22. VE 23.BÖLÜMLER

Beyza Alkoç
0

Herkese merhaba sevgili sevgililerim...

Nasılsınııız? Ara tatiliniz nasıl geçiyor?

Bu arada bu tatilde okumayan arkadaşlarınıza MİSO'YU önermeyi unutmayın. :')

Şimdi sizi bölümlerle baş başa bırakıyorum, iyi okumalar dilerim. ^^

-BEYZA

22.BÖLÜM : KIRIK HEVESLER.

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

İçimdeki sesin yargılayıcı tonu durmak bilmezken bir süreliğine saklanmayı planladığım otele adımımı atmıştım. Otele adım attığım an kapüşonumun altından çevreme baktım, lobinin parlak ışıkları bile gölgeli görünüyordu gözüme. Her şey fazla normaldi, fazla düzgün... Ya da ben normalin ne olduğunu unutmuştum. Resepsiyondaki erkek görevli beni gülümseyerek karşılarken bana o bile bir şey saklıyor gibi geliyordu, belki de giderek paranoyaklaşıyordum.

“Üç gece kalmak istiyorum...” diye mırıldandım kimliğimi uzatırken, “Şimdilik sadece üç gece.”

Kimliğimi uzatırken titreyen ellerimi resepsiyonistin görmediğini umarak hırkamın ceplerine soktum.

“Nakit mi vereceksiniz kart mı?” diye sordu adam.

“Nakit...” diye mırıldanarak kumbaramdan aldığım nakit parayı cebimden çıkardım. Gram altınlarımı da çantama koymuştum, merak etmeyin.

“Sabah kahvaltımız saat sekizde başlıyor onda bitiyor...” dedi görevli, “Tam karşıdaki restoranda. Eksi birinci katta büyük bir spor salonumuz var... Restoranın hemen yanındaki cam kapılı oda ise çalışma odamız, bilgisayar kullanmanız gerekirse orada bilgisayarlarımız da yazıcılarımız da mevcut. Bu da internet şifremiz, buyurun...”

Kadın bana internet şifresinin yazılı olduğu kağıdı uzatınca gözlerim kağıttaki yazıya kaydı.

“MISAFIR123.”

Kağıdı gözlerimi devirerek cebime soktum ve resepsiyonistin bana uzattığı oda kartını aldım.

“Üçüncü kat, 307 numara,” dedi adam.

“Teşekkür ederim,” diye mırıldandım, “İyi akşamlar.”

“İyi akşamlar efendim.”

Gözlerim resepsiyon masasının kenarında duran güvenlik kameralarına takıldı, bir an kendi yansımamla göz göze geldim o küçük ekranda. Şu an etrafta gördüğüm her şey, her yansıma, her yüz ürkütüyordu beni.

Asansöre bindiğim an içimde yeni doğmuş bir kapalı alan fobisi başlangıcı sezdim ve elimi boynumdaki at nalı kolyeme götürdüm. Gözlerimi kapattığım an o sandığa tekrar girer gibi oldum bir anlığına, gözlerimi nefes nefese açtığımda ise nihayet üçüncü kattaydım. Asansörün kapısı ağır ağır açılırken aklımda tek bir soru dönüyordu.

“Gerçekten özgür müyüm, yoksa bu da başka bir tutsaklık mı?”

Kapı açıldığı an kendimi koridorun loş ışığında buldum. Odama giden koridordaki halının deseni bile bana bir şey hatırlatıyor gibiydi, tutsaklık hissini... Zar zor nefes alarak odama doğru ilerlemeye devam ettim, nihayet odama vardığımda kartı okutup kapıyı açtım ve kendimi içerip atar atmaz kapıyı kilitledim.

Oda sade ama şükürler olsun ki tertemizdi. Beyaz çarşaflar, gri perdeler, duvarda orta boy bir televizyon ve televizyonun altındaki masanın üzerinde küçük bir su şişesi.

Çantamı masanın üzerine bıraktıktan sonra perdeleri kapatmak için pencereye doğru ilerleyip birkaç saniyeliğine camdan dışarı baktım. Ben otele girer girmez yağmur başlamıştı. Bir an kendi yansımamı camda gördüm, kapüşonum hala başımdaydı. Kapüşonumu yavaşça indirdim ve boynumdaki ince sarı fular boynumdan kayıp düşer gibi oldu. Fularımı tutup derin bir iç çektim.

“Seninle biz...” diye mırıldandım sessizce, “Seninle biz neler atlattık böyle...”

Avucumun içinde sıkıca tuttum sarı fularımı. Perdeyi çektim ve kapıyı kilitleyip kilitlemediğimi kontrol ettikten sonra hızlı bir duşa girdim. Bu gece özgür bir şekilde uyuyacaktım. Bu gece annemin ve arkadaşlarımın benim yaşadığımı biliyor olmalarının verdiği huzurla, onların ardımdan acı çekmeye devam etmeyeceklerini bilmenin verdiği rahatlamayla uyuyacaktım.

Uzun zaman sonra ilk kez bu kadar iyi hissediyordum kendimi. Evet, hala buruktu içim ama en azından artık sevdiklerime acı çektirmeye devam ettiğim için nefret etmiyordum kendimden...

