23.Bölüm : Gök Kuşu
“Sadece bizim için...”
Yaşamak giderek garipleşirken ve normal sandığımız her şeyin anormal oluşunun farkına varırken büyüyorduk. Çevremizdeki insanların bize kattığı değerler bizim değerlerimiz değildi. Birer birey olduğumuzu öğrenmek çok zamanımızı almıştı. Gün gelip de hayallerimiz olduğunu fark ettiğimizde anlamıştık birer insan olduğumuzu. Herkesin hayalleri vardır. Benimki yazmaktı. Bu hayal beni Yeşil Küpeli Kız’a dönüştürdü, Yeşil Küpeli Kız ise beni hiç bilmediğim bir noktaya, No 26’ya sürükledi...
No 26 bana doğru sandığım her şeyin yanlış olduğunu gösterdi.
No 26 bana Efe’yi verdi, beni aşık etti, güldürdü, ağlattı.
No 26 bana kardeşimi getirdi.
No 26 bana Yeşil Küpeli Kız’dan ibaret olmadığımı gösterdi.
No 26 bana Mine’yi verdi. Beni kendimle tanıştırdı, bana kendimi gösterdi.
Şimdi ise belki de bu binada yaşadığım en üzücü anlarımdan birini yaşamak üzereyim... Dışarıdan ne kadar üzücü görünürse görünsün aslında en mutlu olmam gereken anlardan biri bu an. Küçücük bir çocukken hayalim olan şeyi Ece’nin yaşadığını görüyor gözlerim. En büyük hayalim bir gün bir kadının kapıma gelip “Ben senin annenim, seni almaya geldim.” demesiydi. Olmadı.
Ece’den ayrılma ihtimalim beni mahvetse de ben buna nasıl üzülebilirdim ki? Bu benim en büyük hayalimdi, eminim ki Ece’nin de en büyük hayaliydi. Resim çizerken annesinin neye benzediğini bilmediği için onu kalp şeklinde çizen bir çocuktu Ece. Şimdi ilk kez annesini görecekti, onu tanıyacaktı.
İçimde bir yerlerde emin olduğum tek şey Ece’nin bensiz büyümesine izin vermeyecek oluşumdu, bir diğer izin vermeyeceğim şey ise onun annesiz bir şekilde, acı içinde büyümeyecek olduğuydu. Benim yaşadıklarımı yaşamayacaktı. İkinci bir Mine olmayacaktı.
“Buyurun, Nilüfer Hanım...” dedim sessizce. Sonra bir anda elimi kaldırdım.
“Ama biraz müsaade etseniz de ben Ece’ye durumu açıklasam, olur mu?”
“Olur tabi.” dedi kadın titreyen dudaklarıyla. Efe’ye baktım. Başıyla içeriyi işaret etti.
“Sen Ece’nin yanına geç, ben Nilüfer Hanım’ı çalışma odana alırım.”
“Teşekkür ederim.” diye fısıldadım ve telaşla salona döndüm. Ece yeni uyanmış uyku mahmuru gözleriyle bana bakıyordu.
“Günaydın ufaklık.” dedim hem üzgün hem mutlu bir yüz ifadesiyle yanına oturarak.
“Günaydın abla. Dışarıya bak!” dedi bir anda dikkati pencereye kayarak. Başımı kaldırıp dışarıya baktığımda gökyüzünde oluşan gökkuşağını görmemek mümkün değildi. Gülümsedim.
“Gördüm.” dedim gülümseyerek.
“Gök kuşu!” dedi bir anda.
“Ne?” dedim ufak bir kahkaha atarak, “Gökkuşağı mı?”
“Evet, GÖK KUŞU!”
“Gök kuşu değil Ece’ciğim, gökkuşağı.”
“Ben de öyle diyorum işte. GÖK KUŞU!”
O kadar sevimli ve o kadar kendinden emindi ki gülerek başımı salladım.
“Evet tatlım, gök kuşu... Doğru söylüyorsun.” diye mırıldandım. Ece heyecanla balkona koşarken peşinden ilerledim.
