25.BÖLÜM : KALBİMİN KORUYUCUSU.

Beyza Alkoç
0

25.Bölüm : Kalbimin Koruyucusu.

(FİNAL)

Millerce uzaktayım evimden. Doğduğum, büyüdüğüm, kazandığım ve kaybettiğim yerden. İnsanlar bana baktıklarında şanslı bir kadın görüyor, oysa ben bazen bir kehanetin kurbanı olduğumu hissediyorum. Kaderimin bağlandığı bu kehanet benden önce annemi aldı, şimdi babam gitti ellerimden ve babamın kaybı, benim hükümdarlığımın başlangıcı.

Doğduğum gün, annem öldü ve babamın öldüğü gün, kraliçe oldum ben.

Babamın ölüm haberini aldıktan birkaç saat sonra eve doğru yola çıktık. Bu sefer yalnız değildik, büyük halam bu yolculukta daha fazla korunmaya ihtiyacımız olabileceğine inanarak yanımıza kendi şövalyelerinden birkaçını verdi. Üstelik bize eşlik edenler yalnızca halamın şövalyeleri değil, Vera da bizimle. Beni kraliçe olmak üzere saraya döndüğüm bu günlerde yalnız bırakmak istemedi, babamın acısı ve omuzlarımdaki ağır yükün beni ne kadar zorlayacağının farkındaydı ve şimdi hep beraber yoldayız. Eve doğru...

Yollar sanki her zamankinden daha sıcak, daha çamursuz ve daha engebesizdi. Eve dönüş yolu her zaman en kolay olandı. Ben Hazar’ın önünde oturmuş, sırtımı yine onun göğsüne yaslamış, yüzümü siyah başlığımla kapatmış, sessizce ağlıyorum.

Yine siyahlara bürünmüş, bu sefer gerçekten de yas tutuyordum.

Yol günler boyunca sürdü. Kimse ile konuşacak, kimse ile göz göze bile gelecek halim yoktu. Aklım yalnızca babamın kaybı ile dolu, kalbim onun kaybının acısından sancılıydı. En kötüsü de babamın ölüm haberini almadan bir gece önce Hazar ile birlikte olabilmemizin tek yolunun tahta geçmem olduğunu düşünmüş olmamdı. Kendime kızıyordum, düşündükçe kendime küsüyordum.

Büyük halamın şövalyeleri, benim şövalyelerim, ben ve Vera... Toplam on kişiydik. Her gece bambaşka yerlerde uyumuş, dönüş yolculuğu boyunca kimsenin evine konuk olmamıştık. Ağaçlar bizi beslemiş, nehirler bizi yıkamıştı. Sanki bir suskunluk orucundaydım, kelimeler bana yasaktı.

Kabuslarım devam ediyordu ve artık yalnızca annemi görmüyordum, babam da her gece beni ziyaret ediyordu... Bana ısrarla “Gözlerini aç!” diyorlardı, “Eve dön!” diyorlardı ve dün gece gördüğüm rüyamda babam bana ısrarla “Evin yolu orası değil!” diyordu. Her gece rüyalarımda ormanda kayboluyor, yolumu bulamıyordum. Her gece anne ve babamın feryatlarını dinliyor, söylediklerine birer anlam vermeye çalışıyordum ama ruhumun içine girdiği girdap öyle gürültülüydü ki kendimi duyamıyordum.

Çok uzun günler geçti. Ben susalı çok oldu. Herkesin benim için ne kadar endişeli olduğunu bakışlarından anlayabiliyordum ama onların da beni anlaması gerekiyordu. Bu benim ömrümün ikinci büyük darbesiydi. Annemin yasını ömrüm boyunca tutmuştum ve artık matemim iki kişilikti.

Yola çıkalı uzun zaman olmuştu, sarayın her an ufukta görünebileceğini biliyorduk. Ben Hazar’ın atının üzerinde, onun göğsüne yaslı bir halde uyuyordum Vera ise halamın şövalyelerinden biriyle birlikte ilerliyordu. At üzerinde olduğumuz sürece Vera da ben de yüzlerimizi başlıklarımızla kapatıyor, gözlerimizin rüzgardan etkilenmemesini sağlıyorduk. Bugün yine o günlerden biriydi. Hava yalnızca rüzgarlı değil, yağmurluydu. Atlar son sürat ilerledikleri birkaç saatin sonunda biraz olsun yavaşlamaya başladıklarında içimden bir ses artık eve geldiğimizi söylüyordu.

