24.Bölüm : Efe’nin Notaları

Beyza Alkoç

*Herkes tektir...*

Efe’nin müziğe veda edeceği konserine saatler vardı ve bu Efe’nin umrunda bile değildi. İnsanın en büyük tutkusuna vedası nasıl bu kadar kolay olurdu? Israr ederek beni ve Ece’yi tasarımcısını tanıdığı bir moda mağazasına getirmişti. O bu akşam giyeceği takım elbisesini teslim alırken yine ısrarları yüzünden kendime ve Ece’ye elbise bakmaya zorlanmıştım.

“Gel bakalım ufaklık, biz seninle çocuk kıyafetlerine bakmaya gidelim. Olur mu?” Mağazanın görevlilerinden biri Ece’yi hemen karşımızdaki çocuk reyonuna götürürken Ece oldukça mutlu görünüyordu.

“Abla ben buradayım. Sakın korkma, tamam mı?” dedi bana görevliyle birlikte çocuk reyonuna ilerlerken.

“Tamam ufaklık, korkmam.” dedim gülümseyerek. O sırada Efe benim için mağazadaki elbiselere göz atıyordu.

“Yeşil mi kırmızı mı?” diye sordu Efe elinde iki elbise ile bana doğru yaklaşırken.

“Bu çocuğa moda anlayışını ben kazandırdım!” dedi mağazanın tasarımcısı ilgiyle bizi izlerken, Nurseli Yıldız, ellili yaşlarda çok tatlı bir kadındı. Efe’nin elindeki iki elbise de çok güzeldi ama sanırım o elbiselerin içinde bile güzel görünemezdim.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım, ”Akşam için giyecek elbiselerim var.”

“Yani yeşil diyorsun.” dedi Efe sol elindeki yeşil elbiseyi biraz daha öne çıkararak, “Tam tahmin ettiğim gibi.”

“Yani herhangi bir elbiseye ihtiyacım yok diyorum.” Efe gülümsedi ve elbiseyi Nurseli Hanım’a uzattı.

“Bir denemelisin,” dedi Nurseli Hanım, “Elimizdeki tek yeşil elbise. Sana çok yakışacağına eminim. Ben bunu kabine götüreyim...” Elbiseyi alıp kabine doğru ilerlerken ben anlam vermeye çalışarak Efe’ye döndüm.

“Bunlara gerek yok.” dedim, “Üstelik ben renkli giyinmeyi sevmem.” dedim sırf bir an önce Efe’nin kıyafetini teslim alıp gidebilmek için.

“Renkleri sevdiğini sanıyordum.”

“Bunun bir önemi yok Efe. Bu gece senin gecen, önemli olan sadece sensin. Lütfen kıyafetini teslim alalım ve gidelim.” Efe yüzüme uzun uzun baktı.

“Lütfen dene.” dedi, “Sadece dene.”

Derin bir nefes aldım. O elbiseyi denememi neden bu kadar istiyordu bilmiyordum ama onu kıracak halim yoktu.

Sanki hiç kırmamışsın gibi, değil mi Mine?

Tam da aramızı düzelttiğimizi sanıyordum İç Ses.

“Tamam,” diye mırıldandım, “Senin için deneyeceğim ama sadece deneyeceğim. Üstelik ben o elbisenin içine sığamam bile...”

“Her zamanki gibisin Mine, önyargılarında boğuluyorsun. Çık artık şu sulardan.”

Efe arkamdan söylenirken kabinlere doğru ilerledim.

“Buyurun, elbiseniz burada. Eminim ki çok yakışacak...”

“Teşekkür ederim.” diye mırıldanarak yeşil elbisenin olduğu kabine girdim ve kapıyı kapatıp aynaya baktım.

Aynaya bakmak, ne garip... Aynaya değil, kendimize bakıyoruz aslında ama hiçbirimiz “Kendime baktım.” demiyoruz, “Aynaya baktım.” diyoruz. Sanki bize bizi gösteren her şey bizden daha önemliymiş gibi.