“Bir sürü rengi var, çok güzel. Bir sürü rengi olan her şey çok güzel, değil mi abla?” Başımı sallayarak Ece’nin heyecanını izledim.
“Bir şeyin güzel olması için bir sürü renginin olmasına gerek yok Ece. Şu kediye bak, güzel değil mi?” dedim elimle kaldırımda uyuyan simsiyah kediyi göstererek.
“Çok güzel. Özür dilerim kedi, senin güzel olmayacağını düşünmüştüm ama çok güzelsin...” diye mırıldandı şaşkınlıkla.
O kadar kısıtlı bir hayat yaşamıştı ki hayal gücü bile kısıtlıydı. Güzel olan her şeyin rengarenk olması gerektiğine inanıyordu. Onu kollarımla sıkıca sardım ve birkaç dakika boyunca siyah kediyi izledik, Ece kedinin her hareketini hayranlıkla izliyordu. Ece bacaklarıma sarılmış bir şekilde dışarıyı izlerken konuya girmem gerektiğinin farkındaydım.
“Hani bir resim çizmiştin ufaklık... Anneni çizmiştin. Hatırladın mı?”
“Evet, hatırladım.” dedi Ece merakla bana bakarak.
“Orada anneni neden kalp şeklinde çizmiştin?”
“Neye benzediğini bilmediğim için.”
Yutkundum. Derin bir nefes aldım. Kuracağım cümle çocukluğum boyunca duymayı hayal ettiğim cümleydi.
“Annenin neye benzediğini görmek ister misin Ece?”
Ece’nin nutku tutulmuştu. Yüzüme şok içinde bakıyor ve kurduğum cümleye anlam vermeye çalışıyordu. Birkaç saniye boyunca yüzüme baktıktan sonra zar zor konuştu.
“Sende fotoğrafı mı var?” dedi şok içinde. Gözlerimden birer damla yaş akarken gülümsedim ve elini tuttum.
“Bende daha fazlası var.” dedim.
“Ne demek bu?” dediğinde yanakları heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Kendimi toparlamaya çalıştım.
“Annen burada, ufaklık.”
“Ne?”
Ece’nin tuttuğum minik elleri tir tir titriyordu. Bir abla gibi sakin olmalıydım, kardeşimi sakinleştirmeliydim, onu hayatının en önemli anlarından birine hazırlamalıydım.
“Annen geldi, içeride. Seninle tanışmak istiyor.”
Ece şoktaydı. Hiçbir şey söylemeden sadece yüzüme bakıyordu. Ona doğru eğildim ve saçlarını kulaklarının arkasına doğru ittim. Ellerimi yanaklarında gezdirdim. Benim için de çok zor bir andı ama ona yol göstermesi gereken kişi bendim. Hiç tatmadığım bir duyguda ona rehberlik etmek zorundaydım.
“Güzelim. Biliyorum ki şoktasın. Biliyorum ki bunun hayalini defalarca kurdun. Ben de kurmuştum, benim hayalim gerçek olmadı ama seninki gerçek oldu. Annen geldi, içeride oturuyor ve seninle tanışmayı bekliyor.”
“Ben...” dedi kekeleyerek, “Ben... Artık... onunla mı?” Cümlesinin devamını bile getiremedi. Zar zor yutkundum.
“Eğer istersen artık annenle yaşayabilirsin, her gece annenle uyuyabilirsin ama eğer benimle kalmak istersen de sana söz veriyorum bunun için elimden gelen her şeyi yaparım.”
Ece hiçbir şey diyemedi. Eli kalbindeydi.
“Kalbim çok hızlı atıyor abla.” dedi endişeyle.
“Biz buna heyecan diyoruz, ufaklık. Bu güzel bir şey. Hadi, gel gidelim. Annen de çok heyecanlıydı. Hazır mısın?”
“Onun da mı kalbi çok hızlı atıyordu?” Başımı salladım.
“Evet güzelim. Onun da kalbi çok hızlı atıyordu...”
