23.BÖLÜM : KALBİMİN SAHİBİ.

Beyza Alkoç
0

23.Bölüm : Kalbimin Sahibi.

Gecenin güzel gürültüsü kulaklarımızı doldurmaya devam ediyordu. Kalabalık dans etmeye, gülüşmeye, sohbetlerine devam ederken ben Hazar’ın arkasında bir başıma kalmıştım. Hazar’ın kalabalığın arasından geçip giden görüntüsü ve bana söylediği son şey aklımın içinden çıkmıyordu. Vera’yı yanı başımda bulduğumda sonunda Sergey denen adamdan kurtulduğunu fark ettim.

“Ne oldu?” diye sordu telaşla, “Nereye gitti?”

“Sergey’den kurtulmuşsun.” dedim sorularına cevap vermek yerine.

“Adam delinin teki,” diye yanıtladı Vera, “Kafayı sana takmış. Sürekli senin hakkında sorular sorup durdu, gözünü de sizden ayırmadı zaten! Resmen kaçtım.”

Gözlerim hala Hazar’ın kalabalıktan çıktığı noktadaydı. Vera’ya dönüp minnettarca başımı salladım.

“Yaptığın şey için teşekkür ederim...” dedim, “Bizi bir araya getirdiğin için...”

“Ah, rica ederim güzelliğim benim! Lakin ne oldu? Şövalye nereye gitti?” Başımla ileriyi gösterdim.

“Sanırım göle gitti...” diye mırıldandım.

“Neden ama?”

“Kendi kendine bir şeylere öfkelenmiş...”

“Neye öfkelenmiş? Bir şey söylemedi mi?” Sergey’i işaret ettim.

“Onu kıskanmış.” dedim, “Öyle söyledi. Sonra da çekip gitti.” Vera tüm yüzüne yayılan bir gülüşle bana baktı.

“Seni Sergey’den mi kıskanmış?” diye sordu heyecanla, “Ama bu harika! Peşinden gitsene!”

“Peşinden mi gideyim?”

“Evet, tabi ki! Bak Sara... Seninle yine bir abla olarak konuşacağım, küçük kız kardeşimmişsin gibi. O bir şövalye sen ise geleceğin kraliçesisin. Sana olan duyguları ne olursa olsun, ne boyutta olursa olsun bunu kolay kolay ifade edemez. Aranızda büyük bir sınıf farkı var. O senin peşinden bile gelemez ama sen gidebilirsin.”

Huzursuz bir nefes aldım, kalabalığın beni boğmaya başladığını hissediyordum.

“Gidip ne diyeceğim ki? Ona beni neden kıskandığını mı soracağım?”

“Hayır güzelim,” Vera önüme geçti ve bana söylediklerini tam olarak geçirebilmek için gözlerimin içine baktı, “Sen yalnızca git. Yanında ol, ona neden gittiğini sor. Aklındaki soruları yanıtlayacaktır, emin ol.”

Derin bir nefes alıp Hazar’ın arka bahçeye doğru döndüğü noktada bulunan büyük zeytin ağacına bir kez daha baktım. Sanırım Vera haklıydı, peşinden gitmeliydim.

“Gidiyorum.” dedim buruk bir sesle.

“Tabi ki gidiyorsun!” dedi, “Akşam odana geldiğimde bana her şeyi anlatacaksın!”

Vera arkamdan seslenirken kalabalığın arasından bir hayalet gibi süzülüp geçtim. Herkes kendi eğlencesine bakıyor, kahkahalarla sohbet ediyordu. Büyük zeytin ağacına ulaştığımda arka bahçeye doğru döndüm. Gölün suyu esen hafif rüzgarın desteğiyle ufak ufak hareket ediyor, sesi ise kulaklarımı buluyordu. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordum ama adım attıkça göle bakan yatak odamdan dışarıya vuran mum ışıkları yavaş yavaş bir şeyleri görünür kılmaya başladı.

Ve en sonunda onu gördüm... Hazar’ı.

Göl kenarında oturmuş, topladığı küçük taşları ağır ağır göle atıyor, sektirmeye çalışıyordu. Ayak seslerimi duyunca birden başını kaldırdı ve bana doğru döndü. Yüzüne vuran mum ışığı yansıması gözlerindeki karmakarışık duyguları ele veriyordu.

“Merhaba.” dedim sessizce, “Oturabilir miyim?”

“Sizin topraklarınız,” dedi, “Oturup oturmamak size kalmış.”

Söylediği cümle beni bir anlığına buraya geldiğime pişman etti. Artık bu sınıfsal farklılık konuşmalarından yorulmuş ve sıkılmıştım. Öfkeden gözlerimin dolduğunu hissettim.

