24.BÖLÜM : KRALİÇEM.

Beyza Alkoç
0

24.Bölüm : Kraliçem.

Bir gün her şeyiyle bana ait olacağını bildiğim topraklarımın birçok yeri benim için henüz keşfedilmiş değil. Ben ayak basmadığım toprakların sahibiyim. Hiç tanımadığım insanların hayatlarına dair kararlar verecek ve bir sözü binlerce yıl anılacak o kişiyim ben.

Üstelik yalnızca topraklarımı değil, kendimi de tanımıyorum. Kendime dair birçok şeyi, içimde saklı olan duyguları ve tepkileri yeni yeni öğreniyorum. Kendi ruhumun kıyısına doğru ilerliyor, karayı yeni yeni görüyorum. Her duygu bir adım, her tepki bir basamak ve her his bir kanat çırpış benim için. Adım atıyorum, basamakları çıkıyor ve kanat çırpıyorum. Kıvranıyorum, sancıyorum, yüzüyorum ve koşuyorum. İçimde bir bahçe varmış meğer, orada çiçekler açabileceğini yeni fark ediyorum. Bir deniz varmış içimde, bir yaşam varmış, yeni keşfediyorum.

Dudaklarım Hazar’ın dudaklarını tanıdığında içimdeki kraliçe yeni topraklar fethetti sanki. Kendimi tanıdım, neler hissedebileceğimi anladım, duygularımı kavradım. Beni bir kehanetle topraklarıma bağlayan kalbimin dışında, gerçek bir kalbim daha vardı ve ben bugün o kalbi her şeyiyle tanıdım. Tüm gücüyle ve güçsüzlükleriyle, tüm tereddütleri ve cesaretiyle, tüm heyecanı ve korkusuyla...

“Şimdi ne olacak?” diye fısıldadım, dudaklarım dudaklarından ayrılmış, alnım alnındaydı.

Ne olacaktı? Ne olabilirdi? Saraya döndüğümüzde Hazar’ı elinden tutup babamın önüne atıp “Ben şövalyeme aşık oldum, o da bana!” mı diyecektim? Bu kadar kolay mıydı? Bu kadar kolay olabilir miydi?

“Şimdi ne olacak bilmiyorum...” dedi Hazar, “Fakat şu an hissettiklerimi ömrüm boyunca hissetmedim... Bunu biliyorum.”  

İç çektim. Nefesim titriyordu. Karşımdaki adam bana öyle tanıdıktı ki çocukluğumu hatırlatıyordu. Ona dair her şeyi merak etmeye başlamış, onunla ilgili her şeyi bilme ihtiyacı hissediyordum.

“Bize biraz zaman lazım.” dedim ona.

Gözlerim kapalıydı, onunkiler gibi. Alnı hala alnımda, nefesi hala nefesimdeydi.

“Bize zamandan fazlası lazım.” dedi.

Alnını alnımdan çekti, bana hüzünlü gözlerle baktı. Bakışları acı doluydu, onu öyle görmek kalbimi kırıyordu. Elimi uzatıp kalbine koydum.

“Bir gün,” dedim, “Söylediğim her şey bu topraklar için kural olacak. Bize yalnızca zaman lazım Hazar, fazlası değil...”

Konuştukça kendimi suçlu hissediyordum. Kendime kurduğum umut verici senaryo, babamın hayatını kaybetmesi ve benim onun yerine tahta geçmemdi. Kalbimin heyecanı bana böylesine korkunç bir senaryoyu bile yazdırmış, yaşandığında bir kabus gibi hissettirecek olan babamın ölümü şimdi bizim için tek çare gibiydi. Yine de her şeye rağmen, onun bu dünyadan olabilecek en geç tarihte ayrılmasını diledim.

“Sana söz veriyorum Hazar,” dedim, “Bizim zamanımız gelecek.”

Kalbindeki elimi avucunun içine aldı, tek tek parmaklarımı öptü.

“Zamanı geldiğinde,” dedi Hazar, “Emrinizde olacağım Majesteleri.”

Sonra elimi yavaş yavaş bıraktı ve bana son kez baktı. Yüzündeki acı tebessümüyle bana başıyla bir selam verdi ve yanımdan geçip gitti. Arkamı dönüp gidişini izledim. Bu, bugün onun gidişini ikinci izleyişimdi. İçine düştüğümüz çukur çiçeklerle bezeliydi, duygularımız yanan birer mumdu ve yalnızca uzaktan izlemesi güzeldi. Yanına yaklaştığında incinebilirdik.

Hazar’ın arkasından ağır ağır yürüdüm. İleride yollarımız ayrıldı. O atların yanına gitmek üzere ayrılırken bana arkasını dönüp hasret dolu son bir bakış attı, onu başımla selamladım. Kalabalığın arasından geçip eve girdim. Gözyaşlarımı tutmaya çalışarak koşar adım odama ilerledim ve kimseye görünmeden odama girip kapımı kapattım. Kapı kapanır kapanmaz arkasına yaslanıp yere eğildim, yerdeki ahşap zemine çöktüm ve sessizce ağlamaya başladım. Ağzımı elimle kapattım ve cenazeme ağlar gibi ağladım.

