24. Ve 25.BÖLÜMLER

Beyza Alkoç
0

MERHABA AŞKLARIM, NASILSINIIIIIZ? :')

Size bu akşam 2 bölümle geldim, iyi okumalar dilerim. ^^
Yorumlarınızı bekliyorum.
Bölüm sonunda görüşmek üzere.
-BEYZA


^^

24.BÖLÜM : EN GÜZEL TUTSAKLIK.

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Dışarıda başlayan yağmurun sesi deponun her bir yanını sararken yine de içimdeki gürültüyü azaltmaya yetmiyordu. Devrim bu kocaman deponun içine saklanmış konteyner odanın içinde bir hastane yatağında uzanırken biz endişeli gözlerle etrafındaydık. Gözlerimiz saatlerdir yaşadığımız endişeyi hala taşıyordu ama en azından onun yaşadığını öğrenmek hepimizi rahatlatmıştı.

“Çelik yeleği vardı...” diye söze girdi Oya Abla Devrim’in vücuduna bağlı monitörden genel durumunu kontrol ederken.

Devrim’in gözleri kapalıydı, son enerjisini bizi karşılamaya harcamış ve yorgun düşmüştü.

“Kurşun çelik yeleği sıyırmış ve boynuna gelmiş ama boynunu da sıyırıp geçmiş. Tam buradan, dövmesinin üzerinden sıyırmış boynunu.”

Oya Abla’nın kurduğu cümle içimi öyle çok acıttı ki gözlerim Devrim’in sarılı boynuna döndüğünde vücudumun anlık bir üşümeyle irkildiğini fark ettim. Tir tir titriyordu vücudum, buz gibiydi ellerim.

“İyi olacak ama değil mi?” dedi Deha hüzünle, “Yani az önce uyanıktı abim, şimdi niye uyudu ki birden? Çok mu kan kaybetti?”

Oya Abla elini Deha’nın omzuna götürdü.

“İyi olacak ablacığım,” dedi, “Söz veriyorum sana. İnan ben de sizinle nasıl konuştuğuna şaştım kaldım, boğazının halini görseydiniz bir ay konuşamaz derdiniz. Ama Devrim Ali’nin ne kadar güçlü olduğunu, neler atlattığını unuttuğumu anladım sonra. Bunu da atlatacak. Merak etmeyin.”

Hüzünle başımı sallarken yanaklarıma süzülen gözyaşlarım öyle çok hızlandı ki kimseyi daha çok üzmemek için bir anlığına arkamı döndüm onlara.

“Gel,” dedi Ömer yanıma bir sandalye çekerek, “Otur.”

Başımı sallamakla yetinebildim sadece. Sandalyeye oturdum ve Devrim’in kapalı gözlerine çevirdim gözlerimi. Ömer birer sandalye daha çekip Demir ve Deha’yı da oturturken Oya Abla Devrim’in ateşini ölçüyordu.

“Kaç?” diye fısıldadım hüzünle.

“39.” dedi, “Geldiğinde 40’a dayanmıştı ama. Giderek düşüyor.”

“Yine de çok fazla değil mi?” diye sordu Demir endişeyle.

“Antibiyotik vermeye başladım, o düşürecektir...” Oya Abla açıklarken gözlerim hala Devrim’in yüzündeydi.

İçten içe kendimi suçluyordum. O gece o sanayi sitesinde nöbetçi eczane arayışımı suçluyordum, o gece yaşananlara tanık oluşumu, Devrim’in beni misafir etmek zorunda kalışını... Her şey için kendimi suçluyordum. Devrim’in bunu beni özgürleştirmek için, beni Dimitri’nin hedefi olmaktan çıkarmak için yaptığını biliyordum ve bu benim ruhumu paramparça ediyordu.

Ömer’in omuzlarıma bıraktığı ceketi fark ettiğimde ne kadar titrediğimi anladım.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım ona, “Üşümekten değil aslında...”

“Biliyorum.” dedi Ömer, “Ama ısınmak iyi gelir.”

“Ben de size birer çay yapayım,” diye söze girdi Oya Abla, “Ömer deponun bir yerlerinde bir su ısıtıcısı vardır herhalde değil mi?”

Ömer başını sallayarak içinde bulunduğumuz odanın kapısına yöneldi. Oya Abla da peşinden gittiğinde Deha, Demir ve ben yan yana üç sandalyede oturmuş Devrim’e doğru eğilmiş onu izliyorduk hüzünle.

“İyileşmeyecek olsa...” diye konuşmaya başladı Deha tereddütle, “Bunu hissederdik, değil mi? Kardeşiz sonuçta.”

Ona gözyaşları içinde gülümsedim ve başımı salladım.

“Hissederdiniz.” diye fısıldadım.

Deha hüzünle başını sallarken gözlerinden birer damla yaş akınca elimi uzatıp omzuna koydum, sonra dayanamayıp başımı eğdim ve omzuna yasladım.

“Çocukluğumuz boyunca...” diye söze girdi Demir, “Üçümüz hangi tehlikeye girersek girelim hep bize bir şey olurdu, Devrim abime hiçbir şey olmazdı. Keşke yine... Keşke yine bize olsaydı bunlar da ona olmasaydı.”

Demir konuştuktan sonra eğilip başını Deha’nın diğer omzuna yasladığında orada sanki üç kardeşmişiz oturuyorduk.

“Ve ben ilk defa,” diye devam etti Demir, “İlk defa ona gerçekten bir şey olduğundan korktum. Onu kaybediyoruz sandım. Bitti dedim kendi kendime, buraya kadarmış.”