“Hazar...” diye mırıldandım başlığımın altından.

“Efendim, Majesteleri?” dedi.

“Lütfen bana geldik de...” diye mırıldandım.

Bir süre cevap vermedi, atlar salına salına yürümeye devam etti.

“Az kaldı.” dedi ciddi bir sesle.

Babamın kaybı onu bile etkilemiş, değiştirmişti. Artık daha ciddi, daha ruhsuz görünüyordu. Her birimiz bir anda bambaşka insanlara dönüşmüş, aklımızı kurcalayan konular bir sabahta değişivermişti. Rüzgar ve yağmur aynı anda şiddetini arttırırken gök gürültülerinin arasında bir kapı açılma sesi duyar gibi oldum. Atlar iyice yavaşladı, elimi uzatıp kafamdaki başlığı biraz çektim ve uykulu gözlerle etrafıma bakındım.

“Burası neresi?” diye sordum endişeyle.

Başımı çevirip soran gözlerle Hazar’a baktığımda halamın şövalyelerinin ve Vera’nın arkamızda olmadığını gördüm.

“Vera nerede?” diye sordum, “Şövalyeler nerede?” Endişeyle döndüm ve etrafıma baktım.

Hazar ise bana hiçbir cevap vermedi, aksine atıyla yavaş yavaş ilerlemeye devam ediyordu. Önümüzde büyük, ihtişamlı bir saray kapısı vardı ve kalbimi endişeyle dolduran gerçek ise şuydu.

Burası benim sarayım değildi.

“Hazar?” Sesim artık bambaşka çıkıyordu, “Atlas?”

Çaresizce bir sağa dönüyor, bir sola dönüyordum.

“Vera!” diye seslendim arkamıza doğru.

Hazar’ın tam önünde oturmuş, artık iyice yavaşlayan atın üzerinde korkuyla çırpınıyordum. Atlar hızlanan yağmurun altında ihtişamlı saray kapısından içeri girdiler ve bizi büyük bir saray bahçesi karşıladı. Bahçede bekleyen yüzlerce insan ve onlarca hizmetkar heyecanla bizi izliyorlardı. Bunun bir rüya olup olmadığını sorguluyor, uyanmaya çalışıyordum.

“Ne oluyor?” dedim bir kez daha, “Hazar?”

Ve sonunda... Atlar durdu. Sarayın kapısı arkamızdan grültüyle kapandı. İnsanlar bize heyecanla bakmayı sürdürürken Hazar bana cevap vermek yerine attan aşağı atlar atlamaz uzanıp beni kucakladı ve yere indirdi. Beni yere indirdikten hemen sonra ellerini silkeleyip kalabalığa döndü ve onlara elini kaldırıp bir selam verdi.

“Ne oluyor burada!” diye sordum, artık çıldırmak üzereydim, “Bu insanlar kim?”

Kalabalık Hazar’ın selamını görünce sevinçle bağırdı. Ellerimi kaldırıp yüzüme götürdüm. Deliriyor olmalıydım. Acaba yediğim bir şey dokunmuştu da hayal mi görüyordum? Nefes nefese kalmış bir halde döndüm ve Hazar’ı kollarından sertçe tutup kendime çevirdim.

“Hazar!” dedim öfkeyle, “Bana nerede olduğumuzu ve neden burada olduğumuzu hemen açıkla! Yoksa kötü olacak!”

Kollarından tutup kendime çevirdiğim Hazar önümde koca bedeniyle durmuş bana bakıyordu. Yüzünde sakin, sütliman bir ifade vardı. Bakışları durgundu, sanki ona göre çok olağan, çok planlı bir olayın ortasındaydık.

“Saraya gelmek istedin.” dedi sıradan bir sesle, “Ben de seni saraya getirdim.”

Sonra döndü ve önümüzde kalan büyük, ihtişamlı, kiremit rengi saraya baktı. Gözleri önümüzdeki sarayın pencerelerinde tek tek dolaştı. Ben endişeyle neler olup bittiğini anlamaya çalışırken o önündeki manzaraya bakıp gülümsedi ve konuşmaya devam etti.

“Burası da benim sarayım, Kraliçem.” dedi, “Benim misafirliğim bitti. Artık evimdeyim...”