Bu, onunla yaşadığımız ikinci matem gecesiydi.

Hem konuşmuş, hem susmuştuk. Hem başlamış, hem arafta kalmıştık. Nerede olduğumuzu bile bilmiyordum, karayı görmüş, kıyıya yaklaşmış ve sonra birdenbire kaybolmuştum.

Bir süre kapının önünde ağladıktan sonra kendimi toparladım, bunu yapmak zorundaydım. Onunla konuşmak, duygularını öğrenmek, duygularımı anlatmak zorundaydım ve yapmıştım da. Şimdi olması gereken tek şey zamanımızın gelmesini beklemekti.

Ben yaşadığım duyguların acemisiydim. Aşk denen şeyde en fazla bir çırak olabilirdim, bunun farkındaydım. Bir gün bir halkı yönetecektim ama kalbimi yönetemiyordum. O ise bir savaşçıydı ama kalbiyle savaşamıyordu.

Üzerimdeki kırmızı elbiseyi çıkarıp sıcacık bir duş aldım. Yavaş yavaş kendime geldim, geceliğimi giyip yatağıma girdim. Odamdaki mumların çoğu sönmüş, yanmaya devam eden yalnızca üç mum kalmıştı. Kapımın çalmasıyla başımı o yöne doğru çevirdim. Gelenin kim olduğunu tahmin edebiliyordum.

“Girin.” diye seslendim.

Kapı açıldığında Vera’nın merak dolu bakışları içeriyi aydınlattı. Elinde büyük bir mum taşıyordu ve üzerini hala değiştirmemişti. Gecenin devam ettiğini bahçedeki seslerden anlayabiliyordum. Vera içeri girip odamın kapısını kapattı.

“Odana geleceğim ve bana her şeyi anlatacaksın demiştim, değil mi?” dedi gülerek. Heyecanla geldi ve ayak ucuma oturdu.

“Hoş geldin,” dedim, “Dışarıdakilerin yorulmaya niyeti yok sanırım.” Vera omuz silkti.

“Onlar sabaha kadar eğlenir,” dedi, “Uzun zamandır böyle bir gece düzenlemiyorduk, özlemiş olmalılar.”

Gülerek başımı salladım. Vera halimin burukluğundan çok da iyi şeyler yaşanmadığını tahmin ediyor olmalıydı. Bana üzgün bir surat ifadesiyle baktı ve uzanıp kucağımdaki elimi tuttu.

“Ne oldu?” diye sordu.

Başımı kaldırıp yüzüne baktım.

“Beni öptü.” dedim.

Vera’nın üzgün surat ifadesi bir süreliğine dondu. Bana şok içinde bakıyordu.

“Bu yüzden mi böyle görünüyorsun?” dedi, “Cenazen varmış gibi! Ağlamaktan gözlerin şişmiş, şu haline baksana!”

Hüzünle gülümsedim.

“Hayır,” dedim, “O yüzden değil...”

“Anlatsana Sara, beni çatlatmak mı istiyorsun? Sabır taşı değilim, söylemiş olayım. Meraktan çatlarsam suçlusu sensin.”  

Kendimi tutamayıp güldüm, Vera insanların gerçekten de “meraktan çatlayabileceklerine” inanıyordu ve bu asla şaka değildi.

“Pekala,” dedim, “Beni öptü ve birbirimize karşı hislerimizi itiraf ettik.”

“Aman Allah’ım!” dedi heyecanla, “E, o zaman neden böyle görünüyorsun? Bana bak, kraliyeti bu dengesizlikle yönetemezsin haberin olsun!”

Kendimi tutamayıp bir kez daha güldüm. Vera gelmiş ve üzerimdeki kasvetli bulutları dağıtmıştı resmen. Benimle herkes çocukluğumdan beri bir kraliçe ile konuşuyormuş gibi saygı çerçevesinde konuşsa da Vera hep böyleydi. Bu yüzde ona bu kadar yakın hissediyordum. O gerçekten de benim için bir abla gibiydi.

“Biliyorsun işte.” diye mırıldandım, “Şu an aramızda hiçbir şey olamaz. Zamanı var...”

“Elbette biliyorum kuzucuğum. Lakin bunun için üzülmenize gerek yok ki. O gün bir gün gelecek, sabretmek bu kadar acı verici olmasa gerek.”

Vera’nın yüzüne bakıp minnetle gülümsedim. Buraya geldiğimden beri her derdimi onunla paylaşmış, onunla çözmüştüm. Ona kadar büyük bir teşekkür borçluydum ki o teşekkürü nasıl edebilirdim bilmiyordum. Uzanıp ona sıkı sıkı sarıldım, bir ablanın kardeşini sardığı gibi sardı beni ve o gece sabaha kadar dertleştik. O anlattı, ben anlattım, o sustu, ben sustum...