Ece’nin elini tuttum. Birlikte içeri girip çalışma odamın kapısına doğru yürüdük. Kapı açıktı, Efe ve Nilüfer Hanım havaların bir anda ısınmasından bahsediyorlardı. Ece her adımda elimi daha sıkı tutuyordu.
“Bu onun sesi mi?” diye sordu bana. Başımı salladım.
“Bu annenin sesi, evet.”
Sonra birkaç adım daha attık ve çalışma odasının kapısında öylece durduk. Bu, Ece’nin annesini ilk görüşüydü. Titriyordu, gözlerinden akan damla damla yaşlar beni de ağlatacaktı. Efe köşede durmuş heyecanla bizi izlerken Nilüfer Hanım gözyaşları içinde Ece’ye yaklaştı.
“Ece...” dedi gözyaşları içinde, “Benim... Annen...”
“Anne...”
Ece’nin titreyen sesinden bu kelimeyi duymak beni o kadar duygulanmıştı ki onlar sarılırken ben elimle ağzımı kapatmış ağlıyordum. Efe’nin oturduğu yerden kalkıp yanıma geldiğini gördüm. Elini belime koyduğunda ona sarıldım ve ağlamamı onun omzunda bastırdım.
“Ben buradayım.” diye fısıldadı kulağıma, “Hiçbir yere gitmeyeceğim.”
“Gitme...” dedim yalvarırcasına, “Sen de bırakma beni...”
“Asla...”
Bir köşede sarılan Ece ve annesi, bir köşede sarılan ben ve Efe... Odanın içine ağlama bombası atılmış gibiydi. Oysa bu gözyaşları üzüntünün yanında mutluluğun gözyaşlarıydı. Ece annesine kavuştuğu için mutlu görünüyordu. Ona hep sormak istediği sorular vardı ve onları soruyordu.
“Kardeşim var mı?”
“Bebekken ağlar mıydım?”
“Beni özledin mi?”
“Beni aradın mı?”
“Beni merak ettin mi?”
Ece’nin bir kardeşi yoktu, annesi bir daha hiç evlenmemişti. Ece’nin ise yüzlerce sorusu vardı... O yüzden onları yalnız bırakıp Efe ile kahvaltı hazırlamaya başladık. Bir yandan Ece’nin sorularını dinliyor, bir yandan kahvaltı hazırlıyorduk. Gözlerim kıpkırmızıydı ve bu gece Efe’nin uzun zaman sonra yapacağı ilk konserin gecesiydi. Ben ve hayat problemlerimle uğraşmaktan provasına bile geç kalacaktı.
“Provan kaçtaydı?” diye sordum endişeyle, “Geç kalmıyor musun?”
“Provaya gitmeyeceğim.” dediğinde şaşkınlıkla ona döndüm.
“Neden? Her konserden önce bir prova olmaz mı?”
“Olur ama bu sefer ihtiyacım yok. Birkaç şarkı oku, müziği bırakma açıklaması yap, aşık olduğun kadının ellerini tut ve onu alıp oradan çekip git. Bu kadar... Ama istersen şu ellerini tutma kısmının provasını yapabiliriz.”
Yanıma gelip ellerimi tuttu ve eğilip boynuma bir öpücük kondurdu.
“Bence gayet iyiyiz, akşama kadar ellerini tutmamın provasını elli kere daha yaparsak hazır oluruz...” diyerek göz kırptı ve omlet karışımını karıştırmaya devam etti.
“Aşık olduğun kadın mı?” deyiverdim nutkum tutulmuş bir şekilde.
“Mantarlı omlet denedin mi hiç?” diye sordu. Anlaşıldı, tekrar söylemeyecekti.
Yüz kere sorarsak söyler belki Mine!
Yüz kere sormayacağım, İç Ses.
Kısa bir sessizlik içinde kahvaltı masasını hazırladığımızda Ece’nin durumunun ne olacağını düşünüyordum. Efe içeri geçip Ece ve annesini kahvaltı için çağırdığında ben çaylarımızı doldurdum. İçeri girdikleri an Ece’nin yüzünde gördüğüm gülümseme dünyalara bedeldi. Ece annesiyle yan yana otururken tam karşılarındaki ben Efe’yle yan yana oturuyordum.