Orada, tam o an ondan duyduğum son cümle buydu. Ben dehşet içinde kalakalmış her şeye anlam vermeye çalışırken birilerinin beni kollarımdan tuttuğunu fark ettim. Kendimi korkuyla geri çekmeme rağmen beni tutan kollar olabildiğince güçlü ve kararlıydı. Karşımızdaki kalabalığın ve “şövalyelerim” dediğim insanların gözleri önünde kollarımdan tutuldum ve çırpınmama rağmen sarayın içine doğru götürüldüm.

“Bırakın beni!” dedim öfkeyle, “Bunun bedelini ödediğinizde çok pişman olacaksınız!”

“Sakin olun Kraliçem,” dedi görevlilerden biri, “Size burada çok iyi bakılacak.”

Vücudum şaşkınlıktan tir tir titrerken bir bilinmezliğin içine doğru götürülüyordum. Etrafı incelemeye, olan bitene dair bir ipucu bulmaya çalışsam da yağmur ve rüzgar her şeye adeta bulanıklaştırıyordu. Yaşadıklarıma inanmak istemiyordum. Ne olmuştu, ne oluyordu? Nasıl olmuştu tüm bunlar?

Kafamda dönüp duran en acı soru bunlardan çok başkaydı... Her şeyden öte, Hazar kimdi?

Aylarca şövalyem bildiğim, kalbimi teslim ettiğim adam... Kimdi o?

Görevliler beni canımı yakmamaya çalışarak sarayın alt katlarından birine, mahzenine indirdiler. Havasız ve ışıksız merdivenlerden inip onların el kol yönlendirmeleriyle hareket ettiğimde kendimi büyük bir odanın parmaklıkları ardında buldum. Üzerime kapanan parmaklıklara tutunup bağırmaya başladım.

“Kimsiniz siz? Bana bir açıklama yapmak zorundasınız! Bunu yapmaya hakkınız yok!”

Ellerimle parmaklıklara vurmaya devam ettiğim sırada arkamdan gelen sesle olduğum yerde kaldım.

“Sara.” dedi yorgun sesin sahibi.

“Vera!”

Arkamı döndüğüm an karanlık odanın köşesine sığınmış oturan Vera’yı gördüm. Korkmuş ve bir köşeye sinmişti. Oysa onunla beraber yol almıştık, onu buraya benden önce nasıl getirmişlerdi? Koşar adım ilerleyip ona sarıldım. Ağlıyordu, ben ise karmakarışık hissediyordum.

“Nasıl oldu bu?” diye sordum dehşet içinde, “Sen arkamdaydın! Diğer şövalyelerle birlikteydin!”

“Sanırım sen uyuyordun...” dedi Vera, “Yüzün başlığınla kapalıydı. Benim ve annemin şövalyelerinin ağızlarını kapattılar, bizi senden önce içeri aldılar, buraya sürükleyerek getirdiler. Onları nereye kapattılar bilmiyorum ama beni buraya koyup senin de geleceğini söylediler."

Ağlamaktan zar zor konuşuyordu. Delirmek üzereydim, kendimde olduğumdan bile emin değildim. Titreyen bacaklarımı serbest bıraktım ve kendimi yere, onun yanına attım. Duvara yaslanıp oturdum ve etrafıma bakındım.

“Anlamıyorum.” dedim.

“Her şey açık.” dedi Vera gözyaşları içinde.

“Ben hiçbir şey anlamıyorum!” dedim üzüntü dolu bir öfke içinde.

“Onlar en başından beri senin şövalyelerin değilmiş...” dedi Vera, “Çok üzgünüm Sara. Seni korumak için değil, ele geçirmek için yanındalarmış...”

Titrek bir nefes aldım. Elim kalbimdeydi. Yaşananlara inanamıyordum. Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapattığımda kabuslarımı hatırladım. Annemi, babamı, beni uyarmaya çalışmalarını, rüyalarıma giren kuzgun sembolünü... Nefes alamıyordum.

“Bu nasıl olur?” dedim elim kalbimde, “Onu benimle babam gönderdi! Babam onun için ‘en iyi savaşçım’ dedi. Nasıl olur?” dedim gözyaşları içinde.

Bunlar üzüntünün değil, öfkenin gözyaşlarıydı.

“Tamam, sakin ol.” dedi Vera. Uzandı ve elleriyle gözyaşlarımı sildi.

“Bu nasıl bir oyun?” dedim öfkeyle, “Nasıl kandık? Hepimiz... Nasıl inandık?”

“Sakin ol,” dedi bir kez daha, “Öğreneceğiz ve buradan kurtulmanın bir yolunu bulacağız Sara. İnan bana...”