Oya Abla ve Ömer ellerindeki çay dolu karton bardaklarla içeri girdiklerinde gözyaşlarımı silip başımı Deha’nın omzundan kaldırdım. Ömer ellerimize birer bardak çay tutuşturdu ve kendisine de bir sandalye çekip karşımıza oturdu.

Oya Abla ise öyle iyi bir doktordu ki beş dakikalığına ayrıldığı odaya döner dönmez ilk yaptığı şey yine Devrim’in ateşini ölçmek ve monitörünü kontrol etmek olmuştu.

“Kaç?” diye sordum endişeyle.

“38.8”

“Düşüyor...” diye fısıldadım.

“Size söylemiştim,” dedi Oya Abla, “Biz daha ölmedik. Düşecek tabi!”

Çayın karton bardağı ellerimi ısıtıyordu ama içimi ısıtmıyordu. İçim, Devrim’in ateşiyle aynı ritimde yanıyordu sanki. O ne kadar yanıyorsa ben de o kadar yanıyordum. Gözlerim hep onda, hep o kapalı göz kapaklarındaydı. Sanki biraz daha uzun baksam uyanacakmış gibi… sanki elinden tutmamı bekliyormuş gibi...

Saatler de birbirine girmişti artık ve bu sandalyede kaçıncı saatime giriyordum bilmiyordum. Devrim gözünü bir daha hiç açmadı ama bizim gözlerimiz hep onun üzerindeydi. Arada Oya Abla’yı molaya gönderiyor, ateşine ve değerlerine ben bakıyordum. Ateşine her baktığımda parmaklarımı saçlarına götürüyor, dağılmış saçlarını ellerimle düzeltiyordum.

Ona karşı içimde öyle güçlü bir duygu karmaşası vardı ki ruhum onun ellerine teslim etmek istiyordu kendini.

Onun uğruna acı çekiyordum ve beni yine kalkıp o teselli etsin istiyordum.

Devrim Ali’nin hayatıma girişi... gerçek bir devrimdi. Ve ben bunu yeni fark ediyordum. Onun misafiri olmak yaşadığım en güzel tutsaklıktı.

Ömer elinde birkaç pizza kutusuyla içeri girdiğinde ne zaman gitmişti, ne zaman gelmişti bunların bile farkında değildim. Aç olduğumu biliyordum ama mideme tek bir lokma sokacak takatim yoktu.

“Devrim Abim bu halde yatarken başında pizza yiyecek değiliz herhalde...” dedi Deha, “Bitince de patlamış mısır yeriz onu izlerken artık.”

“Yemek zorundasınız.” dedi Ömer, “Ona yardımcı olabilmek için ayakta kalabilmeliyiz, sabahtan beri açsınız.”

“Ömer doğru söylüyor,” Oya Abla önümüze bir sehpa çekerken konuşmaya başladı, “Hepimizin ayakta kalabilmesi için beslenmesi lazım. Halinize baksanıza, bembeyazsınız.”

Ömer kutuları açıp pizzaları önümüze koyarken kutulardan yayılan sıcak pizza kokusu bile içimize işlemiyordu. Burnuma geliyor ama mideme inmiyordu hiçbir şey. Yine de sırf ayakta kalabilmek için bir dilim pizza aldım elime.

Devrim’in ateşinin biraz daha düştüğünü görünce ellerim biraz olsun sakinleşmişti ama o yatakta hareketsiz yatarken ben nefes almamın bile lüks olduğunu hissediyordum.

Elimdeki dilimden bir lokma almaya çalışırken gözüm yine ona kaydı, boynundaki bandaja, kirpiklerinin uçlarında donmuş gibi duran o yorgunluğa, dudaklarının arasındaki güçsüz nefes alış verişine. O an hiçbir şey yiyemeyeceğimi anladım ve elime aldığım dilimi kutuya geri bıraktım.

“Ye.” dedi Deha, “Az önce söylendim ama haklılar. Bir de bizimle uğraşmasınlar.”

Sonra boş gözlerle yere bakan Demir’e döndü ve ekledi, “Yiyin dedim size.”

Demir ve ben senkronize bir şekilde birer dilim pizza alıp kendimizi yemeye zorlarken gözlerimden bir anda kontrolsüzce akmaya başlayan yaşlarla nasıl görünüyordum kim bilir. Ağlayarak pizza yiyordum.

Kimse iyi değildi aslında. Ne Deha, ne Demir, ne de bizi ayakta tutmaya çalışan Ömer ile Oya Abla. Herkes birbirini ayakta tutmaya çalışıyordu aslında, biz onları, onlar bizi.

“Bu geceyi atlatacağız…” dedi Oya Abla yumuşak bir sesle, “Hep beraber.”

Hepimiz başımızı salladık. İnanmak istediğimiz tek şey buydu şu an. Pizzalardan üç-dört lokma yesek de bir şeyler yer yemez enerjimiz yerine gelmişti. Oya Abla yemek yemeye devam ederken ayaklanıp Devrim’in başına geçtim.

Titreyen elim bilinçsizce ona doğru uzandı ve parmaklarım tereddütle koluna dokundu. Parmaklarım koluna değdiği an gözleri açıldı! Tam mucizevi bir uyanışa tanık olmuş gibi ağzımı aralıyordum ki gözleri yeniden kapandı.

“Devrim...” diye fısıldadım heyecanlı bir çaresizlik içinde. Ne kıpırdadı ne de gözlerini açtı.

“Bir şey oldu mu?” dediğini duydum arkamdan gelen Ömer’in.

“Bir an... gözlerini açtı ama hemen kapattı. Bilinçli yaptığı bir şey değil sanırım, hala uykuda.”