Uzanıp yeşil elbiseye dokundum. Aslında çok basit bir elbise gibi görünüyordu. Saten kumaşı o kadar göz kamaştırıcıydı ki sanki bir madene dokunuyor gibiydim. Ellerimin arasından kayıp gidiyordu. Yeşil, askılı, dümdüz saten bir elbise. Sadelik hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüme. Kıyafetlerimi çıkarıp elbiseyi giydiğim sırada elbisenin vücuduma şaşırtıcı derecede oturması beni şoka sokmuştu. Her kısmıyla, her ölçüsüyle sanki tamamen vücuduma göre tasarlanmış gibiydi. Çok şaşırtıcı bir şey daha vardı... Güzel görünüyordum, beklemediğim kadar güzel.

Kabinin kapısını aralayıp dışarıya tereddütle göz attım. Efe kapının önünde beni bekliyordu. Başını elindeki telefonundan kaldırıp beni gördüğü an gözlerinin hareketinden beni baştan aşağı süzdüğünü görebiliyordum. Şaşkındı. Yüzünde şaşkın bir gülümseme vardı.

“Muhteşem!” dedi Nurseli Hanım hayranlıkla, “Vücudunuza tam oturmuş resmen! İyi ölçmüşsün...” dedi Efe’nin koluna dokunarak. Şaşkınlıkla Efe’ye baktım.

“Bu da ne demek?” diye sordum.

“Ah, bilmiyordu, değil mi? Nasıl unuttum! Özür dilerim. Artık söylemeyecek miydik?” Nurseli Hanım şaşkınlıkla konuşurken Efe gülümsüyordu.

“Öğrenecekti...” dedi sakin bir sesle.

“Neyi öğrenecektim Efe?”

“Bu elbise senin için dün gece tasarlandı ve sabaha kadar dikildi.” dedi Efe.

“Nasıl yani? Bu elbise benim için mi dikildi?” diye sorduğumda o kadar şaşkındım ki birinin benim için böyle bir şey yapmış olmasına inanamıyordum.

“Senin için dikildi Mine. Hep senin üzerinde hayal ettiğim bu elbise tamamen senin ölçülerinle dikildi...”

“Peki ölçülerim... Onları nereden biliyorsun?”

“Dolabındaki elbiselerinden birinin ölçülerini aldım ve Nurseli Hanım’a gönderdim. İyi bir iş çıkaracağını biliyordum ama bu hayallerimin de ötesinde.”

“Kızımız güzel,” dedi Nurseli Hanım, “Ne yapsak güzel taşıyacaktı...”

Gözlerim karşımda duran aynadaydı ama kendime değil Efe’nin yansımasına bakıyordum.  Gerçek olamayacak kadar güzeldi, bir şarkı kadar güzeldi. Aynaya baktığımda dışarıdan nasıl göründüğünü değil, içini görebiliyordum ve Efe Duran’ın içi kendi ellerinden çıkmış bir melodi kadar güzeldi.

“Teşekkür ederim.” diyebildim sadece, “Bu aldığım en güzel hediye. Ben bile kendi ölçülerimi bilmiyordum...”

“Kendin hakkında bilmediğin neler var, bir bilsen...” dedi Efe iç çekerek.

Beni hayranlıkla izliyordu. Birbirimize aynadaki yansımalarımız aracılığıyla bakıyorduk. Ben aynaya bakıyor, onu izliyordum ve o aynaya bakıyor, beni izliyordu.

“Çocuklar benim atölyeye uğramam lazım. Bir sorunuz olursa alt kattayım.” Nurseli Hanım elindeki iğnedanlık ile aceleyle merdivenlere yönelirken telaşla ona döndüm.

“Her şey için çok teşekkür ederim. Elbise harika olmuş.”

“Harika olan sensin hayatım. Yine beklerim!” Nurseli Hanım merdivenlere doğru ilerleyip gülerek konuşurken Efe’den hiç beklemediğim bir cümle geldi.

“Bir dahaki sefere beyaz bir elbise dikelim diyorum Nurseli Abla, ne dersin?” Bu bir ima mıydı? Nurseli Hanım ufak bir kahkaha attı.

“Onu güzel kızımıza sor bakalım, beyaz giymek istiyor mu acaba?”

Gülerek merdivenlerden indiği sırada Efe’ye döndüm.

“Beyaz derken?” diye sordum, “Beyaz elbise mi?” Efe gülümsedi.

“Çok safsın Mine. Gerçekten...”

“Ne ima ettiğini anladım Efe. Sadece anlam veremiyorum.”

“Neye? Beyazın sana ne kadar yakışacağına mı?” Gülümseyerek omuz silktim.

“Ben artık elbisemi çıkarayım.” diyerek giyinme kabinine yöneldim.