“Hayatımda ilk defa bu kadar kalabalık bir masadayım.” dedi Ece heyecanla.
“Ben de.” diyerek gülümsedim.
“Sizin çocuğunuz yok mu?” diye sordu Nilüfer Hanım Efe ve bana bakarak. Şaşkınlıkla öksürdüm ve boğazımı temizledim.
“Biz... şey... Biz evli değiliz.” dediğim sırada Efe başını salladı ve cümleme bir ekleme yaptı,
“Henüz.” Yüzüne şaşkınlıkla baktım.
“Bence çok yakışıyorsunuz. Seni bir yerden tanıyor gibiyim ama...” dedi Efe’ye bakarak. Efe gülümsedi.
“Efe Duran.” dedi Efe kendini tanıtarak, “Müzisyen.”
“Ya da Efe, öylesine biri...” diye mırıldandım sadece Efe’nin duyabileceği bir şekilde. Efe sessizce güldü.
“Doğru ya!” dedi Nilüfer Hanım, “Sen kayıp şehirsin, herkes ararken ben buldum seni ve artık benimsin... Öyle bir şarkın vardı, çok sevmiştim.”
Hayatımda ilk defa bir aile yemeği yiyordum. Kız kardeşim, kız kardeşimin annesi, aşık olduğum adam ve ben birlikte kahvaltı yapıyorduk.
Bir de ben.
Evet İç Ses, bir de sen.
Buraya taşınana kadar böyle bir şeyin hayalini bile kuramazdım. Şimdi ise oturmuş, birlikte kahvaltı yapmış ve sohbet etmiştik. Efe tam bir enişte gibiydi. Ece ile ilgileniyor, Nilüfer Hanım’a hayatı hakkında sorular sorup duruyordu. Onun bu hallerini izlerken gülmemek çok zordu.
“Peki tek mi yaşıyorsunuz?” diye sordu Efe Nilüfer Hanım’a.
“Annemle ve babamla yaşıyorum. Ece’yi çok aradık ama babası bizi her seferinde o çevreden uzaklaştırdı. Tehditlerle, şiddetle beni de ailemi de o mahalleye bile yaklaştırmadı. Annem uzun bir süre kanser tedavisi gördü. Onu bırakıp çıkmam çok da mümkün değildi... Kısıtlı imkanlarla her şeye rağmen Ece’yi çok uzun bir süre aradım, onun için çok çabaladım. Ta ki babasının tutuklandığını öğreninceye kadar...”
“Tutuklandığını mı?” diye sordu Ece şaşkınlıkla, “Bu da ne demek?”
“Yani babanız artık cezaevinde. Uzun bir süre de çıkabilecek gibi görünmüyor...” diye mırıldandı Nilüfer Hanım. İşlediği suç Ece’nin yanında anlatmaması gereken bir suç olmalıydı ki başka hiçbir şey söylemedi.
“Peki Ece’yi nasıl buldunuz?” diye sordum.
“Mahalledeki herkese sorduk. Baban kahvehanedeki arkadaşlarından birine bahsetmiş bu durumlardan. Senin böyle lüks bir dairede yaşadığından, kardeşini yanına aldığından... Sanırım buraya gelmiş.”
“Evet,” dedim, “Gelmişti.”
“Onu buraya arabasıyla bırakan taksici bir arkadaşı varmış. Onu bulduk. Adresi ondan aldık. Babam annemin yanına döndü, ben de buraya geldim. Kızımı götürmeye...”
Masada kısa bir sessizlik oldu. Gözlerim Ece’nin üzerindeydi. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini anlamaya çalışıyordum. Belli ki kadının ve ailesinin durumu çok da iyi değildi. Ece orada mutlu olabilir miydi? Onun yerinde ben olsam annemin yanını dünyanın en güzel evine değişmezdim.
“Nerede oturuyorsunuz peki?” diye sordum ilgiyle.
“Bahçelievler.” Başımı salladım.