Vera ile orada, parmaklıkların arasında ne kadar bekledik bilmiyorum. Belki bir, belki iki saat... Yanımıza gelip giden kimse olmadı. Orada, o katta tamamen yalnızdık. Karanlık ve havasızlık artık tamamen dayanılmaz bir noktaya geldiğinde mahzenin kapısı açıldı ve içeriye güçlü bir mum ışığı girdi. Merakla ayaklanıp Vera’nın kalkmasına da yardım etmek için ona elimi uzattım. Birlikte parmaklıklara doğru ilerledik ve önce o göründü... Hazar.

Sonra diğerleri, Atlas, Deha, Poyraz ve hiç tanımadığım birkaç kişi daha... Onlara öfkeyle bakıyordum, bakışlarım o kadar histerikti ve Hazar haricinde hiç kimse benimle göz göze gelmiyor, bana bakmaya bile çekiniyorlardı.

“Nasıl oldunuz?” diye sordu Hazar.

“Sen bizimle dalga mı geçiyorsun?” dedim öfkeyle, “Sen kimsin? Burası neresi ve bizden ne istiyorsunuz?”

Hazar arkasına dönüp diğerlerine baktıktan sonra bir kez daha bana döndü. Gözleri bambaşka birinin gözleri gibi bakıyordu. Bu benim tanıdığım, bildiğim Hazar değildi.

“Burası Kral Noyan’ın sarayı.” dedi bir çırpıda. Öfkeyle güldüm.

“En başından beri onun adamı mıydın yoksa babam ölünce mi onun tarafına geçtin?” diye sordum alaycı bir sesle. Hazar’ın yüz ifadesi hala oldukça sakin, hala oldukça ciddiydi.

“Yalnızca senin baban ölmedi,” dedi, “Kral Noyan da öldü.”

İşte bu, bilmediğim bir detaydı.

“Bu benim sorduğum soruların cevabı değil.” dedim, artık sinirden dişlerimi sıkıyordum, “Siz kimsiniz, burada ne işimiz var, bizden ne istiyorsunuz?”

Hazar bana doğru bir adım attı ve yüzünü mum ışığında daha net görmemi sağladı. Gözleri gözlerime bakarken acıdan başka bir şey hissedemiyordum.

“Ben Noyan’ın oğluyum.” dedi birdenbire.

Aklımdaki tüm sesler sustu, bildiğim ne varsa unuttum o an.

“Yıllar önce bu toprakları terk ettim. Kardeşim ve dostlarım da peşimden geldi. Atlas ile yalnızca genlerimiz ortak değildi, ortak bir noktamız daha vardı... Babamıza duyduğumuz nefret.”

Hazar konuşmaya devam ediyor ama artık gözlerime değil, tam arkamdaki duvara bakıyordu.

“Yıllar boyunca birer sürgün gibi krallığınızda yaşadık, kimse bizim gerçeğimizi bilmedi. Sahipsiz birer çocuktuk, evlat edinildik, bir kadını anne, bir adamı baba bildik. Orada yetiştirildik, orada yedik içtik, ahırdan bozma evlerde yaşadık ve sizin için savaştık. Savaşın haberini ilk aldığımızda oturup konuştuk. Noyan’ın ölme ihtimalinde kendi topraklarımıza, sarayımıza dönecektik. Onun bizden başka çocuğu yoktu. Tahtın tek varisi bizlerdik. Fakat önümüze bambaşka bir yol, bambaşka bir hikaye çıktı. Prensesin şövalyeleri, kalbin muhafızları olduk...”

O anlattıkça her şey bir bir gözümün önünden geçti. Babamın odasındaki ilk karşılaşmamız, en başında bu işi almaktan dolayı duyduğu mutsuzluk, şifacının söyledikleri, kabuslarım... Hepsini bir bir hatırladım.

“Kalp ve kalbin sahibi yüz yıllar boyunca beklendi.” dedi arkadan bir ses, hiç tanımadığım yaşlı ve bilge görünümlü bir adam, “Kalbin sahibi hangi toprakların kraliçesi olursa o topraklar bolluk ve bereketle kutsanacaktı, bunu herkes biliyordu. Bu sebeple gözler hep sizin üzerinizdeydi, Kraliçem. Ne şanslıyız ki artık buradasınız, artık bizim topraklarımızda, bizim yanımızdasınız.”