“Ara ara bunları yaşaması normal.” diye açıkladı Oya Abla oturduğu yerden, “Değerleri stabil, kötüye giden bir şey yok. Ara ara uyanıp tekrar uyuduğu anlar bile olabilir, uyanmadan gözlerini açtığı anlar da. Ha, Eliz, yemeğim bitiyor şimdi, bekle de boynuna birlikte pansuman yapalım. Olur mu?”

Başımı salladım.

“Olur,” dedim, “Olur tabi ki.”

O sırada Deha’nın ayaklanıp yanıma geldiğini gördüm. Tüm acısına rağmen muziplik yapmaya çalışarak kolunu koluma çarptırdı.

“Video açayım mı?” diye sordu.

“Ne videosu?” dedim yorgun bir alıklıkla.

“Pansuman nasıl yapılır videosu.”

Deha bu halde bile beni güldürmeyi başarırken ikimizin gözlerindeki yorgunluk aynıydı.

“Geldim!” diyerek aramıza dahil oldu Oya Abla, “Deha sen geç bakayım, otur sandalyene.”

Oya Abla Deha’yı çocuk azarlar gibi sandalyesine gönderir göndermez pansuman için malzemelerini çıkartmak için çantasına eğildi. Devrim’in nefes alışını dinlerken, bir insanın nefesinin bile nasıl bir teselliye dönüşebileceğini o an çok daha iyi anlıyordum.

“Hazır mısın?” dedi Oya Abla, bana bir çift eldiven uzatırken.

“Hazırım,” dedim ama aslında hiç hazır değildim. Yine de çenemi sıkıp kendimi toparladım.

Bu anın benzerini, belki de daha zorunu yaşamıştım daha önce ama bu farklıydı. Burada işimi zorlaştıran duygular vardı, bana çelme takan hislerim vardı. Oya Abla’nın bana uzattığı steril gazlı bezlere baktım önce. Titriyordum. Yorgunluktan, açlıktan değil… korkudan. Onu incitmekten korkuyordum, ona bir acı daha yaşatmaktan.

“Bak,” dedi Oya Abla yumuşak bir tonla, “Sadece ben yönlendireceğim. Sen de benim söylediğim kadar dokunacaksın. Canını yakmayacağız, merak etme.”

Başımı salladım ve yaklaştım.

Oya Abla bandajı çözmeye başladığında Devrim’in boynundaki yaranın kenarında kalan morlukları gördüm. Çelik yeleğin sıyırdığı yer… Ölümün nefesini en yakından hissettiği yerdi burası.

Oya Abla yaranın üzerindeki bandajı kaldırdığında bir anlığına kimseye belli etmemeye çalışarak dehşet içinde irkildim. Yarası öyle derin, öyle kötü görünüyordu ki boynunda dövmeden eser kalmamıştı, orada artık o dövmeden daha kalıcı, daha daimi bir iz olacaktı.

“Derin bir nefes al Eliz,” dedi Oya Abla, “Sen iyi olacaksın ki o da iyi olsun.”

Derin bir nefes aldım ve yavaşça üfledim.

“Şimdi…” dedi Oya Abla, “Gazlı bezi tut ve nazikçe sil. Sadece yüzeyi. Canını acıtmayacaksın.”

Elimi uzattım, yarasına detaylıca bakmamaya çalışarak gazlı bezi oraya yavaşça değdirdim ve o an içimde kabul bağlamış bir yerin yeniden çatladığını hissettim.

Deha karşıdan bizi izliyordu, gözleri kıpkırmızıydı ama dudaklarında hafif bir tebessüm vardı.

“Bak,” dedi fısıltıyla, “Abim seni böyle görse gevezelik yapıp ortamı sabote etmeye çalışırdı kesin. Misafirime yine mi iş yaptırıyorsunuz diyerek azarlardı hepimizi.”

İster istemez gülümsediğim an bir damla gözyaşı süzüldü yanağıma doğru.

Oya Abla bandajı yenisiyle sararken mırıldandı.

“Deha’yı hastanın yakını diye uzaklaştırdım ama seni de aynı kontenjandan uzaklaştırmalıyım sanırım artık.”  

Sözleri beni öyle hazırlıksız yakaladı ki başımı anında eğdim. Ne cevap vereceğimi bilemedim. İçimde bir şey kıpırdadı, hem acı hem heyecan karışımı bir şey… tarif edemediğim bir şey.

“Yanlış bir şey mi yaptım?” diye sordum endişeyle.

“Hayır yavrum hayır da, daha önce tek başına kurşun çıkardın bu adamın içinden, şimdi pansuman yaparken elin titriyor. Belli ki bazı şartlar değişmiş, yanılıyor muyum?”

Oya Abla’nın yüzü imalı bir bakışla gülümsüyordu.

“Sonuçta giderek daha iyi tanıyoruz birbirimizi... Hepimiz yani. Hep birlikte.”

“Aynen,” dediğini duydum Deha’nın arkadan, “Hepimiz. Hep birlikte.”

Derin bir iç çekip Devrim’e döndüm. Oya Abla pansumanını bitirmiş malzemelerini toparlarken ben Devrim’in üzerindeki örtüyü düzeltip göğsüne kadar çektim.  

“Şimdi müsaadenizle,” dedi Oya Abla, “Buranın ışıklarını kapatalım da rahat rahat dinlensin. Bana sorarsanız sandalye tepesinde de olsa siz de uyuklamaya çalışın biraz. Hatta Ömer sen de!”

“Ben kapıda bekleyeceğim abla, güvenlik için.” dedi Ömer, “Ama sen de uyu, en çok sana ihtiyacımız var.”