“Çıkar bakalım, elbiseni.”

“Sen de Ece’ye bakar mısın? Beş dakikaya yanınızda olurum.” diye mırıldandım kabinin kapısını kapatıp üzerimdeki elbiseyi aynada bir kez daha incelediğim sırada. Gözlerim dolu doluydu. Ellerim elbisenin kumaşına dokunurken hayatımda ilk defa sadece kendime ait, benim için yapılmış bir şeyim olduğuna inanamıyordum.

Çocukluğum boyunca bunu hayal etmiştim. Benim için örülmüş bir patik, bir atkı, bir şapka... Sadece ben düşünülerek yapılmış hiçbir şeyim olmamıştı. Şimdi üzerimdeki bu yeşil elbise dünyada sadece benim için yapılmış, sadece benim ölçülerim düşünülerek tasarlanmıştı ve bu benim hayatımda aldığım en güzel hediyeydi.

Üzerimi değiştirip kabinden çıktığım sırada Ece elinde bir paketle bana doğru yürüyordu. Efe ise elini Ece’nin omzuna atmış ve güneş gözlüklerini takmıştı.

“Abla, Efe Abim bana bir elbise aldı. İzin veriyor musun? Senin kızacağını söyledim ama beni dinlemedi.” Gülümseyerek Ece’ye baktım.

“Teşekkür ettin mi?” diye sordum.

“Teşekkür ederim Efe Abi.”

“Önemli değil ufaklık, bu elbise tam senlik.”

“Ama bu bir prenses elbisesi!”

“Sen de bir prensessin zaten...”

Efe, Ece ve ben birlikte Efe’nin arabasına doğru ilerledik. Kendimi hem inanılmaz mahcup hem de mutlu hissediyordum. Ece arka koltukta benim telefonumdan çizgi film izlerken Efe arabasını otoparktan çıkarmış ve evin yolunu tutmuştu. Nurseli Hanım’ın mağazası No 26’ya çok yakındı. Efe’nin orayı tercih etme sebeplerinden biri de yakınlık olmalıydı. Sadece beş dakika sonra evin önünde durduğumuzda gözlerim saate kaydı. Saat 16.05’ti.

“Peki ya kırmızı elbiseyi seçseydim? O zaman ne olacaktı?” diye sorduğumda Efe’nin gülümsediğini gördüm.

“Yeşili seçeceğini biliyordum.”

“Peki ya kırmızıyı seçseydim?”

“Sorun olmayacaktı. O da senin ölçülerinle yapılmıştı. Zaten şu an bagajda. İstersen yeşil yerine onu giyebilirsin.” Gayet sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi bunları anlattığında yüzüne şok içinde bakıyordum.

“Bagajda mı?” diye sordum.

“Evet, bagajda.”

“Anladım...” diye mırıldandım ve şaşkınlıkla önüme döndüm. Bir yerine iki elbise diktirmek Efe Duran için pek bir şey ifade etmese gerekti.  

“Konsere beş saat var.” dedim, “Ne zaman çıkmalıyız?”

“Dört saat sonra çıksak yetişiriz herhalde.” dedi arabasını park ederken.

“Saçmalama Efe. Konser senin konserin. Dinleyiciler bile daha erken gidiyor... Konser bittikten sonra gidelim istersen.” Efe gülümsedi.

“Neden olmasın? Güzel fikir. Konser alanları sessizken de çok güzel...”

“E hiç gitmeyelim istersen?” diye sordum hüzünle. Efe’nin bir konser gecesine dair bu heyecansız hali beni üzüyordu.

“Tamam,” dedi, “Bu şakaydı. İki saat sonra çıkacağız. 18.00’da yola çıkmamız yeterli olacaktır, endişelenme.”

“Endişelenmesi gereken sensin.” dedim, “Tekrar söylüyorum, konser senin konserin. Bunu sana anlatmak için ne yapabilirim bilmiyorum, bu akşam senin konserin var Efe. On binlerce kişi seni dinlemeye ve izlemeye gelecek. Neden bu kadar heyecansızsın?”

“Hiçbirinin gerçekten umrunda değilim.” dedi kısaca.

“Yanılıyorsun.” diye mırıldandım, “Seni ve müziğini gerçekten seven ve anlayan bir sürü insan var. Onlara haksızlık etme.”