Yatağa geçtiğim an ellerim korka korka telefonuma gitti. Hiçbir şeye bakmak istemiyordum aslında. Bunca zamandır aldığım mesajların hiçbiriyle yüzleşmek istemiyordum. Arkadaşlarımdan gelen mesajlarla, okulumdan gelen e-postalarda, cevapsız kalan binlerce aramayla yüzleşmek istemiyordum henüz. Fakat telefonuma yeni düşmüş bir bildirim vardı ekranda, telefonuma yeni kaydedilmiş, benim kaydetmediğim bir numaradan geliyordu mesaj. Yüzümü güldürecek birinden...

“KİMDEN : DEHA YÖNER”

“Selam Sarı Fularlı Kız. Bu mesajı hem kendim adına hem de Demir adına yazıyorum. Bir karar verdiğini ve kendine yeni bir yol çizmek istediğini ağabeyimden duyduk. Duyar duymaz da çok üzüldük ama madem böyle mutlu olacaksın bize de seni desteklemek düşer. Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa ıslık çalman yeterli! Şaka şaka... Ne zaman yardıma ihtiyacın olursa bir “Alo!” demen yeterli. Bunu sakın unutma. Kendine iyi bak, Youtube’tan kurşun çıkarma videosu izlemek zorunda kalmayacağın günlerin olsun fıstık. – DEHA & DEMİR.”

Gözlerim dolu dolu okudum yazdıkları satırları. Yazarken ne kadar eğlendiklerini, birbirleriyle ne kadar atıştıklarını tahmin edebiliyordum. Mesaja cevap vermek yerine Deha’yı aramak istedim o an. Telefon kulağımda üçüncü çalışında açıldığında Deha’nın neşeli ve şaşkın sesi buldu kulaklarımı.

“Ooo!” dedi, “Ben mesajıma bile cevap vermeyeceğini düşünmüştüm ama!”

“Niye öyle düşündün?” dedim gülümseyerek.

“Bilmem, terk edip gittin ya bizi...”

“Sizi terk etmedim ki ben Deha! Size daha fazla yük olmak istemedim sadece.”

“Saçmalama kızım,” dedi Deha, “Sen gelene kadar Kızılcık Şerbeti gibi bir aile hayatımız vardı, renk geldi senden sonra yemin ederim. Sen yük olmak mı diyorsun buna? Hayatımıza aksiyon geldi!”

Sessizce güldüm.

“Nasılsınız peki? Babanız nasıl?”

“İdare ediyoruz...” dedi Deha, “Biz de Demir’le oturuyorduk şimdi. Flört ettiği bir kız vardı, onunla flörtünü bitirmiş de onu anlatıyordu. Duymak ister misin?”

“Duymak isteyebileceğim bir ayrılık hikayesi sanırım.” dedim.

“Çok kısa ve öz bir hikaye. Mutlaka bilmelisin bunu!” dedi Deha kendini kahkaha atmamak için zor tutarak, “Demir’le bu kızın arası bozuktu bir süredir. Kızın ismi de Helin bu arada. Neyse, Helin araları düzelsin diye Demir’e kek yapıp getirmiş. Kız araları bozukken ve üzgünken yaptığı için keke bir isim vermiş ve bu isim ne biliyor musun?”

“Neymiş?” dedim merakla.

“Hüzünlü kek!” dedi Deha kahkahalarla.  

Deha’ya gülerken Demir’in arkadan “Anlatmasan olmazdı, değil mi?” dediğini duyabiliyordum.

“Bunu keşke bilmeseydim ya!” dedim, “Rüyama girecek şimdi hüzünlü kek!”

Deha kahkahalarını bastırdıktan sonra gülerken devam etti.

“Burada olsaydın bir dilim hüzünlü kek yiyebilirdin işte, şansını kaybettin. Demir’in selamı var bu arada. Ömer’in de.”

“Sen de söyle! Ben sizi daha fazla tutmayayım da Demir’in ayrılık acısını konuşup dertleşin o zaman!

“Bak kızıyorum ama!” dedi Deha, “Yok yük olmayayım yok rahatsız etmeyeyim. Hem neredesin şimdi sen bakayım, gelelim mi yanına? Bir kahve içmek ister misin?”

“Belki başka bir akşam.” dedim, “Başka bir gün. Olur mu?”

“Olur tabi ki,” dedi Deha, “Bir gün de sen bizi misafir et bakalım da biz de sana ‘Yük olduk!’ deyip duralım.”

Ufak bir kahkaha attım telefona doğru.

“Haklısın,” dedim, “Sanırım öyle söyleseniz ben de kötü hissederdim.”

“Anlamana sevindik Eliz Hanım.”

“O zaman ben kapatıyorum,” dedim, “Size daha fazla yük olmayayım.”

“Eliz...” dedi Deha. Ufak bir kahkaha daha attım.

“Tamam, tamam.” dedim, “Bu şakaydı, gerçekten.”

“Şaka olsun zaten. Yemin ederim sosyal deney gibi kızsın ya, insanın sabrını ölçüyorsun.”

Sosyal deney dediğini duyduğum anda yüzümü buruşturdum.