“Abi ben de bekleyebilirim,” diye söze girdi Demir, “Bugün en çok sen yoruldun. Geç sen biraz dinlen.”

“Olmaz öyle, siz uyuyun çocuklar. Dayanamayacak gibi olursam gelip uyandırırım seni, yer değiştiririz.”

“Ömer dur,” diye seslendim kapıya yönelen Ömer’e doğru, “Bari ceketini al. Dışarıda hala yağmur yağıyor.”

“Arabamdan montumu alacağım.” dedi Ömer, “Merak etmeyin beni. Hadi uyuyup dinlenin siz.”

Işıklar Oya Abla tarafından teker teker kapatıldığında oda loş bir maviye büründü. Devrim’in monitöründen gelen ritmik bip sesleri, dışarıdaki yağmurun metal çatıda bıraktığı pıtırtılarla birleşince neredeyse bir ninni etkisi yaratıyordu. O kadar yorgunduk ki sesler bizim bitkinliğimizle birleşince uyumaktan başka çaremiz kalmamış gibiydi.

Herkes sandalyesine çekilmiş bir şekilde uyuklamaya çalışıyordu. Deha abisinin ayak ucunda, Demir başucunun sol tarafındaydı. Ben ise sağ taraftaki sandalyede, Ömer’in omzuma bıraktığı ceketle beraber oturuyordum. Oya Abla ise başını monitöre yaslamış, en ufak bir ses olduğunda hemen uyanacağı şekilde ayarlamıştı kendisini.

Omuzlarımdaki ceket ve etrafımdaki insanlar bana sanki “Buradasın. Güvendesin.” diyordu. Her şey çok gerçekti, her şey çok yaralayıcı ve bir o kadar da iyileştiriciydi.

Sandalyeye iyice yaslandım. Göz kapaklarım ağırlaşırken gördüğüm son şey Devrim’in yüzüydü… Bedeninin her yanında savaş olduğunu belli eden kızarmış yanakları, kapalı gözlerinin çevresindeki morluklar, boynundaki bandaj.

Elimi uzatıp ona dokunmaya cesaret edemeden sadece izledim onu. Saatlerdir yaptığım gibi, gözlerimi üzerinden hiç ayırmadan karanlığın müsaade ettiği kadarıyla izledim yüzünü.

Bir süre sonra başımın yana düştüğünü ve nefesimin yavaşladığını fark ettiğimde artık uyumak üzere olduğumu anladım. Üzerimdeki ceket önce omzumdan, sonra dirseğimin oradan süzülüp yere doğru sessizce kayarken toprağa düşen bir yaprak kadar hafif bir ses çıkardı ama kimseyi uyandırmayacak kadar da sessizdi.

Ceketin üzerimden kayıp gittiğinin farkındaydım ama öyle çok uykuluydum ki gözlerimi açamadım. Ne tam olarak uykuya dalmıştım ne de tam olarak uyanıktım. Bedenim yorgunluğun esaretindeydi.

Tam o sırada, kapı hafifçe aralandı. Gözlerimi aralayıp gelenin kim olduğuna baktığımda Ömer’in Devrim’in monitörünü ve ateşini kontrol ettiğini gördüm. Ben ise o an hala uykuyla uyanıklık arasındaki o dar çizgide süzülüyordum.

Ve işte o anda…

Kısık, çatlak, ama tanıdık bir ses o loş odanın içini doldurdu.

“Ömer…”

Ben duyup duymadığımdan emin olamayacak kadar yarı uyanıktım ama o ses… O ses benim kalbimi yerinden oynatacak kadar güçlüydü.

“Ömer… üzerini ört onun.”

Ben nefesimi tutmuş öylece beklerken Devrim’in sesi titrek ve kısık şekilde devam etti.

“Üşümesin…”

Ve o an yerdeki ceketin alınıp üzerime örtüldüğünü hissettim. Uyanamadım, uyanmak istemedim belki de… ama Devrim’in sesi, yarı baygın zihnimin en derinine kazındı o gece.

“Örttüm abi.” dediğini duydum Ömer’in fısıltıyla, “Daha iyi misin?”

Oysa Devrim de tam olarak uyanmış gibi değildi, sanki o da benim gibi uyku ve uyanıklık arasında bir bulanıklığın içindeydi.

“Ömer göz… göz kulak ol ona…”

Ve sonrası derin bir sessizlikti yine.

“Sana da göz kulak oluyoruz be abi…” diye fısıldadı Ömer, “Sen yeter ki kendine gel.”

-

-

 

25.BÖLÜM : VETROV.

Karanlığın içinden geçiyordum. Ayak seslerim bana ait değildi sanki ve kendi bedenimi taşıyan ben değilmişim gibi, nefesim göğsümde sıkışmış bir ağırlık olarak yükseliyor, her adımda daha da hızlanıyordu. Hangi yönde koştuğumu bilmiyordum ama arkamda yaklaşan bir şeyin varlığını iliklerime kadar hissedecek kadar açıktı içgüdülerim. Rüzgar soğuktu, gece kara bir örtü gibi etrafımı kaplamıştı ve ben sadece koşuyor, beni kovalayan bir bilinmezden kaçıyordum. Toprağın üzerindeki nem ayaklarımın altından kayarken beni durdurmaya çalışan karanlık bir el gibi yapışıyordu ayak bileklerime. Toprak beni içine çekmeye çalıştıkça ben daha da hızlı koşuyor, koştukça sisin içine giriyordum.