“Peki... Şey... Eviniz...” Sormak istediğim bir ton soru vardı ama soramıyordum. Eviniz kaç odalı diyemiyordum, eviniz iyi ısınıyor mu diyemiyordum, oturduğunuz sokak güvenli mi diyemiyordum. Kız kardeşimin sağlığını ve güvenliğini düşünmek zorundaydım ama bu kadının onun annesiydi. Ev ısınmasa ne olurdu?
“Evimiz?” dedi kadın devam etmemi bekleyerek.
Ben tam nasıl toparlayabilirim diye düşünürken Efe söze girdi.
“Buraya taşınmak ister misiniz?” dedi bir anda, “Binanın en alt katındaki daire boş.”
Nutkum tutulmuş bir halde Efe’ye döndüm. Efe bana bakıp göz kırptığında tek istediğim ona sarılmaktı. Nilüfer Hanım hüzünle güldü.
“Biz... iyiyiz.” diye mırıldandı, “Orada kiramız düşük. Burayı kaldıramayız.”
“Yanlış anladınız.” dedi Efe, “Sizden kira istemiyorum.”
“Neden?” dedi kadın şaşkınlıkla.
“Sizden alacağı ödeme babamı mutlu etmez. Sizden ödeme almamak onu daha mutlu eder, emin olun.”
“Siz ciddi misiniz?” dedi Nilüfer Hanım, şaşkınlığını üzerinden atamıyordu. Ben de aynı durumdaydım. Ece’den bahsetmiyorum bile. Gözlerim Efe’nin üzerinden ayrılamıyordu. İçindeki iyilik içinde duramıyor, taşıyordu.
“Ciddiyim.” dedi Efe, “Ece’ye çok şey borçluyum...” diye mırıldandı ellerini Ece’nin saçlarına uzatıp saçlarını karıştırarak.
Yaklaşık bir saat boyunca daha sohbet ettikten sonra kendi aramızda bir karara vardık. Nilüfer Hanım ailesiyle birlikte buraya taşınmayı kabul etti. Ece ise benden bu kadar çabuk ayrılmak istemedi, sanırım biraz da stres oldu. Onlar taşınana kadar Ece’nin benimle kalmasına karar verdik. Onların tüm taşınma işleri ise sadece bir hafta içinde halledilebilecekti ve bu hayal edebileceğimden bile daha güzel bir sonuçtu.
“Uyudu mu?” diye sordu Efe. Nilüfer Hanım gider gitmez Ece’yi uyutmuştum. O kadar heyecanın ve stresin üzerine ılık bir süt içip uyumak ona iyi gelecekti.
“Uyudu.” dedim balkondaki Efe’nin yanına çıkarken. Havanın buz gibi olmasına rağmen balkonun tüm camlarını açmış dışarıyı izliyordu.
“Teşekkür ederim.” dedim yanına oturduğum sırada, “Sana onların kiralarını da ödeyeceğim.”
Efe sessizce güldü.
“Hayır ödemeyeceksin. Hatta bana artık bu daire için de kira ödemeyeceksin.”
“Saçmalama Efe. Artık sen bana kira ödemeye başla istersen.” dedim gülerek.
“Neden olmasın?” diye mırıldandı. Bir kez daha güldüm ve derin bir nefes aldım.
“Ne dersen de Efe, sana bu dairenin de o dairenin de kirasını ben ödeyeceğim. İtiraz istemiyorum.”
“Böyle bir şey olmayacak Mine. Konu kapanmıştr.”
Kısa bir sessizliğin sonunda Efe bana doğru döndü. Uzun uzun yüzümü izledi. Benim ise tek yaptığım gözlerimi kaçırmaktı.
“Sana piyano çalmayı öğretmemi ister misin?” diye sordu bir anda.
“Bu nereden aklına geldi?”
“O kadar güzelsin ki seni piyano çalarken hayal bile edemiyorum. Bu güzel parmakların, o güzel piyano tuşlarına basarken ortaya çıkacak görüntünün güzelliğini merak ettim.” Sessizce gülümsedim.
“Merakını giderelim o zaman...” diye cevapladım.