Sinir bozukluğuyla güldüm, ne tepki vereceğimi bile bilmiyordum. Beni onların kraliçesi olmaya mı zorlayacaklardı?

“Beni sizin kraliçeniz olmaya mı zorlayacaksınız? Ne yapacaksınız? Beni tahta oturttuğunuz zaman bu toprakların kraliçesi mi olmuş olacağım?” dedim dalga geçercesine.

“Öyle olmayacak elbett-“ Arkadaki bilge adam konuşurken Hazar elini kaldırdı ve onu susturdu. Bana bir adım daha yaklaştı ve artık parmaklıkların tam önündeydi.

“Noyan’ın en büyük oğlu benim,” dedi, “O öldü ve artık bu toprakların kralı... Benim.”

Sanki söylediğine kendisi bile inanamıyor gibiydi. Ben ise artık hiçbir şeye inanamıyordum.

“Yani?” diye sordum ifadesiz bir sesle.

“Ve sen de bu toprakların kraliçesi olacaksın...” dedi ve ekledi, “Benimle evlendiğinde.”

Tam önümdeydi, gözlerimin içine bakıyordu ama artık onu göremiyordum. Ona aşık olduğumu fark edeli ve onun da bana aşık olduğuna inanalı çok olmamıştı. Onlar da mı birer roldü? Beni kıskandığını söylemesi, bana olan duygularını anlatması ona ne kazandıracaktı? Duygularımla böyle acımasızca oynaması onun eline ne geçirmişti? Ona bağlanmamı mı istemişti? Ona bağlanıp onu burada bırakıp gidemeyeceğimi mi düşünmüştü?

“Öyleyse sana yeni bir bilgi.” dedim nefret dolu bir sesle, “Seninle evlenmeyeceğim. Beni öldürsen bile.”

“Peki ya başkalarını öldürürsem?” diyerek bana biraz daha yaklaştı.

Başını parmaklıkların arasına doğru eğdi ve alnını alnıma yasladı. Kendimi hemen geri çekip ona nefret dolu bir bakış attım.

“Kuzenin...” dedi bakışlarıyla Vera’yı işaret ederek, “Abilerin... Ailen... Başlarında ne bir hükümdar var, ne de savaşacak güçleri kaldı...”

Çenemin titrediğini hissettim. Kalbim ve aklım onlarla, ailemleydi. Nasıllardı? Ne haldelerdi? Nasıl toparlanacaklardı? Hazar’ın gözlerine bakıyor ve onun bu olmadığına inanmaya çalışıyordum. Bunlar yaşanmıyor olmalıydı, bunlar gerçek olmamalıydı.

“Sen bu değildin...” dedim hayal kırıklığıyla, “Beni bu olmadığına nasıl inandırdın?”

Derin bir nefes aldı ve kendini geri çekti.

“Seni hiçbir şeye inandırmaya çalışmadım,” dedi.

“Bana söylediğin yalanlar...” dedim sorar gibi.

“Sana neredeyse hiç yalan söylemedim.” dedi.

Siniz bozukluğuyla güldüm, benimle alay ediyor olmalıydı. Beni delirtmeye mi çalışıyordu? Benim aylardır tanıdığım Hazar’ın karşımdaki insanla alakası bile yoktu ve buna rağmen beni hiçbir şeye inandırmadığını, bana neredeyse hiç yalan söylemediğini söylüyordu. Hayatım boyunca hiç bu kadar hayal kırıklığına uğratılmamış, ruhen hiç bu kadar aptal yerine konulmamıştım.

“Sana biraz zaman vereyim...” dedi iyilik yapar gibi, “Birazdan cevabını almaya geldiğimde eğer bana olumlu bir cevap verirsen sizi çok güzel odalara alacağız. Hak ettiğiniz gibi...”

Arkasını döndü ve merdivenlere yöneldi. Eğer canıyla tehdit edilen ben olsaydım, umurumda bile olmazdı. Fakat beni karşı karşıya bıraktıkları şey sevdiğim insanların, ailemin hayatıydı. Bir yanım çölde, bir yanım bataklıktaydı. Arkalarından kapattıkları kapı bizi yine o zifiri karanlığın içine hapsederken kendi içimdeki karanlığın derinliği aklımın hayalimin alamayacağı kadardı. Köşeye geçtim, sessizce oturdum. Vera’nın hıçkırık seslerini dinlerken başımı önüme eğdim ve elimi boynumdaki kolyeye götürdüm.

“Yardım et...” dedim içimden, “Bana bir yol göster, bir yön göster.”