“Beni ve müziğimi anlayan tek insan sensin. Onların umrunda olan tek isim Efe Duran. Sen ise Efe’yi umursuyorsun.” Arabayı park etti ve başka hiçbir şey söylemeden oturduğu yerden inip benim ve Ece’nin kapılarını açtı.

“Tekrar teşekkür ederim.” dedim sessizce, “Her şey için.”

“Asıl ben teşekkür ederim,” dedi, “Her şey için.”

Yüzünde bir heyecan kırıntısı görmeye çalışıyordum. O kırıntıyı yakalayıp onu bu gece müziği bırakma fikrinden vazgeçirebilirdim ama Efe umutsuz bir vaka gibi görünüyordu. Her şeyden öte, böyle daha mutlu gibiydi. Umutsuzca arabadan inip Efe’ye döndüm.

“Gidip hazırlanayım.” dedim.

“Ben de. Hazırlanır ve yanınıza gelirim.” diye mırıldandı. Birlikte asansöre bindik ve kendi katlarımızda ayrıldık. Ece ile eve girdiğimizde karnımda inanılmaz büyük bir stres baskısı hissediyordum.

“Hadi bakalım ufaklık, banyoya gidip ellerini ve yüzünü yıka. Sonra da hazırlanalım.” Ece’yi banyoya yolladığım sırada odama geçerken kapının çaldığını duydum. Merakla kapıya doğru ilerledim ve kapının deliğinden baktım. Bu Efe’ydi. Bu kadar çabuk hazırlanmış olamazdı, değil mi?

“Merhaba, bir sorun mu var?” diyerek açtım kapıyı.

“Evet, sana vermem gereken bir şeyi vermeyi unuttum...” dedi ve elini montunun cebine götürüp bir kutu çıkardı ve bana uzattı.

“Ne bu?” diye sordum.

“Açıp bakmayı deneyebilirsin.” dediğinde gülümsüyordu. Uzanıp bana uzattığı küçük kutuyu aldım ve açtım. İçinde çok şık ve sadece bir çift yeşil küpe vardı.

“Yeşil küpeler mi?” diye sordum şaşkınlıkla.

“Notu oku.” dedi sessizce. Başımı eğip kutunun içindeki notu okudum.

“Yeşil Küpeli Kız’a, hiçbir acı ve hiçbir anı barındırmayan yepyeni bir çift yeşil küpe. Bu küpeler sana beni hatırlatsın. Geçmişi değil. – Efe (Öylesine Biri)”

“Efe... Sen... Neden? Yani bunları neden yapıyorsun?” dedim şaşkınlıkla. Ellerimin titrediğine emindim.

“Diğer yeşil küpeler annendendi.” dedi sessizce,  “Sana acı veriyorlardı.”

Titrek bir nefes aldım ve gözlerimden birkaç damla yaş akarken ona baktım.

“Bunlar senden...” diye mırıldandım, “Bana asla acı veremezler.”

Kendimi kollarının arasına itiliyor gibi hissettim. Efe’nin kolları arasında küçücük kalmıştım. Kafamı göğsüne yaslayıp sessizce ağladım.

“Herkes herkese acı verebilir Mine. Ama unutma, bazıları rengarenk acılardır...”

Başımı kaldırıp ona baktım. O kadar güven verici, o kadar sığınak gibiydi ki içeri hiçbir tehlikenin giremeyeceği güvenli bir yerdi Efe. O benim güvenli yerimdi.

O kadar benim gibiydi ve o kadar farklıydı ki beni her seferinde şoka sokuyordu. Efe ve benim bu evrende bir araya gelmemiz yan yana gelmiş alakasız iki notanın birlikte çıkardığı muhteşem bir ses gibiydi.

“Bu gece duyacak mıyım?” diye sordum.

“Neyi?”

“Benim için yazdığın şarkıyı... Rengarenk Acılar’ı.” Efe gülümsedi.

“Duymak istiyor musun?” diye sordu.

“Çok. Peki duyacak mıyım?”

“Kim bilir.” diye mırıldandı, “Gidip hazırlanayım. Hazır olduğunda haber verirsin. Küpelerini takmayı unutma.” Göz kırparak merdivenlere yöneldi.

Gidişini hayranlıkla izledim. Gelişi daha hayranlık verici olacaktı, bundan emindim. İhtişamlı olmak için hiçbir şeye ihtiyacı yoktu, Efe baştan aşağı ihtişamın vücut bulmuş haliydi. Yürüyüşü, bakışı, gülüşü, her şeyi ihtişamlıydı. Her hareketi parıl parıldı.