“Bunu bir daha söyleme.” dedim.

“Neyi?”

“Şu sosyal deney benzetmesini. Bu aralar herkes bunu söylüyor bana!”

“Demek ki var sende bir şeyler kızım... Dikkat et kendine!”

Sessizce kıkırdadım.

“Şu sosyal deney meselesi üzerine düşüneyim ben o zaman biraz,” dedim, “Size iyi geceler arkadaşlar, bir dilim de benim için hüzünlü kek yiyin bu akşam!”

Onlarla başka bir yerde, başka bir şekilde tanışsaydım o kadar iyi arkadaş olurduk ki bunu biliyor olmak canımı çok yakıyordu. Bu içimde hep kırık bir heves olarak kalacaktı, kayıp bir dilek olarak...

O gece yine yüzlerce düşüncenin arasında kıvranıp durmuş, binlerce ihtimalin arasında gidip gelmiştim. Bildiğim her şeyi bir araya topluyor, sonra dağıtıp yeniden bambaşka bir düzenle bir araya getiriyor ve işin içinden çıkmaya çalışıyordum. Bütün geceyi böyle geçirmiş, sabaha karşı uyuyakalmıştım.

Sabah uyandığımda bir an nerede olduğumu hatırlayamadım. Perdelerin arasından sızan gri ışık odayı kaplamış, hava henüz tam aydınlanmamıştı. Başucumdaki telefonun ekranı açık kalmıştı ve Deha ile Demir’in mesajı gözlerimin önünde duruyordu. Onların mesajlarını okurken mi uyuyakalmıştım?

Ekrana bakıp mesajı bir kez daha okuduğumda istemsizce gülümsedim ve telefonu kapatıp yatağın kenarına oturdum.

Dizlerimi karnıma çekip kısa bir süre sessizce oturdum öylece. Kendimi toparlamam gerekiyordu. Dün yaşadıklarımın yorgunluğu, gecenin ağırlığı, hepsi üzerimdeydi ama içimdeki rahatlama hissi hepsini kaldırabilmem için yeterliydi en azından.

Odada tek başıma durmaya devam etmek istemiyordum artık, kahvaltı yaptıktan sonra resepsiyonistin bahsettiği çalışma odasına gidip bir bilgisayarın karşısına geçip hayatımla ilgili planlar yapmaya başlamalıydım. Bir süre daha öylece oturduktan sonra nihayet harekete geçtim ve üzerimi değiştirip odadan çıkmayı başardım.

Otel çok sessizdi. Hatta o kadar sessizdi ki koridorda yankılanan tek ses kendi adımlarımdı. Asansörle aşağı indiğimde lobi de restoranın girişi de bomboştu.,

“Günaydın efendim!” dediğini duydum resepsiyonistin.

“Günaydın.” diye mırıldanarak başımla selamladım adamı.

Restoranın kapısından içeri girdiğimde ilk fark ettiğim şey yine aynıydı, boşluk. Koca salonda yalnızca iki masa doluydu, birinde yaşlı bir çift oturuyor, diğerinde genç bir kadın telefonuna eğilmiş kahvesini yudumluyordu.

Geri kalan her masa bomboştu. Çalışanlar bile boş masalara soru işaretleriyle bakıyordu, bu onların da alıştıkları kalabalıktan farklıydı belli ki.

Neyse ki bu benim için daha iyiydi, ne kadar az insan olursa o kadar güvende olacaktım. Üstelik gürültüden de o kadar uzak kalacaktım. Kendime bir fincan kahve alıp masama bıraktıktan sonra açık büfeye ilerledim.

Tabağıma birkaç zeytin, biraz peynir, bir dilim ekmek koyarken o an iki çalışanın kısık sesle konuştuklarını duydum. Seslerini bastırmaya çalışıyorlardı ama salon o kadar boştu ki kelimeler aralarından sızıp bana ulaşmayı başarmıştı.

“Sabah erken gelen biri vardı,” dedi biri diğerine, “Sen yoktun daha o saatte. Adam geldi bütün odaları tuttu.”

“Niye ki?” dedi diğeri şaşkın bir sesle, “Toplantı falan mı varmış?”

“Bilmiyorum ki. Kalmaya gelen kimse de olmadı hala. Rezervasyonu yaptı, bir haftalık parayı da peşin ödedi gitti adam!”

Konuşmaları dinlerken kalbim hızlanır gibi oldu, tabağı tutan elim bariz bir şekilde titremeye başlamıştı. Başımı kaldırmadan sessizce nefes aldım, bunu yapanın kim olduğunu anlamam uzun sürmemişti.

Tabağı elimde tutarken boğazımda bir düğüm hissettim. Bütün iştahım kaçmıştı çünkü asla tam olarak özgür olamayacaktım, oysa benim tek istediğim kimsenin benim yüzümden hiçbir şeyle uğraşmak zorunda kalmamasıydı, kimsenin benim yüzümden zarar görmesini istemiyordum ama bunu kimseye anlatamıyordum da.

Yine her şeyden haberi vardı. Yine benden bir adım öndeydi. Yine beni koruyordu, ya da bana sahip olduğunu sanıyordu...