“Anne, baba...” diye devam ettim içimden konuşmaya, “Ben çok kayboldum. Güçsüz davrandım, kaybettim... Affedin beni.”

İçime içime ağladım, sustum, sessiz isyanlarımın yankılarını kendi içimde duydum.

“Söz konusu yalnızca ben olsam,” dedi Vera, “Kendi canım umurumda bile değil, inan. Ama diğerleri, abilerin, ailemiz...”

Devam edemedi. Öyle çaresizdik ki vereceğim hiçbir karar bizim zaferimizle sonuçlanmayacaktı.

“Onlara sorsam ölmeyi seçerlerdi.” dedim, “Ama ben onların zarar görmesini göze alamam...”

“Bunu nasıl göremedik?” diye hayıflandı Vera, “Böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmezdi. Aylarca bizimle kaldılar, seninle onca yol geldiler...”

“Benim aptallığım.” dedim.

“Hayır,” dedi Vera, “Sakın kendini suçlama. Bu adam günler önce evimizin bahçesinde öptü seni! Seni sana aşık olduğuna inandırdı, kendine bağladı...”

“Yine de anlamalıydım.”

“Baban bile anlayamadı güzelim, baban bile...”

“Bir noktada anlamalıydım,” dedim öfkeyle, “Gözlerimi biraz daha açmalıydım. Annem geceler boyunca rüyalarıma girdi, bana gözlerimi açmamı söyledi. Babam beni uyarmaya çalıştı ama ben tam bir aptal gibi aşktan kör olmuşum...”  

“Hayır,” dedi Vera bir kez daha, “İnan bana, dışarıdan bakıldığında her şey senin anladığın ve anlattığın gibi görünüyordu. Hiçbir gariplik yoktu. Kendini bunun için yorma, üzme. Şimdi yapman gereken tek şey bir karar vermek Sara. İyice düşün... Fakat bil ki, verdiğin karar ne olursa olsun biz her zaman bir çıkış yolu bulabiliriz. Ne seni ne beni, burada öylece bırakmayacaklar. Arkamızda kocaman bir aile var. Bizi almaya gelecekler.”

Onu gözyaşları içinde dinledim.

“Düşmanlarımızın sarayındayız...” dedim, “Babamı öldüren insanların evindeyiz ve benden onlara dahil olmamı istiyorlar... “

“Belki de bu bir fırsattır.” dedi Vera.

“Ne için?”

“İntikam için Sara. İntikam için...”

Bir süreliğine konuşmayı kestik. Sessizlik içinde düşünmeye çalıştım. Aklıma geçmişten bir anı, Hazar’la aylar önce yaptığım bir konuşma geldi.

“Biliyor musun,” demiştim ona aylar önce Kral Noyan’dan bahsettiğimiz bir gün, “Belki bir oğlu olsaydı düşünebilirdim...”

“Öldürmeyi mi?”

“Saçmalama şövalye. Aklına başka bir şey gelmez mi senin?”

“Neyi düşünebilirdiniz?”

“Evlenmeyi.”

“Tek sorun yaşlı olması mı?”

“Mesele evlenmek değil,” demiştim, “Eğer genç bir oğlu olsaydı benimle gerçekten evlenmek istediğine inanabilirdim. Oysa bunu kendisi isteyince tek amacının kolye olduğunu ele veriyor...”

“Bir oğlu olsaydı ve sizinle gerçekten evlenmek istediğine inansaydınız evlenecektiniz yani?” diye sormuştu bana ve o an ona verdiğim yanıt tam şu an kendi içimde aradığım yanıttı sanki. Kendimden çok emin bir sesle şöyle demiştim,

“Bu kadar insanın benim için savaşıp ölmesinden iyidir.”

Bu konuşmayı yaptığımız akşam o, ondan bahsettiğimi biliyordu. Ben ise hiç tanımadığımı sandığım birinden bahsettiğime inanıyordum. Oysa o gün o an kralın oğlu, tam karşımdaydı. Gözlerimin en derinine bakıyor ve beni dinliyordu.

Yapmam gerekeni biliyordum. Bilmekten de öte, başka bir çarem yoktu. Ailem benim her şeyimdi, evim, geçmişim, anılarım ve atalarımın hatıraları... Benim için bu dünyadaki en önemli şeyler bunlardı. Onlara benim yüzümden zarar gelme ihtimalini aklımdan bile geçiremezdim, onların yaşaması için onlara ihanet etmem gerekse bile bunu yapacaktım. Vera’nın söylediği gibi, bir çıkış yolu her zaman bulunabilirdi.