Ertesi sabah uyandığımda Vera yanımda yoktu. Gece hangi ara uyuyakaldığımı bile hatırlamıyordum. Esneyerek yataktan kalktığım sırada ana salondan gelen konuşma seslerini duydum. Onlar bile uyandıklarına göre ben baya geç uyanmış olmalıydım çünkü ev halkının çoğu sabaha kadar bahçede eğlenmişti. Önce banyoya uğrayıp sonra gardırobumun önünde odamdan çıkmak üzere hazırlandıktan sonra saçlarımı taradım. Küpelerimi de taktım ve odamın kapısına doğru ilerledim.

“Söyleyecek miyiz?” diyordu biri, ses büyük halamın sesiydi, “Hemen şimdi mi?”

Kaşlarımı çatarak odamdan çıktım ve uzun koridoru geçip salona doğru ilerledim. Ayak seslerim duyulmuş olacak ki salondaki konuşmalar birden durdu. Koridoru geçtim ve kendimi salonun girişinde buldum. Halam, kuzenlerim ve şövalyeler salonun bir yerlerine dağılmış, oturuyorlardı. Masaya kurulan kahvaltı sofrasındaki hiçbir şeye henüz dokunulmamıştı.

“Günaydın.” dedim gülümseyerek, gözlerim Hazar’ı aradı. En köşedeki berjerde oturuyor ve beni izliyordu.

“Günaydın güzel kızım,” dedi halam, “Acıktın mı?” diye sordu. Başımı sallayarak masanın en başına geçtim.

“Acıktım da siz nasıl bu kadar erken kalktınız? Sabaha kadar seslerinizi duydum!” dedim gülerek, halamın gözleri o kadar şişmişti ki neredeyse hiç uyumadığı her halinden belliydi. Vera ise tam karşımda oturmuş, aynı derece şiş gözlerle bana bakıyordu.

“Uyandık...” dedi halam, “Uyandırıldık.” diye ekledi.

“Ne demek bu?” diye sordum merakla. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladım. Soran gözlerle Vera’ya baktım ama gözlerini kaçırıp bakışlarını masaya çevirdi.

“Sabah bir posta geldi.” dedi halam, “Biz uyurken postayı şövalyelerden birine iletmişler. Hazar’a.”

Başımı kaldırıp hep bir arada oturan şövalyelere baktım. Hiçbiri bana bakmıyordu.

“Ne olmuş?” diye sordum endişeyle, “Artık söyleyecek misiniz?”

Halam derin bir nefes aldı, ellerini dağınık saçlarına götürdü ve saçlarını kaşıdı. Yorgunluktan ölmek üzere gibi görünüyordu.

“Mektup saraydan.” dedi halam, sonra gözleri biraz olsun güldü, “Sen söylemek ister misin, Şövalye? Ne de olsa hepimize sen söyledin...”

Halamın Hazar’a dönmesiyle Hazar bana tereddütle baktı. İstemeye istemeye ayağa kalkıp bize doğru birkaç adım attı ve cebinden bir zarf çıkardı. Önce başını eğip elindeki zarfa bir süre baktı ve hemen sonrasında zarfı bana uzatıp sessizce konuştu.

“Savaş bitti, Kraliçem.” dedi.

Beni saygıyla selamladı ve bir adım geri çekildi.

Bir anlığına heyecanla gülümsedim, duyduğum zafer cümlesinin mutluluğuyla ne yapacağımı bilemeyerek ayağa kalktım. Elim ağzımdaydı. Aynı cümleyi kafamın içinde defalarca tekrar ettim, “SAVAŞ BİTTİ!” dedim kendi kendime, “SAVAŞ BİTTİ!”

Oysa gözlerim salonun içinde dolaşırken kimsenin savaşı bitmiş topraklarda olmanın mutluluğunu yaşamadığını fark ettim. Savaş bitmişti ama yolunda olmayan bir şeyler vardı ve o an az önce duyduğum cümleyi bir kez daha, bu sefer tam haliyle anımsadım ve kafamın içinde tekrarladım.

“Savaş bitti, Kraliçem.”

Şövalyemin, Hazar’ın dudaklarından dökülen o son kelime, neyin yolunda gitmediğinin yanıtıydı aslında. Ben dün akşam uyurken bu toprakların prensesiydim, kraliçesi değildim. Benim bu toprakların kraliçesi olmamın tek bir yolu vardı ve o yol babamı kaybetmekten geçiyordu. Gerçekleri anladığım ve idrak ettiğim an ayakta öylece kalakaldım. Yüzümdeki zafer sarhoşluğu yerini acıya ve hüzne bıraktığında her şey anlam kazandı.

Savaş bitmişti.

Artık bir babam yoktu.

Ve onun tahtı, tüm acıma rağmen beni bekliyordu...