Tabağıma daha fazla şey eklemeden masama oturdum, yalnızca bir fincan kahve, birkaç zeytin ve bir parça peynir almaya izin vermişti iştahım... Camdan dışarı bakarken yağmurun yeniden başladığını gördüğümde içim alev alevdi. Derin bir nefes alıp hırkamın cebindeki telefonumu çıkardım ve onu aramaya karar verdim.

Evet, onu...

Telefon çalarken bacağım istemsizce yere vuruyordu. Etraftaki masalara yeterince uzak olduğumdan emin olduğum sırada telefon açıldı ve her zamanki tok sesi kulaklarımı doldurdu.

“Günaydın.” dedi alelade bir aramayı cevaplıyormuş gibi.

“Adamlarına söyle...” dedim sesimi sakin tutmaya çalışarak, “Kaldığım otele yaptıkları tüm rezervasyonları iptal edip paralarını geri alsınlar.”

“Ne oteli?” diye sordu Devrim, “Otelde mi kalıyorsun? Arkadaşlarının yanına döneceğini sanıyordum.”

“Devrim...” dedim beni sakinleştireceğine inandığım derin bir nefes alarak, “Otelde kaldığımı biliyorsun ve ben de senin oteldeki tüm odaları tuttuğunu biliyorum.”

“Eliz...” dedi Devrim ve aynı şekilde sakinleşmeye çalışır gibi derin bir nefes aldı, “Sen iyi misin? Gerçekten soruyorum.”

“Devrim beni delirtmeye mi çalışıyorsun? Gerçekten soruyorum.”

“Seni arayan ben değilim Eliz, sen beni aradın ve söylediğin şeylerden hiçbir şey anlamıyorum. Ne olmuş, birisi oteldeki tüm odaları mı tutmuş? Ne güzel işte, otel sahibi sevinmiştir.”

“Ya saçmalama, bir insan bunu neden yapar? Üstelik benim için, benim için bir insan bunu neden yapar?”

O an sesim biraz fazla yüksek çıkmış olacak ki etrafta boş boş gezinen çalışanlardan birkaçının bana döndüğünü fark ettiğimde sesimi alçalttım.

“Bilmiyorum,” dedi Devrim, “Çünkü ben yapmadım. Ama eğer kaldığın otelde böyle gizemli işler dönüyorsa gelip seni alabilirim.”

“Devrim...” Sustum. Kabul etmiyordu, etmeyecekti. Pes de etmiyordu ve etmeyecekti.

“Eliz...” dedi rahat bir sesle, “Kahvaltı yaptın mı sen?”

“Ne alakası var Devrim?”

“Bilmem, belki de açsın diye saçmalıyorsun.”

“Ben mi saçmalıyorum?”

“Eliz,” dedi Devrim aynı rahatlık içinde, “Benden ne istiyorsun?”

Peşimi bırakmayan oydu, bunu bana nasıl sorardı?

“Ben mi senden ne istiyorum Devrim?”

“Evet,” dedi, “Sen. Beni arayan sensin.”

“Benim senden tek isteğim kendi hayatına bakman Devrim. Ben ömrüm boyunca birilerinin arkasına saklanmak, birilerinin misafiri olmak, birileri tarafından korunmak istemiyorum. Birileri beni korurken zarar görürse bunu atlatamam Devrim, anla artık. Birileri benim yüzümden zarar görürse bunu atlatamam! Hayatımı kurtardın, bana yardım edebilmek için yapabileceğin her şeyi yaptın ama senin yapabileceklerin de sınırına ulaştı Devrim, kabul et bunu. Senin yapabileceklerin burada sona erdi, daha fazla zorlama kendini, hayatını da kendini de mahvetme bir yabancı için. Benim hayatım çoktan mahvoldu...” diye mırıldandım ve zar zor ekledim, “Ben...” dedim.

Sustum. Bir süre aynı sessizliği dinledik birlikte ve sonra sesimi biraz daha alçaltarak devam ettim konuşmaya.

“Benim... Benim bir aile kurma şansım bile kalmadı Devrim. Annem hiçbir zaman çıkamayacak o parmaklıklarından ve ben... Ben hiçbir zaman tadamayacağım annelik duygusunu. Ne anneme sarılabileceğim doya doya ne de birilerinin doya doya sarılacağı annesi olabileceğim. Bitmiş bir hikayeyi canlandırmaya çalışmanın hiçbir anlamı yok Devrim. Artık beni kimse mutlu edemez ama merak etme... kimse üzemez de. O yüzden lütfen, benim için yapabileceğin her şeyi yaptığını ama artık yapabileceklerinin sınırına ulaştığını kabul et ve hayatına dön Devrim.”

Telefonun diğer ucunda kısa bir sessizlik oldu. Ben ondan cevap beklerken ve yorgun gözlerle etrafıma bakınırken o bir süreliğine susmayı tercih etti. Saniyeler sonra konuştuğunda ise sesi az öncekine göre daha boğuk çıkıyordu.

“Yanılıyorsun Eliz.” dedi kalın sesiyle, “Yapabileceklerimin sınırına henüz ulaşmadık.”  