Buradaydık, düşmanın evinde.

Ailemizin bizi burada bırakmayacağına, bizi buradan alacaklarına da adım gibi emindim.

Saatler sonra artık tek isteğim Hazar’ın ayaklarıma gelmesi ve ona cevabımı iletebilmekti. Tutsak olmaya bir dakika daha dayanamayacaktım. Nihayet kapının açılması ile mum ışığının içeri girmesi bir oldu. Gözlerimiz karanlığa o kadar alışmıştı ki mumun ışığı beni adeta birkaç saniyeliğine kör etti. Hazar yine adamlarıyla birlikte geldiğinde üzerini değiştirmiş, tam bir kral gibi giyinmişti. Üzerindeki siyah, işlemeli, gösterişli ceket onu olduğundan iki kat daha geniş gösteriyordu.

“Çabuk adapte olmuşsun.” diye mırıldandım dalga geçer gibi.

“Her zaman,” dedi “Her yere çabuk adapte olurum. Bilirsin.”

Başımı salladım.

“Bunu en iyi ben bilirim.” diye yanıtladım.

Vera oturduğu köşeden ayağa kalkıp ağır ağır yanıma geldi. Bana güç vermek istercesine koluma dokundu.

“Düşündün mü?” diye sordu Hazar.

Derin bir nefes aldım.

“Teklifini kabul edeceğim.” dedim, “Ama benim de şartlarım var.”

“Söyle bakalım.”

“Kimse zarar görmeyecek,” dedim, “Ailem, akrabalarım, halkım... Kimse.”

“Sen bu toprakların Kraliçesi olduğunda savaş tamamen bitecek.” dedi Hazar, “Kimse zarar görmeyecek.”

“Seninle olan evliliğim yalnızca resmi bir evlilik olacak,” diye devam ettim kurallarımı sıralamaya, “Aynı yatağı, aynı odayı paylaşmak yok.”

Bakışlarımı kaldırıp gözlerine baktım. Başı dik, bakışları sabitti.

“Nasıl istersen.” dedi.

“Vera hep yakınımda olacak, benim olan tüm haklardan o da faydalanacak. Ona istemediği hiçbir şeyi yaptırmayacaksınız.”

Vera bir kez daha uzanıp kolumu sıktığında hala ağlıyordu ama gözyaşları kendisi için değildi. Bunu yaşamak zorunda olduğum için ne kadar üzüldüğünü biliyordum.  

“Seni bu sarayın içinde ne kadar az görebilirsem o kadar az görmek istiyorum.” dedim Hazar’ın gözlerine bakarak, başımı çevirip Atlas, Poyraz ve Deha’ya baktım, “Ve sizleri de...” diye ekledim.

“Hiç sorun değil.” dedi Hazar küstahça bir sesle.

“Bana hizmetli olarak vereceğiniz kişileri ben seçmek istiyorum.” diye devam ettim, “İlk görüşte güven hissetmediğim biriyle yakın olmak istemiyorum.”

Titrek bir nefesle gözlerimi kapattım.

“Bu kadar mı?” diye sordu Hazar. Başımı salladım.

“Bu kadar.”

“Öyleyse bunların karşılığında benimle evlenmeyi, karım olmayı kabul ediyor musun?”

“Seninle evlenmeyi kabul ediyorum,” dedim, “Karın olmayı değil. İkisi farklı şeyler.”

Bana hala dimdik bakıyordu. Yüzünde hiçbir suçluluk hissiyatı, hiçbir pişmanlık belirtisi yok gibiydi. İçimdeki masum hikaye sönüp gitmişti, artık bambaşka bir şeyin içindeydim.

“Öyleyse başlayalım, sevgili Kraliçem...” dedi aynı küstah ses tonuyla, “Hemen bugün, burada bitecek bu iş.”

“Bugün mü?” diye sordum şaşkınlıkla. Başını salladı.

“Şimdi.” dedi.

Başını çevirip arkasında duran yaşlı, bilge adama baktı. Adam elindeki kutsal kitaplarla bize doğru birkaç adım attı ve tam ortamızda durdu. Ben parmaklıkların arkasında, onlar önündeydi ve bizi evlendirecek adam tam ortamızda duruyordu. Ben ne olup bittiğini, neyin içinde olduğumu bile henüz anlamışken kulaklarım klasik evlilik sözleriyle buluştu...

