodüktörün Yahya, bu piyasada en fazla kazanan ve en fazla kazandıran isim. Benim de hayatımda ilk defa paraya ihtiyacım vardı. Aklının ucundan geçmeyecek kadar büyük bir paraya...” Bora’nın sesi o kadar üzgün çıkıyordu ki merakla haddim olmayan bir soru sordum.

“Neden? Yani neden ihtiyacın var?” Halbuki Bora bu soruyu kötü karşılamadı. Derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı. Sanki hep bu anı beklemişti.

“İki yaşında bir kızım var. İsmi Ayşin. SMA diye bir hastalığı olduğunu öğrendik. Bu hastalığı hiç duydunuz mu bilmiyorum. Tedavisi yurtdışında ve normalde yirmi yıl bu işi yapsam yine de biriktiremeyeceğim kadar pahalı. Fakat Yahya Bey durumumu ve ne kadar iyi bir menajer olduğumu bildiği için bana bu konuda yardım edeceğini söyledi. Finansörler bulacağını, primler vereceğini ve sunabileceği en yüksek maaşı sunacağını söyledi. Aslında kötü biri değil... Tek sıkıntısı işine ve başarıya bağımlı olması. Efe’de öyle bir ışık gördü ki onu büyütmemizi, parlatmamızı ve bir numara yapmamızı istedi. Bunun için aklının hayalinin almayacağı yatırımlar planladı ve planlıyor da. Bu yoldan döner mi sanıyorsun? Adam bu gece yaşananlardan sonra öyle delirmiş ki siz odanıza çıktıktan sonra beni aradı ve ağzına gelen her şeyi saydı. Bu durumu düzeltmezsem beni de kovacağını söyledi.”

“Bu durumu düzeltmek de ne demek? Ne yapabiliriz, zamanı geri mi alacağız?” diye sordum endişeyle. Bora’nın hikayesini duymak Efe’yi beni de sarsmıştı. Efe bu sektöre çok uzaktı, tek bildiği müzik yapmaktı. Ben ise sektörün acımasız olduğunu çok iyi biliyordum ama bu derece bir acımasızlık beni bile şoka sokmuştu.

“Durumu bir şekilde düzeltebiliriz. Sektörün iyi yanlarından biri de bu.” dedi Bora, “Bir gün çıkıp Mine için Efe’nin kayıp kız kardeşi desek kimse sorgulamaz. Herkes inanır. Hatta öyle bir hikaye yazarız ki Efe’nin ünü artar.”

“Mine için kız kardeşim filan demeyeceğiz.” dedi Efe öfkeyle.

“Örnek verdim.” diye düzeltti Bora, “Her şekilde bir yolunu buluruz ama sen benden bir şeyler saklamaya devam edersen ikimiz birlikte kaybederiz Efe. Ben seni kardeşim gibi görüyorum. En başından beri senin genç olduğunun farkındaydım, Mine’nin bir önceki konsere gelmesi bile bir ton soruna yol açtı ve senin kulağına hiç gelmese bile ben bu sorunlarla gece gündüz uğraştım. Şimdi bana her şeyi anlatın ki size de kendime de yardımcı olabileyim. Mine’nin grafik tasarımcı olmamasından Efe’nin aklından geçen her şeye kadar her türlü ayrıntıyı bilmek istiyorum.”

Birkaç dakikalık sessizliğin sonunda Efe konuşmaya başladı. Onu konuşmaya iten tek şeyin Bora’nın kızının hikayesi olduğunu biliyordum. Efe normalde bu masadan tek kelime etmeyip kalkardı. Oysa şimdi ortada bambaşka bir hikaye vardı. Bir bebeğin hikayesi.

“Mine aslında Yeşil Küpeli Kız.” dedi Efe. Kısa ve öz. Gözlerim merakla Bora’ya döndü, ne tepki vereceğini deli gibi merak ediyordum. Bora şoktaydı.

“Nasıl yani? Bildiğimiz Yeşil Küpeli Kız’dan mı bahsediyorsun?”

Bora’nın Yeşil Küpeli Kız’ı tanıyor olması beni şoka sokmuştu, oysa şoka girmemeliydim. Türkiye’nin en fazla okunan magazin yazarıydım ben. Bora’nın şaşkın gözleri üzerimde dolaşırken yüzüne bakamıyordum.

“Ta kendisi.” dedi Efe, “Biz nasıl tanıştık, neden tanıştık, nasıl bu noktaya geldik bunları sorma. Sonu belli olan hiçbir şeyin başı önemli değildir.”

“Neymiş sonu?” diye sordu Bora.

“Ben ona aşık oldum o da bana. Bu kadar.” Efe’nin kalın sesinden bu cümleyi duymak içimi titretmişti. Sanki bacaklarım bile titriyordu.