O an o sisin arasından bir siluet doğdu, Yener malikanesi. Devrim’in beni haftalarca misafir ettiği, her şeyin başladığı evdi burası. Ne kadar uzaktaydı bilmiyordum ama oraya ulaştığımda güvende olacağımı hissediyordum. O evi… o koridorları… o odaları öyle iyi hatırlıyordum ki evin bana hissettiği her şey hala damarlarımda geziniyordu. Kendimi toparlayıp o yöne doğru koştum, nefesim kesiliyor, ciğerlerim yanıyordu. Arkamdan gelen ayak sesleri ise giderek daha da hızlanıyordu, birinin bana yetişmek üzere olduğunu duyabiliyordum ama yüzünü göremiyordum. Kim olduğunu bilmediğim birinden kaçmak korkunun en büyüğüydü.

Malikanenin kapısına ulaştığımda ellerim titriyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı. İçeri atıldığım anda loş bir ışık karşıladı beni, ışık tanıdıktı ama karanlığı parçalayacak kadar güçlü değildi.

“Devrim!” diye bağırdım çaresizce, sesim yankılanarak boş koridorlara çarptı. Cevap yoktu. Yalnızca ayak seslerimin beni takip eden karanlıkla birlikte çoğalan yankısı vardı kulaklarımda.

Koridor boyunca koşarken her şey ben adım attıkça bulanıklaşıyordu, duvarlar daralıyor, zemin ayaklarımın altında eriyip gidiyordu sanki.

“Devrim!” diye bir kez daha bağırdım, bu kez sesim titrek, acıyla karışık bir fısıltıdan ibaretti. İçimdeki panik yükseliyor, beni olduğum yerden koparıp başka bir yere sürüklüyordu. Sanki evi değil de kendi zihnimi dolaşıyordum, her kapı, her gölge, her adım bana hem geçmişimi hem de korkularımı hatırlatıyordu.

Ve sonunda o odanın kapısını gördüğümde bir anlığına kurtulmuşum gibi hissettim. O odanın kapısı… bir zamanlar kaldığım, kendimi en çok kaybolmuş hissettiğim ama aynı zamanda en çok “yaşıyor” hissettiğim odanın kapısıydı bu. Kapının önünde heyecanla durdum. Çok vaktim olmadığını biliyordum, parmak uçlarım kapı koluna uzandığında “Devrim…” diye fısıldadım bu kez. Bu fısıltı sanki dudaklarımdan değil, kalbimin içinden çıkmıştı.

Kapı koluna dokunacağım anda arkamdaki karanlık bir anda büyük bir ışık hüzmesiyle bölündü. Işıktan ziyade alev gibi, ateş gibi bir aydınlık sardı etrafımı. Göğsümün sağ tarafından bir acı geçti önce, sonra tüm bedenime yayılan sıcak bir yanma. Ayaklarımın altındaki zeminin kaydığını hissedebiliyordum. Kapı kolu parmaklarımdan uzaklaşırken dünya yavaş yavaş dönmeyi bıraktı.

Dizlerimin üzerine çökerken harcadığım son nefesi Devrim’in adını söylemek için kullandığımı hissettim.

Ve yere düşmeden önce son gördüğüm şey… kapının aralığından süzülen ışığın karanlığın içine doğru çekilir gibi kaybolmasıydı.

Uykumun içindeki o alev alev karanlıktaki bir yer, sanki bir parmak ucu kadar hafif bir dokunuşla yerinden sarsıldı. Uyku ve uyanıklık arasında gidip geldiğim sırada sıcak bir nefes tenime değdi ve beni o sarsıntıdan çekip aldı. Göğsümün üstünde, tam kalbimin hizasında bir ağırlık hissettim o an ama bu ağırlık fiziki bir ağırlık değildi, bu bir gölgeydi.

Göz kapaklarım istemsizce titredi. Kıpırdandığım anda üzerime eğilen gölge hareket eder gibi oldu ama bana daha fazla yaklaşmadı, zaten yakınımdaydı.

Ve gözlerimi araladığımda gördüm ki bu bir gölge değildi, bu oydu.

Gözlerimi araladığımda Devrim’in yüzü loş ışığın içinde ve benden sadece birkaç santim uzaktaydı. Bunun rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edememiştim hala. Boynundaki bandaj ben uyurken değişmişti, altında bir eşofman vardı ama üstü çıplaktı. Bir eliyle sandalyeme tutunuyor, bir eliyle üzerimden düşen ceketi üzerime örtüyordu.

“Devrim!” dedim irkilerek, “Sen... Sen... ayaktasın!”

Sesi neredeyse hiç duyulmayacak kadar kısıktı.

“Sakin ol.” dedi şefkatle, “Üşüme...”

Konuşmaya çalışırken yüzündeki yorgunluk, gözlerindeki bulanıklık, nefesinin kesikliği… hepsi bir aradaydı. Ama yine de bana bakıyordu. Sanki bu ufacık çabası bile bir savaşmış gibi ama bu savaşı da benim için veriyormuş gibi.

Elim refleksle onun bileğine gitti.

“Hadi gel,” dedim, “Yatırayım seni. Sen nasıl kalktın? Ne zaman uyandın!”

Ben tam ayağa kalkıp onu yatağına yatırmak için harekete geçecektim ki yüzüm yüzüne çok fazla yaklaştı. Ne ben kalkabildim ne de o bıraktı beni. Yüzü yüzüme o kadar yakındı ki o an nefesim boğazımda düğümlendi.

“Herkes...” dedim fısıltıyla, “Herkes nerede?”

“Onları kapıya yolladım, hava almaya.” dedi Devrim, “Sen iyi misin? Kıpkırmızı oldun.”