“Devrim...” diyebildim yalnızca, tam ağzımı açacaktım ki araya girdi.

“Söylediğim gibi, kaldığın otelde her ne dönüyorsa benim bir ilgim yok. Yardım istersen her zaman buradayım ama şimdi kapatmam gerek. Sen de böyle şeylerle canını sıkma, özgürlüğünün tadını çıkar. Ne de olsa bunu çok bekledin.”

Telefon yüzüme kapandığı anda elim kulağımda, gözlerim buz gibi olmuş kahvemde öylece kalakaldım. Telefonu kulağımdan indirip dirseğimi masaya koydum ve başımı elime yasladım.

Çalışanlardan birinin “Kahveniz soğumuş olmalı hanımefendi, size bir kahve daha getireyim mi?” sesini duyduğumda dalıp gittiğim yerden sıyrılıp başımı salladım.

“Teşekkür ederim.” diye mırıldandım, “Teşekkür ederim...”

Hayatı boyunca hep kendinden çok başkalarını düşünen biri olmuştum. Cezaevindeki günlerimizde uçurtma istediği için ağlayan Umut’a kağıtlardan beceriksizce bir uçurtma yapmış, ipini eline vermiş, uçurtmayı da alıp o uçuruyormuş gibi ranzanın tepesine çıkmıştım. Kahkahalarla gülmüştü Umut, oysa ben onun yaşındayken gökyüzündeki uçurtmaları gördüğümde kimseye ağzımı açıp tek kelime edememiştim, kimseden imkansızı istemek istememiştim çünkü.

Ben... Eliz Sonay.

Kendim için imkansız gördüğüm her şeyi başkaları için mümkün kılmaya alışmıştım ben. Yardım etmeye alışmıştım, yardım görmeye değil. Korumaya alışmıştım ben, korunmaya değil. Başka türlü bir yaşamın mümkün olduğunu bilmiyordum ve ne acı, hiçbir zaman öğrenemeyecektim de. Hiçbir zaman...

Günün geri kalanını restoranın yanındaki çalışma alanındaki bilgisayarlardan birinin başında geçirdim. Başım beni ağrıdan bayılma noktasına getirene kadar o kadar çok şey araştırdım ki her şey birbirine girdi. Amerikalı Diplomat Mark Benson cinayeti başlıklı haberlerden tutun da Edmon Yöner’in gençliğinde verdiği röportajlara kadar her şeyi okudum. Dimitri Vetrov’u, Devrim’in dedesini, bu zamana kadar yapılan tüm savaş uçağı anlaşmalarını, Devrim’in boy gösterdiği tüm davetleri, Devrim ve Lale’nin ilişkilerinin basına nasıl yansıdığını... Her şeyi.

Tüm bunları okuduktan sonra elime güçlü bir baş ağrısı dışında hiçbir şey geçmemişti. Her şey herkesin bildiği gibiydi, Edmon Yöner herkes tarafından iyi bilinen bir iş adamıydı ve Dimitri Vetrov ise korkunç bir Rus mafyasıydı. Mark Benson cinayetine dair hala hiçbir iz bulunamamıştı ve YÖNER ailesi eskiden beri herkesin çok saygı duyduğu, çok güvendiği bir aile olmuştu.

Tüm bu bilgileri kafamın içinde düzenlemeye çalışırken yatağımın ortasında uzanmış tavanı izliyordum. Devrim’in sesi hala kulaklarımdaydı. Bana yardım etmek istediğini biliyordum ve ona böyle davrandığım için çok üzülüyordum ama hayatına devam etmesini, benim içine battığım bu bataklıktan uzak durmasını istiyordum.

Derin bir nefes alıp yatakta yanımda duran telefonuma uzandım. Aylar sonra ilk kez bir şarkı uygulamasına girdim ve kendime rastgele bir şarkı açtım. Şarkı o kadar neşeli, o kadar hareketli başladı ki şarkının neşesine öfkelendim.

“Sus ya!” dedim şarkıya ve bir sonraki parçaya geçmek için tuşa bastım.

Çıkan şarkının ismi ekranda belirdiğinde ise o an nasıl bir tesadüfün içine düştüğümü algılamaya çalıştım uzun bir süre...

“Sevgilim Devrim.” yazıyordu ekranda.

Şarkı çalmaya başladığında benim gözlerim hala ekrandaki yazıdaydı. Hayat bu şarkıyı karşıma tesadüfen çıkardıysa eğer, kaderim bana ne söylemeye çalışıyordu?

“Yaşatmıyorum zihnimde ama ölmedin de sevgilim.
Umudum az ama bir gün sonunda gelecek devrim.”
diyordu şarkı ve devam ediyordu,

Ben görmesem de ben duymasam da
bir gün beni anlayacaksın sevgilim.”

Şarkı ağır ağır akarken sol gözümden bir damla yaş aktığını hissettim. Aklım anlayamadığım bir yöne çekildi bir anda, olmayacak hayallere, kayıp dileklerime... Dile getirmek bile istemediğim bambaşka bir hayatım olabilirdi, her şey çok başka olabilirdi.