Bora derin bir nefes aldı ve gözlerini üzerime çevirdi. Ben ise yemek masasına bakmakla ve gözlerimi oyalamakla meşguldüm. Efe önündeki bir şişe suyu açtı ve tek seferde tamamını bitirdi. Şişeyi masanın altında duran çöp kutusuna atıp gömleğinin iki düğmesini açtı. Yüzü kıpkırmızıydı, içinde bulunduğu durumun onu ne kadar bunalttığı belli oluyordu.

“Tamam, anlıyorum. Peki başka ne bilmem gerekiyor?” diye sorduğunda Efe çok normal bir şey söylüyormuş gibi tek düze bir sesle cevapladı.

“Bu geceki konserin finalinde herkese müziği bıraktığımı açıklayacaktım.” Bora dehşet içinde Efe’ye bakakaldı.

“Dalga mı geçiyorsun?” dedi ve ufak bir kahkaha attı, “Şakanın sırası mı?”

“Şaka yapmıyor.” dedim sessizce.

“Siz ciddi misiniz? Kafayı mı yediniz?” Efe’den cevap gelmeyince bu sefer sinirden kızaran Bora oldu. Kravatını ve ceketini çıkarıp gömleğinin birkaç düğmesini açtı ve kollarını yukarı doğru kıvırdı. Derin bir nefes aldı ve sakin kalmaya çalışarak konuşmaya başladı.

“Efe,” dedi, “Bak abiciğim. Sana herkesin içinde Efe Bey diyorum, sen de bana Bora diyorsun. Ama tekrar söylüyorum, ben senin abin yaşındayım. Senin böyle Bey’li Hanım’lı konuşmaları sevmediğini biliyorum. Sen onlardan değilsin, sen bizdensin. Bunu da biliyorum. Bu yüzden seninle şu an ilk defa böyle samimi konuşuyorum. İsterim ki sen de bana kimse yokken “abi” de, beni bir abin olarak bil. Ben bu sektörün içinde görmediği hiçbir şey kalmamış bir insanım. Yürüyen tecrübeyim. Sen ise müziğe aşık, genç ve deneyimsiz bir müzisyensin. Hiçbir şey sandığın gibi değil. Sen bu gece o sahnede müziği bıraktığını söyleseydin hiçbirimiz oradan çıkamazdık. Şu an hala oradaydık. Kalabalığın sahneye akın etmesini de dışarıdaki kalabalığı dışarıda tutmayı da başaramazdık. Bu insanların sana karşı hissettiği hiçbir şeyi anlamıyorsun. Onlar sana hayran. Onlara böyle bir şeyi nasıl söylersin? Her şeyin bir yolu var ve o yol sahneden geçmiyor.” dedi ve duraksayıp merakla sordu, “Peki neden söylemedin? Seni kim vazgeçirdi?” diye sordu.

“Ben.” dedim, “Kalabalığın halini görünce bunun ne kadar büyük bir hata olduğunu anladım.”

“Yeşil Küpeli Kız tecrübesi mi diyoruz buna?” diye sordu Bora gülümseyerek. Gülümsemesine rağmen yüzündeki endişeyi okuyabiliyordum. Ben de gülerek başımı salladım. O sırada Efe söze girdi.

“Bunu sahnede duyurmak yanlış bir karardı ama müziği bırakma kararımın arkasındayım.” dedi, “Benim hayal ettiğim gelecek bu değildi.”

“Sana kimse müziği bırakma demiyor abiciğim ama arkanda bir kaos yaratıp da çıkıp gitmek istemezsin. En azından ben buna inanmak istiyorum. Sen bencil değilsin, arkanda bıraktığın seninle çalışan yüzlerce insan olacak, onları öylece bırakıp gitmezsin. Her şeyden öte bunu kendine yapman da büyük haksızlık. Onlar senin ve ailenin sahip olabileceği her şeyi alabilecek kadar güçlü. Bu durumdan kurtulmak zor değil. Bu bir süreç. Yeri geldiğinde sen onlara karşı o kadar güçlü bir noktada olursun ki müziği bırakmak istediğinde buna kimse sesini bile çıkaramaz. Şimdi tek yapmamız gereken şu an şu noktada içine girdiğimiz bu bataklıktan çıkmak. Konserden çıktığımızdan beri hiç telefonlarınıza baktınız mı?”

“Hayır, neden?” diye sordum endişeyle. Neler olduğunu tahmin edebiliyordum, sosyal medya bir savaş alanına dönmüş olmalıydı.