“Asıl sen iyi misin Devrim, sen vuruldun!”

Devrim sessiz bir halsizlik içinde gülümsediği sırada onu nazikçe kendimden uzaklaştırıp ayağa kalktım ve kolunu tuttum.

“Kardeşlerin üzerimi örtmek için yatağından kalktığını görseler sana ne kadar kızarlar biliyorsun, değil mi?” diye söylenerek yatağa çektim onu.

“Sen kızmadın mı?” diye sordu Devrim dikkatlice yatağa uzanırken.

“Beni kızdırmak için mi kalktın? Hem sorularıma da cevap vermedin Devrim, ne zaman uyandın sen, neden bana haber vermediniz?”

Ben Devrim’in üzerini örtüp ateşini ölçmeye çalışırken o sorularımı yanıtlıyordu.

“Ben kendime geleli iki saat oluyor.” dedi Devrim, “Seni uyandırmamalarını söyledim, ben de uyandırmayacaktım ama üzerindeki ceket yere düşünce...”

“Ne demek uyandırmayacaktın ya? Senin için endişeden ölüyorum dünden beri!”

O sırada ateşinin otuz yediye indiğini görünce o kadar rahatladım ki neredeyse ona sarılacaktım. Devrim ise zaten dün yaşananlar hiç yaşanmamış gibi bakıyordu gözlerime. Sanki endişemden zevk alıyordu.

“Ölmediğimi biliyordun ama.” dedi duygusuz bir sesle.

“Her ölmeyen yaşamaya devam etmiyor.” dedim, “İyi olduğunu görmek için bekliyoruz dünden beri.”

“Ve artık gördün.” dedi Devrim, “İyiyim.”

Ona hüzünle gülümsedim. Gözlerinin bana böyle bakmasını, sesini duymayı o kadar çok özlemiştim ki hiç susmasın, hiç uyumasın istiyordum.

Arkamızdan gelen gürültülerden anladığım kadarıyla Oya Abla’lar buraya doğru geliyordu. Kapı açılıp da içeri girdiklerinde ilk tepki veren Deha oldu.

“Sen hesap sormadan ben söyleyeyim, abim seni uyandırmamıza izin vermedi! Yoksa o uyandığında koşa koşa seni de uyandıracaktım ben.”

Ona anlayışla güldüm. Demir ve Oya Abla da Deha ile birlikte yanımıza gelip Devrim’in durumuna baktıkları sırada Ömer her zamanki gibi bize yiyecek bir şeyler taşıyordu.

“Hala iyiyiz değil mi?” diye sordu Oya Abla, “Ağrımız sızımız yok, değil mi?”

“İyiyim.” dedi Devrim halsiz bir sesle.

“Biz daha kötü görünüyoruz yemin ederim abi,” dedi Demir dağılmış saçlarını parmaklarıyla karıştırarak, “Sendeki nasıl bir gense artık!”

Ömer içeriye karton bardaklarla çay taşırken bir yandan da bilgi veriyordu.

“Kapıya bizim bütün adamları yığdım, endişelenmeyin, artık biraz olsun huzur içinde bir şeyler yiyebiliriz sanırım.”

“Ömer...” dedi Devrim kısık bir sesle, “Babam?” Cümlesini tamamlayamadan sustu.

“Uyandığını eve haber verdim abi.” dedi Ömer, “Edmon Bey’in durumu aynı, kimsede ters giden bir şey yok, endişelenme.”

“Dayım da yanlarında,” diye ekledi Demir, “İyiler.”

Herkes kahvaltı için Ömer’in taşıdığı masaya geçtiğinde ben Devrim’in yanında, yatağının ayak ucunda oturur halde kalmıştım. Ne bir şey yiyecek kadar halim vardı ne de aklımı masadaki yiyeceklere çevirecek kadar alabiliyordum Devrim’den.

“Git hadi,” diye fısıldadığını duydum Devrim’in, “Bir şeyler yemek zorundasın.”

“Aç değilim,” dedim, “Gerçekten.”

Devrim Ömer’e döndü.

“Ömer...”

Ömer başını sallayarak ayaklandı ve masadan birkaç parça yiyeceği tabaklardan birine doldurmaya başladı.

“Gerçekten gerek yok, yiyebilecek olsam gelirdim.” desem de Ömer çoktan birkaç parça kahvaltılıkla doldurduğu tabağı elime tutuşturmuştu.

“Eliz...” dedi Deha masadan, “Dün biz abimin başında ağlarken sen pizzaları götürüyordun ama.”

“Deha saçmalama!”

Deha bana gülerek göz kırptığı sırada Devrim’in yüzünde bile ufak bir tebessüm oluştuğunu gördüm.

Elimde tabakla öylece otururken masadaki Oya Abla’ya döndüm, “Peki o ne zaman... O ne zaman yiyebilecek?”

“Ben onu serumla yeterince besliyorum, merak etmeyin siz.” dedi.

Başımı tekrar Devrim’e çevirdiğimde gözlerinin kapandığını gördüm. Hiçbir şey söylemeden sessizce uyuyakalmıştı yine, sessizce ve bir anda. Devrim’in kapalı gözlerini izlerken içimde kelimelerle tarif etmesi zor olan tuhaf bir karışım dolaşıyordu, bir yanım ona baktığım her saniye biraz daha sakinleşiyor, diğer yanım ise “ya tekrar uyanmazsa” ihtimalinin ağırlığı altında eziliyordu.

Masada diğerleri konuşuyor, arada hafifçe gülüşüyorlardı ama o sesler sanki çok uzaktan geliyormuş gibi dağılıyor, bana ulaşana kadar anlamını yitiriyordu.