Bir insan için söylemesi en zor cümlelerden biri bu bence, “Her şey çok başka olabilirdi.” Farklı karşılaşmaların, farklı tesadüflerin, farklı gerçekliklerin içinde olsaydık eğer her şey çok başka olabilirdi...

Her şey çok başka olsaydı yine mutlu olabilirdim belki, elimdeki beceriksizce yapılmış o uçurtmayı ranzanın tepesinde uçuruyormuş gibi yaparken mutlu olduğum gibi. Belki bir gün o uçurtma gerçek olurdu, ranzanın tepesinde uçurtmayla gezinen o çocuk sonunda gerçek bir uçurtma uçurabilirdi.

Göz kapaklarımı araladığımda çoktan sabah olmuştu. Başım hala ağrıyordu, dün gece beynimin içinde dönüp duran düşünceler uykumda bile peşimi bırakmamıştı belli ki. Bir süre tavana bakıp kendime gelmeye çalıştım, sonra yavaşça doğruldum. Yorgundum ve bu yorgunluk düşünmekten bitap düşmenin yorgunluğuydu.

“Kalkmam lazım...” dedim kendi kendim, “Toparlanmam lazım...”

Hızlıca duşa girdikten sonra banyodan çıkarken aynada kendi yansımama baktığımda giderek zayıfladığımı fark ettim. Göz altlarım mor, yanaklarım solgundu ama bu halimi umursayacak kadar bile enerjim yoktu. Saçlarımı yarım yamalak kuruttuktan sonra üzerime siyah bir tayt ve uzun siyah kazağımı geçirip telefonumu da yanıma alarak odanın kapısına yöneldim.

Bugüne dair planım da dün ile aynıydı. Önce kahvaltı, ardından çalışma odasında birkaç saatlik bir araştırma ve baş ağrılarıyla dolu bir uyku... Belki sonunda her şeyin doğrusuna ulaşabilecektim, belki sonunda her şeyi çözebilecektim ya da en azından kendi zihnimdeki düğümleri çözebilecektim.

Asansöre binip aşağı indiğimde lobide yine aynı sessizlik vardı. Resepsiyondaki görevli sabah gülümsemesiyle başını kaldırdığında yüzünde dinlenmiş bir ifade vardı, hayatı boyunca geçirdiği en müşterisiz iki günü geçiriyordu ne de olsa.

“Günaydın efendim. Rahat uyudunuz mu? Odanızda bir eksik yok, değil mi?”

“Günaydın. Teşekkür ederim. Her şey gayet yeterli.”

“Afiyet olsun, bir ihtiyacınız olursa odanızdaki telefondan 0’a basarak bize ulaşabilirsiniz.” Görevliyi yarım bir selamla geçip restoranın kapısından içeri girdim, manzara değişmemişti.

Koca salonda yine sadece iki masa doluydu, biri yaşlı bir adam ve karısı, diğeri ise aynı genç kadın, bu kez telefonuna değil kahvesine bakıyordu. Garip bir huzursuzluk içimde tekrar kıpırdadı o an. Derin bir iç çekişle açık büfeye yöneldim.

Tabağıma yine aynı iştahsızlıkla peynir, birkaç zeytin, bir dilim ekmek koydum, kahvemi alıp pencereden uzak bir masaya oturdum. Yağmur dinmişti ama gökyüzü hala kapalıydı. Hava o kadar durgundu ki bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu hissetmek mümkündü.

Dünden farklı olarak bu sefer sakince kahvaltımı yapmaya başlayabilmiştim. En azından birkaç parça zeytin, bir parça peynir ve bir parça da ekmek atmıştım ağzıma. Kahvemden bir yudum aldığım sırada restoranın köşesindeki duvardan bir ses geldi.

Ses tanıdık değildi ama kurduğu cümleler arasında geçen tanıdık bir isim dikkatimi çekmişti. Başımı kaldırıp köşedeki televizyona baktığımda sabah haberlerinin başladığını gördüm, alt yazıdaki tanıdık isim gözüme çarptığı anda kalbimin teklediğini hissettim.

“GÖKTAY HAVACILIK’IN VARİSİ DEVRİM ALİ YÖNER BİRAZDAN ÖNEMLİ BİR BASIN AÇIKLAMASI YAPACAK...”

Ekranda bir kalabalık vardı, gözlerim telaşla ekranı tararken kalabalığın tam önünde onu görebilmiştim, Devrim’i...

Bir otel lobisi ya da bir basın salonuydu burası. Flaşlar patlıyor, mikrofonlar uzatılıyordu, Devrim ise önündeki kağıtlara bakıyor, hazırlanıyor gibi görünüyordu. Ellerim buz kesilirken spikerin sesi duyuldu.

“Evet sayın seyirciler... Ülkemizin en önemli değerlerinden GÖKTAY Havacılık’ın CEO’su Devrim Ali Yöner bu sabah aldıkları önemli bir savaş filosu siparişiyle ilgili bir basın açıklaması yapacağını duyurdu. Biz de şimdi mikrofonlarımızı kendilerine çevirdik, bekliyoruz...”

Kahve fincanını tutan parmaklarımı hissetmiyordum. Kollarımda hissettiğim ürperti hissiyle fincanı masaya bıraktım ve başımı çevirip garsona seslendim.