“Kes artık şunu.” dedim titreyen sesimle, “Benim topraklarım, benim evlerim, benim atlarım, benim şövalyelerim, benim yemeklerim... Her şey benim kararım, her şey benim emrim, her şey bana ait. Yeter Hazar.”

Tepkim onu şoka sokmuştu. Elinde göle atmaya hazır halde bulundurduğu taşıyla bana bakıyordu.

“Söylediğim şeyin sizi kızdıracağını düşünemedim,” dedi, “Özür dilerim.”

Tam olarak duygusuz bir domuz gibi konuşuyordu. Her şey ona sistematik olarak ezberletilmiş gibiydi, saygıda kusur etmeyecekti, bana her zaman bir hizmetkarımmış gibi davranacaktı. Öyleyse bana beni kıskandığını söylemeye de hakkı yoktu. Yoksa kıskandığı Vera mıydı? Ben her şeyi anlamak istediğim gibi mi anlıyordum?

“Buraya seninle konuşmaya gelmiştim ama sanırım sen beni hiçbir zaman anlayamayacaksın ve aramızdaki duvarlar hiçbir zaman yıkılmayacak. Peki öyleyse, madem ben bir prensesim ve sen yalnızca bir şövalyesin... Öyle kalalım gitsin.”

Öfkeyle arkamı döndüm.

“Bekle!” Gözyaşları içinde ön bahçeye doğru birkaç adım atmıştım ki peşimden koşar adım gelip beni kolumdan tuttu ve kendine çevirdi.

Ben öfkeden, o peşimden koşar adım gelmekten nefes nefeseydik. O kadar yakındık ki neredeyse burnu burnuma değecekti. Kolumu çekip elinden kurtardım ve ona öfkeyle bakmaya devam ettim.

“Benden ne istiyorsun?” diye sordu.

“Senden ne mi istiyorum?”

“Evet,” dedi, “Ne istiyorsun?”

Öfkeyle güldüm.

“Sen içtin mi? Yine mi sarhoşsun?”

Hazar başını tahammülsüzce kaldırdı ve titrek bir nefes aldı.

“Buraya gelme sebebin benden bir şeyler duymak değil mi?” diye sordu, “Ne duymak istiyorsun?”

Sessiz kaldım. Belki de hiç peşinden gelmemeliydim.

“Baban bana seni korumamı emretti. Sana saygı duymamı, mesafemi korumamı, senin bir hizmetkarın olmamı emretti. Oysa sen beni çok zorluyorsunuz...”

“Ben seni neye zorluyorum?” dedim hayretler içinde, “Sana beni kıskan diyen ben miyim?”

“Elbette hayır,” dedi öfkeyle, “Fakat sana olan duygularım yalnızca beni ilgilendirir.” dedi birdenbire, “Bunları seninle paylaşmak zorunda değilim ve onları kontrol altında tutabilmek için elimden gelen her şeyi yapıyorum.”

Söyledikleri karşısında bir kez daha kalakaldım. Bana olan duygularından bahsediyordu ve son derece çaresiz, son derece öfkeliydi.

“Bana olan duyguların mı?” diye sordum.

Yanıt vermedi. İkimiz de sustuk. O yeri izliyordu, ben onu. Kendimi hayatım boyunca hiç bu kadar güçsüz hissetmemiştim ve şimdi hissettiğim güçsüzlüğün sebebi sahip olduğum gücümdü.

“Sen bir savaşçısın.” dedim, “Duygularından mı korkuyorsun?”

Mum ışığında koyu elaya kaçan gözlerini gözlerime çevirdi, gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki hayran olmamak mümkün değildi, tam o an gözleri bana Hazar Denizi tasvirlerini anımsattı. Gözlerini gözlerime dikti ve dudaklarını aralayıp konuşmaya başladı.

“Ben yalnızca düşmanlarımdan korkmam. Beni savaşçı yapan da budur zaten.”

“Pekala.” diye mırıldandım, “Nasıl istersen, Şövalye. Bundan sonra seninle konuşmak için çabalamayacağım.”

Bu cümleyi kurduktan hemen sonra arkamı dönüp gitmeliydim, öyle de yapmak istedim ama bana öyle bir bakıyordu ki gözleri gitmemem için yalvarıyor gibiydi.

“Senden uzak kalmak için çok çabaladım Sara,” dedi birdenbire.