Oya Abla’nın “36.9… Baya düştü, vücudu hızlı toparlıyor kendini. Gen falan değil bu, inatçı bu çocuk, inadından yaşıyor.” diye mırıldandığını duyduğumda başımı istemsizce kaldırdım. Cümleleri içime su serpmişti fakat kalbimdeki kaygı hala oradaydı. Devrim uyuyor olsa bile ben onu izlemeyi bırakamıyordum, gözlerim yüzünde, yalnızca nefes alış verişlerini dinliyordum.

Ara ara her şeyi sorguladığım anlar oluyordu, bu da o anlardan biriydi. Bu denli güçlü bir adam, her şeyi olan bir adam beni kurtarmak için aylardır neden bu kadar çabalıyordu? Yalnızca inatçı olduğu için mi? Kendisini hayatta tutan bu inattı, içinde yanan intikam ateşiydi biliyordum ama beni hayatta tutma çabası neden bu kadar güçlüydü peki? Neden?

Herkes Devrim’in iyi olduğuna emin olmuş, kahvaltılarını yaparken Deha telefonundan açtığı kainat güzellik yarışmasını izliyor ve yorumlar yapıyordu masadakilere. Ben de kucağımdaki tabaktan ufak ufak da olsa parçalar alıyor, kendimi yemek yemeye zorluyordum.

“Ben her sene izlerim bu yarışmaları...” diye söze girdi Deha, “Kendime hayali sevgili seçiyorum yarışmacılar arasından. Bir de tahmin yapıyorum güzelden iyi anladığım için tabi.”

“Henüz tutturabildiği olmadı.” diye ekledi Demir çayından bir yudum alırken.

“Bak ama bir şey söyleyeceğim...” diye mırıldandı Deha kaşlarını çatarak, “Şu kız Eliz’e benzemiyor mu? Yarışmacılardan biri...”

Herkes merakla telefona bakarken ilk yorum Demir’den geldi.

“Deha’ya katılmak istemezdim ama hakikaten benziyor Eliz, bir bak istersen.”

O an başımı kaldırmak zorunda kaldım, ekrandaki ışıl ışıl görüntülerin arasında kendimi görmem mümkün değildi ama çocukları kırmamak için hafifçe gülümsedim.

“Benim halime bir bakın önce,” dedim istemsiz bir alayla, “Göz altlarım çökmüş, saçlarımın hali ortada, en son ne zaman güzel bir şey giydim onu bile hatırlamıyorum. O yüzden şu an bu kızlara bakmasam daha iyi olur!”

“Kızım saçmalama ya,” dedi Deha, “Bu kızların başına senin yaşadıkların gelse ne halde olurlar acaba? Biz senin potansiyelini görebiliyoruz. İkizler böyle şeyleri iyi görür!”

“Bu bilimsel mi?” dedim gülerek, “İkizlerin böyle şeyleri iyi gördüğü.”

“Tamamen uydurma.” dedi Deha gülerek.

Tam herkes masanın etrafında kendi halinde oyalanıyor, Deha yarışmadaki kızları hala ciddiyetle analiz edip Ömer ve Demir’in yorumlarına laf yetiştiriyor, Oya Abla Devrim’in değerlerini kontrol ediyordu ki o an bir şey oldu.

Metal bir yüzeye çarpan bir şeyin çıkardığı, belirsiz, kuru bir tıkırtı sesi geldi duvarlardan. Bir saniye boyunca herkes nefesini tuttuğu sırada ikinci bir ses daha geldi.

Ses bu kez biraz daha netti. Metal sürtünmesine benzeyen, kapının dışındaki beton zeminde ağır bir şeyin sürüklendiği hissini veren bir tınıydı bu.

Gözlerim endişeyle Ömer’e döndüğünde Ömer’in çatık kaşlarıyla ayaklandığını gördüm.

“Korkmayın,” dedi, “Kapıda adamlar var, ama gidip bakayım.”

Ömer yavaşça elindeki çay bardağını bırakıp kapıya doğru yöneldi. Adımlarını bilinçli olarak sessiz atıyor, gövdesiyle kapının yanındaki ince gözetleme boşluğunu kapatıp dışarıyı kontrol etmeye çalışıyordu ama o anki duruşu bile bir tehdit algıladığını ele veriyordu.

“Ne oluyor?” Devrim’in kısık sesini duyduğum anda bir kez daha uyandığını anladım.

Ömer tam kapıdan çıkıyordu ki Devrim’i duyunca durdu.

“Adamlara bir bakacağım,” dedi Ömer, “Söyleyeyim gürültü yapmasınlar.”

Yine de endişesi gözlerinden okunuyordu. Demir ayaklandı ve Ömer’in peşinden ilerledi.

“Ben de geleyim abi.” dedi.

“Sen kal.” dedi Ömer başıyla bizi göstererek.

Devrim Ömer’in halinden tetiklenmiş olacak ki acısını umursamadan üzerindeki örtüyü attı ve doğrulmaya yeltendi. Elimdeki tabağı hızla masaya koyup onu yatıracaktım ki Deha benden önce koştu.

“Abi ne yapıyorsun ya!” dedi Deha ve Devrim’in gerginliğini almak için konuyu değiştirdi, “Günlük hayatında bu kadar hareketli değildin ki sen ne oldu şimdi ne bu bir kalkıp bir yatıyorsun!”

Ellerim belimde, nefes nefese bir telaşla bakıyordum Devrim’e. Demir de Devrim’i diğer kolundan tutmuş yatmaya ikna etmeye çalışıyorlardı.