“Pardon,” dedim, “Biraz sesini açabilir misiniz?”

“Tabi efendim.”

Ekrandaki tanıdık yüz önündeki kağıtlara bakıp hazırlanırken her şeyi muntazamdı. Kahverengi saçları, siyah takım elbisesi, kravatı, bastırılmış öfkesini gizleyen o her zamanki sakin tavrı ve o alışıldık bakışları... Her şeyi yerli yerindeydi.

Ona bakarken bir anlığına nefes almayı unuttuğumu fark ettim. O hareket ettikçe açılan boynundan görünen piyon dövmesi gözüme çarpıp duruyor, bana her seferinde kendisini hatırlatıyordu. Ne kadar uzağa gitmeye çalışırsam çalışayım, kader her defasında beni aynı yöne çeviriyordu.

Televizyonun alt yazısında büyük harflerle şunlar geçiyordu,

“GÖKTAY HAVACILIK CEO’SU DEVRİM ALİ YÖNER AZ SONRA KONUŞACAK...”

Herkes sessiz bir telaş içinde basın açıklamasını beklerken kendimi rahatlatmaya çalışıyordum. Spikerin bu basın açıklamasının yalnızca bir satış açıklaması olacağını söylemesi her şeyi normalleştirdiğinde biraz olsun rahatlamıştım. Onu ekranda gördüğüm ilk an aklıma gelen tek şey babasının vefat haberini verecek olmasıydı ama neyse ki böyle bir şey yoktu belli ki.

Ben sakinleşmeye çalışırken kameralar Devrim’e odaklandı ve o an Devrim başını hafifçe kaldırdı. Bakışları bir anlığına sanki doğrudan bana dönmüş gibiydi. Saçmalık, biliyorum… ama sanki bakışları bir kameraya değil de doğrudan bana, gözlerime bakıyor gibiydi.

Ben buradaydım. O oradaydı. Ama o aramızdaki bunca engele rağmen doğrudan benim gözlerime bakıyor ve bana “Ben buradayım.” diyor gibiydi.

“Sayın basın mensupları...” diye söze girdi Devrim, sandalyemi o yöne doğru çevirip onu dinlemeye başladığımda nefesimi tutuyordum.

“Saygıdeğer arkadaşlarım ve çok sevgili izleyenler... Herkese günaydın demek istiyorum öncelikle. Bugün buraya sıradan bir açıklama yapmak için gelmedim aslında. GÖKTAY HAVACILIK bildiğiniz üzere ülkemizin en güzide değerlerinden, ismini göklere altın harflerle yazdırmış bir miras. Sevgili dedem Alihan Göktay’ın önce kızı olan annem ve damadı olan babam Edmon Yöner’e, sonra da biz torunlarına ama en çok da çok sevdiği ülkesine mirası olan GÖKTAY HAVACILIK’ı bu zamana kadar gururla yönettik ve şevkle çalışarak bu günlere getirdik. İsterdim ki karşınıza her daim başarı açıklamalarıyla, güzel haberlerle gelelim fakat ben bugün buraya bir vatandaşlık görevimi yapmaya, taşıdığım vicdani sorumluluğu yerine getirmeye geldim.”

Devrim’in konuşması tahmin ettiğimden bambaşka bir yöne doğru ilerlerken endişeyle kaşlarımı çattım. O konuşmaya devam ederken ellerim masada duran telefonuma gitti ve Deha’ya hızlı bir mesaj yazmaya başladım.

KİME : DEHA YÖNER

“Ne diyor bu? Ne açıklaması? Ne vicdani sorumluluğu?”

Ve Devrim konuşmaya devam ederken Deha’dan cevap aynı hızda geldi.

KİMDEN : DEHA YÖNER

“İnan bana biz de bilmiyoruz. Umarım saçmalamaz.”

Telefon ekranını kapatıp endişeyle ekrana döndüğümde Devrim elindeki kağıtları derin bir nefes alarak düzeltti ve kenara itip başını kaldırdı. Artık kağıtlara bakmıyordu, artık doğrudan kameralara, yüzleşmek istediği insanlara bakıyordu.

“Bundan kısa bir süre önce, bir iş vesilesiyle görüştüğüm bir yabancıdan bir duyum aldım. Duyduklarımın doğruluğundan emin olana kadar bekledim ve sustum ama olayın görüntüleri elime geçtiğinde konuşma vaktimin geldiğini anladım.”

Kalbim durmak üzereydi. Yüzüm alev alev yanıyordu ve nabzımı vücudumun her yerinde hissediyordum adeta.

“Güvenliğini sağlamak için gece gündüz çalıştığımız ülke sınırlarımızın içinde bundan aylar önce bir cinayet işlendi. Önemli bir şahsın, Amerikalı bir diplomatın cinayeti. Mark Benson’ın.”

“Hayır, hayır...” diye fısıldadım kendi kendime, “Hayır Devrim, hayır...”

İşte o an gözlerimin karardığını hissettim. Ellerim, kollarım, hatta bacaklarım bile uyuşmuştu. Devrim’in ağzından kendinden emin bir şekilde dökülen her bir kelime beni dehşete düşürürken o konuşmaya devam ediyordu.