“O zaman bu akşam ilk dersimizi yapalım mı?”
“Bu akşam senin konserin var Efe.”
“Doğru ya, unuttum.”
“Akşam konseri olduğunu unutabilecek tek insansın.” dedim gülümseyerek.
“Efe Duran unutmazdı, Efe’nin ise umrunda değil.”
Gülümseyerek başımı omzuna yasladım. Bir süre orada öylece oturduk. Efe bana piyano çalmanın inceliklerini anlattı. Ben ona magazin haberleri yazmanın inceliklerini anlattım. O bana gitar çalmanın inceliklerini anlattı, ben ona yine magazin haberleri yazmanın inceliklerini anlattım. Benim anlatacak çok da bir şeyim yoktu sanırım...
“Çocuk esirgeme kurumunda kaldığım dönem boyunca orada her hafta bir gazete çıkarıyordum.” diye anlattım o günlerim aklıma gelerek.
“Gazete mi?”
“Küçük çaplı bir magazin gazetesi gibi düşün. Ellerimle yazıyordum. Sadece içeride olan biteni anlatıyordum. Zehra Elif’in saçını çekti, Elif de yüzden Zehra’nın hiç sevmediği Gülsüm ile arkadaş olmaya başladı. Buse’nin ön dişi bahçede koşarken kırıldı ama sağlık durumu iyi. İki eski dost Sena ve Ezgi uzun zaman sonra ilk kez bir arada görüldü. Bu gibi birçok haber... Yurdu birbirine karıştırıyordum ve kimse bu gazeteyi kimin yazdığını bilmezdi.”
Efe yüzüme hayretle bakıyordu.
“Sen ciddi misin?” diye sordu.
“Ciddiyim. Yeşil Küpeli Kız ismiyle yazıyordum. O zamanlar bile...”
“Bu bir çocukluk tutkusu. İnanılmaz.” dedi hayranlıkla, “Şey de yazıyor muydun, ‘Günaydın yurt halkı, bu haftanın bombalarına hazır mısınız?”
Ufak bir kahkaha attım.
“İnanmayacaksın ama yazıyordum, evet.”
“Yazmayı bırakmayacaksın, değil mi?” diye sordu, “Bu senin çocukluk hayalin, çocukluk tutkun. Gerçek isminle de olsa yazmaya devam etmelisin.” Omuz silktim.
“Çocukluk hayalinden vazgeçen tek insan ben değilim.” diye mırıldandım.
Efe önüne döndü ve hiçbir cevap vermedi.
“Her hayal sahibine mutluluk getirmez.” diye cevapladı bir süre sonra.
“Aynen öyle.” dedim sessizce, “Yeşil Küpeli Kız beni artık mutlu etmiyor. Vedalaşmam gerek.”
Sonrası uzunca bir sessizlik. Ben ve Efe çocukluk hayallerinden vazgeçen iki yetişkine dönüşmüştük. Mutluluğu hayallerimizde değil sıradanlıkta bulmuştuk. Mutluluğu birbirimizde bulmuştuk ama eminim ki onun müziği bırakmasına nasıl karşıysam o da benim yazmayı bırakmamı istemiyordu. Benim için onun hayalleri, onun için benim hayallerim önemliydi.
Kim bilir, belki biz kendi hayallerimizden vazgeçsek bile bizi o hayallere geri döndürecek olanlar birbirimizdik.
“Bak,” dedim elimle dışarıdaki gökkuşağını göstererek, “Gök kuşu.”
“Gök kuşu mu?”
“Ece öyle söylüyor.”
Efe güldü.
“Gök kuşu...” diye tekrar etti, “Artık gökkuşağının ismi gök kuşu olsun o zaman. Sadece bizim için...”
“Sadece bizim için...” diye tekrar ettim.
Artık “biz” diye bir şey vardı. Dışarıdaki milyarlarca insanın konuştuğu dil başka, bizim konuştuğumuz dil başkaydı. Bize özel kelimeler, bizden türeyen sözler vardı.
Artık biz vardık.
İkimiz.