“Herkes sizi konuşuyor. Herkes Efe Duran’ın konserinin sonunda koşarak ona sarılan bu kızı ve o kızın konserde hikayesi anlatılan Mine olup olmadığını konuşuyor. Twitter gündem listesinin neredeyse tamamı bu konserle ilgili. Meriç Turalan ile Efe’nin ne zaman ayrıldığı, bunun bir sadakatsizlik olup olmadığı, onun bir reklam ilişkisi olup olmadığı gibi tonla teori var. Herkesin bilmek istediği en önemli soru ise şu... Kim bu kız? Kim bu yeşil elbiseli, yeşil küpeli kız?”

Gözlerim Efe’nin gözlerine kaydığında ellerim buz gibiydi. Tüm bunlar benim hatammış gibi hissediyordum. Öyle zayıf davranmıştım ki kendime kızmaktan başka hiçbir çarem yoktu.

Üzülme Mine, belki de böyle olması gerekiyordu. Belki seni o an Efe’ye iten görünmez güç de kaderin bir parçasıydı.

Eğer bu kaderin bir parçasıysa canım neden bu kadar yanıyor İç Ses?

İnsanın kaderi insanın canını yakar Mine, acı ama gerçek.

“Peki ne yapacağız?” diye sordum çaresizce. Efe’nin canı o kadar sıkkındı ki konuşamıyordu bile. Bora’nın dudakları istemeye istemeye aralandı ve alnındaki teri önündeki mendil ile silerken sorumu cevapladı.

“Onlara merak ettikleri sorunun cevabını vereceğiz.” dedi.

“Ne demek bu?” diye sordu Efe, oysa ikimiz de anlamıştık.

“Onlar sahnedeki kızın kim olduğunu merak ediyor ve biz de onlara o kızın kim olduğunu anlatacağız...”

Onların istediği bendim, onlara beni verecektik.

“Onlara Mine’yi mi anlatacağız? Tamam öyleyse, bir açıklama yayınlayın. Efe’nin sevgilisi deyip geçin. Bu yeterli. Mine’yi kimsenin önüne çıkarmak istemiyorum.”

Bu Efe’nin en hassas noktasıydı, Efe özel hayatını asla gözler önüne sermemişti. Ona özel olanın özel olarak kalmasını istiyordu ama maalesef toplumun istediği bu değildi. Biliyordum.

“Onlara bunu sen açıklayacaksın Efe. İnsanlar bu hikayenin ardında yaşananları deli gibi merak ediyor. Basit ve yazılı bir açıklama onları sadece senden uzaklaştırır. Onlar senin hayatını bilmek istiyor. Ne yaşadığını, kimlerle olduğunu, her şeyini bilmek istiyorlar. Bakın, size ayrılın demiyorum. Size bu kaosun içinden birlikte çıkabileceğiniz bir senaryo sunuyorum. Sen Efe Duran’sın, o ise Yeşil Küpeli Kız. Genç kızların sevgilisi Efe Duran ve ülkenin en ünlü ve en sevilen anonim magazin yazarı Yeşil Küpeli Kız’ın birlikteliği... Bunun insanlarda yaratacağı etkiyi düşünebiliyor musunuz? Şöhret üstüne şöhret, başarı üstüne başarı. Seni ancak büyük bir şöhretle onlardan daha güçlü bir hale getirebiliriz. Toplumun tamamı seni ve ilişkini desteklerse senin günün birinde ilişkin için müziği bırakmak istemeni onlar da destekleyecektir ve sana bu durumda bir sözleşme dayatması yapmaları onlara toplumu kaybettirir. Sana hiçbir şey kaybettirmez. Sizden tek istediğim bu. Buradan tek sağlıklı çıkış yolunuz birkaç ay boyunca aşkınızı topluma inandırmanız.”

Gözlerim Efe’nin gözlerine çevrildiğinde ve Efe’nin yorgun gözleri benim gözlerimle buluştuğunda tek istediğim omzuna yatıp uyumaktı. Söylenenleri yapamayacak kadar yorgunduk ama bunu yapmak zorunda olduğumuzu çok iyi biliyorduk. Efe’nin ailesi için, Bora için, Bora’nın ailesi için, Efe için çalışan yüzlerce insan için bunu yapmak zorundaydık.

Günü geldiğinde sadece ikimiz kalabilmek için, o hayal ettiğimiz hayatı baş başa yaşayabilmek için hayatın bize sunduğu tek yol bir süreliğine kalabalıklaşmaktı. On milyonlarca insanın gözlerinin önüne çıkmak ve hissettiklerimize onları da ortak etmekti. Başka çaremiz yoktu. Öylesine iki kişi olabilmek istiyorsak önce Efe Duran ve Yeşil Küpeli Kız olmak zorundaydık.

Görünmez olmak için önce görünmek zorundaydık...