“Sizler doğanın verdiği iki güzel evlatsınız...” diye söze girdi adam.

Her kültürün ayrı evlilik metinleri vardı, her dinin, her mezhebin, her milletin... Adam kendi kültürlerinden gelme evlilik metnini okuduktan sonra her kutsal kitaptan bir alıntı yaptı. Resmiyet gereği evliliğin kutsallığını ve yüceliğini anlattıktan sonra bize iki yüzük uzattı. Birini bana, diğerini Hazar’a doğru tuttu.

“Sen,” dedi, “Kral Noyan ve Kraliçe Lara’nın oğlu Hazar... Karşındaki hanımefendi ile evlenmeyi kabul ediyor musun?”

Son bir kez bana baktı. Birkaç saniye yüzümü, gözlerimi inceledi. İşte o an, bir anlığına bir suçluluk kırıntısı görür gibi oldum gözlerinde fakat hemen geçti.

“Evet.” dedi acımasızca, “Kabul ediyorum.”

Adam yüzüğü Hazar’ın parmağına taktı ve bana döndü. Bacaklarımın titrediğini hissediyordum.

“Sen,” dedi, “Kral Noyan ve Kraliçe Lara’nın oğlu Hazar ile evlenmeyi kabul ediyor musun?”

Hüzünle güldüm. Bu topraklarda benim babamın ve annemin birer ismi yoktu. Burada yalnızca onlar ve onların ataları vardı. Burada olduğum sürece kendi anne ve babamın isimlerini duymayacak, onların anıldığını bile göremeyecektim. İçine düştüğüm çukurun idrakına o an tam olarak vardım ama çaresizdim. Ailemi korumak için yapabileceğim başka bir şey yoktu. Zamanı geldiğinde bunun intikamını alacak, anne ve babamın isimlerini yüzlerine haykıracaktım.

“Evet,” dedim, “Kabul ediyorum.”

Başımı eğip parmağıma doğru uzanan kırmızı yakut taşlı yüzüğe baktım, yüzüğün parmağıma girişini izledim. Bu yüzük tutsaklığın yüzüğüydü ama bir gün parmağımdan çıkacak, ayağımın altında ezilecekti.

“Öyleyse ben de sizleri karı koca, bu toprakların ise Kral ve Kraliçesi ilan ediyorum. Beraberliğiniz mucizelerle dolu olsun.”

Şu an bulunduğum nokta, hayatım boyunca hiç hayal etmediğim bir noktaydı. Bir gün evlenmeyi hayal etmiştim, bir gün aşık olmayı da hayal etmiştim oysa bunların hiçbirinin bu şekilde olacağını, böyle sonuçlanacağını hayal edememiştim.

Bir gün evimden çıkmış ve bir daha geri dönememiştim. Yanımda kalbimi koruyacağına inandığım şövalyelerim vardı, onlara “Kalp Muhafızları.” demiştim. Kalbimin ve benim onlar tarafından gerçekten korunacağına inanmış, bana onlardan bir zarar geleceğini tahmin edememiştim. Bir kalbim vardı, korunması gereken. Oysa onu en çok koruması gerekenler, ona en çok zarar verenler olmuştu. Kalbimi dört bir yanından yaralayan, kendi muhafızlarıydı.

Onlar aylar boyunca dostlarım, sırdaşlarım olmuşlardı. Hazar’ı bulduğum, tanıdığım yer, kendimi bulduğum yerdi ve onu kaybettiğim yer... İşte orada kaybettim kendimi. Onun görevi kalbimi korumaktı. Oysa o kalp ellerinde paramparça oldu.

Hazar... Kalbimin koruyucusu, vazgeçilmezi ve en büyük düşmanı... Beni koruduğu hiçbir kötü, kalbimi onun kadar kırmadı.

O beni kırık bir kalple tanımadı, onun tanıdığı Sara’nın böylesine büyük bir hayal kırıklığı, böylesine güçlü bir öfkesi yoktu. O her ne kadar artık benim tanıdığım Hazar değilse, ben de artık onun tanıdığı Sara değildim.

İçimdeki Sara intikam istiyordu.

Ve alacaktı.

(DEVAMI İKİNCİ KİTAPTA...)

Güzel yorumlarınız için çoook ama çok teşekkür ederim aşklarım. Sizi seviyorum! Kalp Muhafızı 2 ile görüşmek üzere... <3