“Ece, hala banyoda mısın?” diye seslendim içeri doğru.

“Hayır abla, buradayım.” Ece’nin yatak odasından gelen sesine paket açma sesleri eşlik ediyordu. Kendi elbisesinin ya da benim elbisemin paketini açıyor olmalıydı. Yanılmıştım, ikisinin paketini aynı anda açıyordu.

“Sabredemedin mi?” diye sordum ona bakıp gülerek, bir eliyle bir paketi, diğer eliyle diğer paketi açıyordu. Tam bir kız çocuğuydu, elbiselere düşkünlüğü bana benim çocukluğumu uzaktan yakından hatırlatmıyordu.

“Bekle, sana yardım edeyim.” diye mırıldandım ve paketlerden birini önüme çektim. Elbiselerimiz paketlerden çıktığında Ece hayranlıkla benim elbiseme bakıyordu.

“Vay canına, üzerinde hiç pul olmamasına rağmen ne kadar güzel!” dedi şaşkınlıkla. Ufak bir kahkaha attım.

“Vay canına,” dedim, “Üzeri pullarla kaplı olmasına rağmen ne kadar güzel bir elbise...” Ece’nin pembe, pullu ve çok hafif kabarık diz altı elbisesi beklediğimden daha güzeldi.

“Abla, ben küçük odada giyinebilir miyim? Beni gördüğünde şok olmanı istiyorum.”

“Tamam ufaklık, giyin bakalım.”

“Peki öyle olunca şok olacak mısın?” diye sordu merakla.

“Evet,” diye yanıtladım onu, “Şok olacağım, merak etme.”  Arkasından kıkırdadığım sırada Ece elbisesini alıp heyecanla küçük odaya doğru koştu.

Ben de üzerimdeki kıyafetlerimden kurtulup bir kez daha  bu güzel elbiseyi üzerime geçirdim. Kulak deliklerim Efe’nin hediyesi olan yeşil küpelerle buluştuğunda kendime bakmak kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Üzerimdeki her şey bana Efe’yi hatırlatıyordu, en çok da gözlerimdeki ışıltı... Ece yan odada şarkılar söyleyerek hazırlanırken saçlarıma fön çekmek ve toplamak için yatak odasından çıktım. Banyoya geçiyordum ki evin ne kadar soğuduğunu fark edip balkonun camlarını kapatmak için salona geçtim. Balkonun camlarını kapattıktan sonra tekrar salondan banyoya doğru ilerliyorken Efe’nin koltukta kalmış kapüşonlu hırkasını görüp duraksadım. Hırkayı elime alıp burnuma götürdüm ve kokusunu içime çektim. Onu özlemem normal miydi?

Sanırım artık neyin normal neyin anormal olduğunu düşünme sınırımızı çoktan geçtik, Mine.

Yani anormal miyiz, İç Ses?

Aşığız Mine... Ya da bu duygunun adına ne demek istersen de.

Tam Efe’nin hırkasını koltuğa geri bırakıyordum ki cebinden düşen küçük bir not kağıdıyla birlikte şaşkınlıkla yere doğru eğildim. Katlanmış kağıdı elime aldım ve açtım. İçinde bir şeyler yazdığını görünce yazanları okumadan kağıdı tekrar katladım. Bu Efe’nin özel bir eşyasıydı ve ben buna bakmamalıydım.

Ama bakacaksın, değil mi Mine?

Maalesef bakacağım İç Ses.

Kağıtta ne yazıyor olabilirdi ki? Benden ne saklıyor olabilirdi? Üstelik o kadar gizli olsaydı cebinde unutmazdı herhalde. Bunu yapmalı mıydım? Yapmamalı mıydım? Siz olsaydınız bu kağıdı açıp içinde yazanlara göz atar mıydınız?

Sanırım atardınız...

Kağıdı tereddütle açtım ve içinde yazanları okumaya başladım.

“Biliyorum herkes tektir,
Hayat gibi bazen o rengareng-i ayaz.
Önce yağmur, sonra güneş
Sonra bize de gökkuşakları.”

Devamını okumayıp kağıdı katladım ve notu Efe’nin hırkasının cebine koydum. Bunun ne olduğunu çok iyi biliyordum. Bunlar Rengarenk Acılar’ın sözleriydi.