İsmimi onun dudaklarından bir kez daha duyacağımı düşünmezdim. Çaresiz öfkesiyle etrafa bakındıktan sonra konuşmaya devam etti,

“Madem bunları duymak istiyorsun, duy o zaman... Buraya geldiğimiz ilk günler çok zordu. Aklım hep sendeydi ama zaman geçtikte ne kadar acı çeksem de acımı da duygularımı da perdenin arkasına ittim. Seni masanın başında o adamla konuşurken gördüğümde bile içimde hissettiğim sancı bana bir kez daha yakınında olmamam gerektiğini hatırlattı.”

Sustu ve bakışlarını kaçırıp gözlerini boşluğa çevirdi.

“Sırtımdaki işkence izlerini gördün, biliyorum. Seni onunla dans ederken izlemek ise bu zamana kadar bana yapılan en büyük işkenceydi.”

Karşısında durmuş, bana duygularını bir bir açıklamasını izliyordum. Ellerim buz gibi olmuş, yüzüm alev alev yanıyordu.

“Ben savaşmayı bilirim, Majesteleri. Dövüşmeyi, öldürmeyi. Ben hassas duyguların adamı değilim ve seni o adamla gördüğümde içimde hissettiğim o iğrenç his... Kıskançlık... O hissi öldürebilmeyi çok isterdim ve işte bu yüzden duygularımı kabullenemiyorum. Çünkü onlar benim düşmanlarım değil, onları yok edemiyorum. Onlar hep burada...” dedi.

Hiç beklemediğim bir anda elimi tuttu, kalbine götürdü.

“Burada.” dedi bir kez daha ve elimi kalbine bastırdı.

“Ve ben savaşamadığım, yok edemediğim şeyleri sevmem.”

Gözleri hayatımda gördüğüm en güzel gözlerdi. Teni, elleri, bakışları, kokusu dünyada var olan her şeyden daha güzeldi. Elim kalbinin üzerine konduğunda onun kalp atışımı onun göğüs kafesinde buldum sanki.

“Oysa sen bana biz söz verdirtmiştin...” dedi.

“Neymiş o?”

“Bana ‘Kalbimi korumak zorundasın.’ demiştin ve ‘Kendinden bile.’ diye eklemiştin. Hatırladın mı?”

Hüzünle başımı salladım.

“İşte bu yüzden senden uzak kalmam en doğrusu. Çünkü ben seni her zaman koruyacağım Sara, kendimden bile.”

Sustu. Müzik de onunla beraber sustu. Bahçedeki kalabalığın sesi müziğin yokluğunda boş bir gürültüye döndü. Müzik geri döndüğünde ise başımı kaldırıp ona baktım.

“Benden uzak durman kalbimi yalnızca incitecek...” dedim sessizce.

Başını kaldırıp dolu gözleriyle bana baktı ve dudaklarımdan çıkacak umut dolu tek bir cümle için beklemeye başladı. İkimiz de çok çaresizdik, kaçak bir cümle kuruyor, yerdeki toprağı izliyor, birbirimize kaçamak bakışlar atıyorduk. Bir nefes aldım ve kendimi toparlamaya çalıştım. Duygularımı saklamaya çalışmaktan çok yorulmuştum, karşımdaki şövalye ise hayatı boyunca aldığı bıçak darbelerinden sonra bile böyle mahvolmuş görünmemişti. Bizim için tek yol konuşmaktı, tek yol susmamaktı. Dudaklarımı araladım ve bir çırpıda söyleyiverdim kalbimden geçenleri.

“Benden uzak durman kalbimi yalnızca incitecek.” dedim bir kez daha, ve ekledim, “Çünkü o muhafızına aşık oldu.”

Hazar’ın göz bebeklerinin bile titrediğine şahit oldum. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Parmakları arasında tuttuğu elim hala kalbindeydi ve söylediğim şeyi duyar duymaz parmakları açıldı, elim kalbinin üzerinden kayıp gitti. Sonra hiç beklemediğim bir anda bana doğru son bir adım attı ve artık burunlarımız birbirine değiyordu. Bana doğru eğildi ve titrek bir nefes aldı. Aldığı nefes benim verdiğim nefesti ve verdiği nefesi çektim içime.

Müziğin sesi yükseldi, insanların neşeli kahkahaları cırcır böceklerinin sesine, rüzgarın sesi ise su sesine karıştı. Odamdan yansıyan mum ışığı bizi aydınlatırken Hazar’ın dudakları dudaklarımı buldu ve dünyanın sonu gelmiş gibi öptü beni.

Eli belimde, dudakları dudaklarımdaydı. Beni bana doğduğu andan beri ihtiyacı varmış gibi öptü. O gece o göl kenarında, o zeytin ağacının uzun dallarının tam altında kalbimin muhafızı kalbimin sahibi oldu. Dudakları dudaklarımı ezberledi ve elleri ellerimi tuttu...