“Demir Eliz’i al,” dedi Devrim sert bir sesle, “Arka kapıdan çıkar arabalardan birine bindir uzaklaştır onu buradan.”

“Ne uzaklaşması?” dedim şaşkınlıkla, “Dışarısı sizin adamlarınızla dolu, muhtemelen onların gürültüsü zaten.”

“Oya Abla’yı de Deha’yı da al.” diye devam etti Devrim söylediklerimi umursamadan, “Onları uzaklaştır buradan Demir. Anladın mı?”

“Abi tamam, söz veriyorum bak, söz veriyorum sana bir tehlike varsa halledeceğiz ama sen bir dur şu haline bak bir otur!”

Devrim’i tekrar yatağa bastırmaya çalışan Demir bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken, bir yandan da kendi telaşını gizleyemiyordu. Devrim’in göğsü her nefeste daha hızlı inip kalkıyordu ve bu hızın onun iyileşmeye çalışan bedenine zarar vereceğinden korkuyordum.

“Demir,” dedi Devrim yeniden, daha keskin bir sesle, “Sana emir verdim.”

“Abi, bir dur,” dedi Demir, sesindeki yalvarma tonunu gizleyemeden, “Sen şu an ayağa bile zor kalkıyorsun. Seni bırakıp kimi nereye götüreyim ben? Hem ortada bir şey yok! Vetrov zaten tutuklandı, adamı senin açıklamandan sonra bu sabah şafak operasyonuyla yakaladılar!”

“Dediğimi yap dedim Demir!” dedi Devrim öfkeyle, “Size söz verdirtmedim mi ben? Eğer bir gün bana bir şey olursa yalnızca anne babamızı değil Eliz’i de koruyacağınıza söz verdirtmedim mi size?”

Tam o an kapının diğer tarafında bir şey sürüklendi. Bu kez ses daha netti.

“Bu… Ömer olamaz, değil mi?” diye fısıldadım.

Devrim bu kez dişlerini sıkarak doğrulmaya çalıştı.

“Silahım,” dedi, “Beni buraya taşıdığınızda üzerimde silah olması lazım...”

Oya abla soran gözlerle Demir ve Deha’ya baktığında Demir isteksizce başını salladı. Oya Abla Devrim’in silahını yatağın altındaki medikal bir kutudan çıkarıp titreyen ellerle Demir’e uzatıyordu ki Devrim elini uzatıp silahını sertçe aldı.

“Peşimden gelmeyin.” dedi, “Birkaç dakika içinde geri dönmezsem Eliz’i de alıp uzaklaşın buradan. Anladınız mı?”

Tam o an Devrim’in adım atmasına bile vakit kalmadan kapının hemen yanındaki gözetleme boşluğundan bir gölge belirdi o an. Sanki biri kapının önünden geçiyor, içeriyi dinliyor gibiydi. Yüzümdeki tüm renk çekildi o an. Elim refleksle Devrim’in koluna gittiğinde onun gövdesi de refleksle önüme geçerek beni kapattı.

O sırada kapının metaline biri üç kez, yavaş ve tehditkar şekilde vurdu.

“Ya bizimkilerden biriyse?” diye fısıldadı Oya Abla telaş içinde.

Kapı ağır ağır açılırken Devrim silahını kapıya doğrulttu ve sonra bir ses geldi. Derinden, kalın ve soğuk bir erkek sesi.

“Günaydın.” diyordu sesin sahibi bozuk Türkçesi ile, “Devrim Ali Yöner... Günaydın!”

Karşımızda duran adam tek değildi, yanındaki onlarca siyahlı adam silahlarını bize doğrultmuş, nefretle bakıyorlardı yüzümüze. Önlerinde duran, liderleri olduğunu tahmin ettiğim adam ise daha önce hiç görmediğim genç bir adamdı fakat aramızdan birinin onu tanıdığını o an anlamıştım.

“Sen...” diye fısıldadı Devrim tükürür gibi.

Adam başını salladı.

“Vetrov tutuklandı demişsiniz, tehlike geçti diye sevinmişsiniz duyduğum kadarıyla. Doğru,” dedi adam bozuk Türkçesi ile ve derin bir nefes alarak kalbimi durdurmaya yetecek o kelimeleri sıraladı.

“Baba Vetrov tutuklandı ve sahne oğluna kaldı Devrim Ali Yöner. Ivan Vetrov ben. Tanıştığımıza memnun oldum.”

Sanki depoya giren sadece silahlı adamlar değil, ölümün ta kendisiydi. Ivan Vetrov’un gözleri önce Devrim’de, sonra bende gezindi. Birini öldürmeyi, diğerini süründürmeyi kafasında çoktan bitirmiş biri gibiydi.

O an içimde tarifsiz bir hissizlik yükseldi, zaman yavaşladı, sesler boğuklaştı, nefesim bir anda kesildi. Ivan arkasındaki orduya güvenerek içeri doğru bir adım attı ve etrafımızı saran namluların arasında, buz gibi bir fısıltıyla son darbeyi indirdi,

“Bugün kim hayatta kalacak… birlikte göreceğiz.”

Ve dünya bir anda, geri dönüşü olmayan bir sessizliğe gömüldü.

---

Tekrar merhaba sevgili sevgililerim...
Ben şimdi heyecanla yorumlarınızı okumaya geçiyorum.
Haftaya Cumartesi akşamı saat 20.00'da yeni bölümümüzle görüşmek üzere.^^
Sizi seviyorum!

NOT : Eğer MİSO'yu seviyorsanız arkadaşlarınıza da önermeyi unutmayııın. :')