Devamını okumaya hakkım yoktu, o sözleri Efe’nin ağzından duymalıydım. Bana bu sözleri o söylemeliydi. Benim için yazdığı her bir cümleyi, benim için bir araya getirdiği notaları, benim için bestelediği şarkıyı ondan duymalıydım. Aksi ona haksızlık olurdu.

Bu geceye dair hiçbir fikrim yoktu. Ne olacaktı, ne yaşanacaktı, ne yaşanmalıydı bilmiyordum. Sadece Efe’nin benim için yazdığı o şarkıyı dinlemek istiyordum. Gözlerinin içine bakmak ve dünyada var olmanın nasıl bir his olduğunu anlamak istiyordum. Sadece bir şarkı dinlediğini sanan on binlerce insanın aslında benim hikayemin notalara dökülmüş halini dinlemelerini izlemek istiyordum. Yaşadıklarım acı doluydu, bu ise en mutlu gecem olacaktı.

“Biliyorum herkes tektir...” diye mırıldandım kendi kendime, “Hayat gibi.”

Demek böyle başlıyordu şarkı. Hikayemin başlangıcı tek olmamdı, hep tektim, hep yalnızdım, hep bir başımaydım. Hayat gibi.

“Önce yağmur,
sonra güneş,
sonra bize de gökkuşakları.”

Bu satırlar kafamın içinde dönüp duruyordu. Bu cümleleri Efe’ye ne zaman kurduğumu hatırlamıyordum bile. Belki ona kurmak yerine balkonda kendi kendime mırıldandığımı duymuştu, kim bilir. Benim sözlerim, benim cümlelerim Efe’nin yorumuyla buluşmuştu. Onlar Mine’nin cümleleri olmaktan çıkıp Efe ve Mine’nin cümleleri olmuştu. Sonra üzerine bir de Efe’nin notaları eklenecekti ve şarkı her kaç dakika olursa olsun bunlar hayatımın en güzel dakikaları olacaktı.

Acılarım bir şarkı olacaktı, insanların kulaklarına kulaklıklarını takıp okula giderken, işe giderken, evde oturup içinden çıkamadıkları her şeyi düşünürken dinledikleri bir şarkı. Yağmurlu günlerde, üzgün anlarda, insanların yalnız hissettiklerinde açıp dinleyecekleri bir şarkı. Belki de o şarkıyla uzatacaktım elimi onlara. Benim acılarım belki de bir başkasının çıkış yolu olacaktı. Tek istediğim herkese her acının karanlık olmadığını göstermekti. Bazı acılar rengarenkti.

Gökkuşağı bizim hayatlarımızın özetiydi. Herkesin hayatında bazen yağmur yağar, bazen güneş açardı ama yağmur yağmadan güneş açarsa gökkuşağı çıkmazdı. Kötü günler yaşamadan iyi günler yaşarsak bir anlamı olmazdı.

Hiç her şey iyi giderken her şeyin bir hayal olduğunu sorguladığın oldu mu?

İyi giden her şeyi hayal sanmak ve kötü giden her şeyin çok gerçekçi gelmesi ne kadar acı verici, değil mi?

Ben bitiktim, sıfırdım, hiçtim. Dipteydim. Aynen şarkıda dediği gibi, “Tektim.” Herkes gibi, hayat gibi. Ayağa kalkmak için kendi elimi tutmak zorunda kalacak kadar yalnızdım, kimsesizdim. Kendi elimi tutup ayağa kalktım ve şimdi yalnız olmaktan çok ötedeyim. Artık o yapayalnız kız çocuğu değilim. Hikayesini on binlerce ve hatta belki de yüz binlerce insanın öğreneceği Mine’yim ben. Rengarenk Acılar’ın Mine’si.

Bir gün sana elimi uzattım, tuttun ve ayağa kalktın ama bil ki tuttuğun elim aslında senin kendi elin. Sen her ayağa kalktığında kimseye değil kendine tutunuyorsun aslında.

Biz rengarenk acılarımızın üzerine basıp yükseldik ve orada bir hayat kurduk. Bu benim şarkım değil, senin şarkın, onun şarkısı, bu notalar bizim. Bu hikaye hepimizin. Bu senin, benim, rengarenk acıların hikayesi...

Artık hikayeni duymaya hazır mısın?