“Uzun zamandır bütün dünya ülkelerinde faili aranan bu cinayetin suçlusu...” dedi ve duraksamadan, kendinden emin bir şekilde, net bir sesle konuştu.

“Rus Mafya Örgütü lideri Dimitri Vetrov’dur. Elimde olayın işlenme anına dair görüntüler mevcuttur ve-”

Ve o an her şey ama her şey o kadar hızla karıştı ki sandalyemi itip ayağa kalktığımın bile farkında değildim. Devrim’in ağzından çıkan kelimeler bana asıl dehşeti yaşatan şey değildi. Bana asıl dehşeti yaşatan şey sonrasıydı, sonrası cehennemdi...

Ne olduğu bile anlaşılmadı önce, bütün kameralar birbirlerine girmişlerdi, insanlar bağırıyor, çığlıklar kulaklarımı dolduruyordu ama net bir şekilde gördüğüme emin olduğum tek bir şey vardı tüm o karmaşanın ortasında.

Devrim’in hiç yıkılmazmış gibi görünen bedeninin yere yığılışı...

“Vuruldu mu?” diyordu bir ses, “Ne oldu? BİRİSİ VURDU MU ONU?”

“Ambulans çağırın!” diyordu bir başka ses, “Eğilin! Herkes yere eğilsin!”

Restoranın ortasında, televizyonun karşısında öylece ayakta kalakalmıştım. Hayatımı kurtaran adamın, aldığım nefesi borçlu olduğum adamın beyaz gömleğinin kanlar içinde kalışını canlı canlı izlemiştim az önce.

Hiç yıkılmazmış gibi görünen o güçlü adam yere yığılıp kalmıştı gözlerimin önünde. Titriyordum, nefes almaya çalışıyor ama yapamıyordum. Çalışanlar etrafımı sardığında söyleyebildiğim tek şey onun ismiydi, ötesi değil...

“Devrim...” diye sayıklıyordum yalnızca, “Devrim...”

Etrafımdaki her şey kararırken ben mi gözlerimi kapatmıştım yoksa dünya mı kararmıştı bilmiyordum. Dünyam başıma yıkılmıştı önce, sonra üzerime yıkılan her yığınla birlikte alev alev yanmıştım ben de.

Dün gece dinlerken uyuyakaldığım o şarkının ismi, sözleri, Devrim’in gözleri ve elleri, hepsi aklımdaydı. Kırık hevesler, kayıp dilekler, sahte bir uçurtma ve yalan özgürlükler... Hepsi benimleydi kaldığım yığınların altında, hepsi içimdeydi ve hepsi alev alevdi şimdi.

-

 

23.BÖLÜM : ÖZGÜRLÜK SAHNESİ.

(ELİZ’İN ANLATIMIYLA)

Gözlerimi açtığımda tavanda asılı duran lambanın etrafında bir hale vardı, ışık uğulduyordu sanki. Sesler uğulduyordu, bilincim uğulduyordu. Bir an nerede olduğumu hatırlayamadım, burnuma yoğun bir kolonya kokusu geldi önce, bileğimin içini sıkıştıran bir şeyin baskısını hissettim. Sonra görüntüler yerine oturdu, lobinin geniş alanı, kahverengi koltuklar, mermer zemine düşen ışık, önümde eğilmiş bir yüz… otel kıyafeti giyen genç bir kadın, elinde tansiyon aleti, diğer yanında su bardağı.

“Hanımefendi beni duyuyor musunuz?” dedi kadın, sesi uzaktan geliyordu, sanki suyun altındaydık da benimle suya rağmen konuşmaya çalışıyordu, “Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

“Başım…” dedim, cümlemi tamamlayamadım.

Dilim damağıma yapışmış gibiydi. Boğazım yanıyordu, kulaklarım uğulduyordu ve göğsüm giderek daralıyordu sanki.

“Birazdan geçer,” dedi yanımdaki başka biri, otelin resepsiyonisti olmalıydı bu, sesini sakin tutmaya çalışıyordu, “Tansiyonunuz biraz düşük çıktı, kolonya koklattık, su içirdik, ambulans da yolda... Panik yok.”

Panik yok muydu gerçekten? Peki kafamın içindeki bu siren sesleri de neyin nesiydi? Peki etrafımdaki karmaşa, tüm bu olup bitenler neyin nesiydi? Koridordan koşarak geçen bir görevli, resepsiyonun arkasında telaşla birilerine bir şey anlatan başka bir görevli, televizyonun kısılmış sesi… Kısılmıştı ama yine de duyuluyordu o ses, haber spikerinin o endişeli ses tonu kalbimi olduğu yerden çekip yeniden hızlandırmaya yetiyordu.

“Televizyonu…” dedim, dudaklarım zar zor kıpırdadı, “Sesi... açın…”

Kadın su bardağını ağzıma yaklaştırdı.

“Önce biraz su için,” dedi.

Titreyen parmaklarımı bardağın etrafında toplayabildiğimde küçük bir yudum alabildim. Su boğazımdan aşağı inerken midem aniden kasılınca derin bir nefes aldım, gözlerimi kapatıp kusmamaya çalıştım ve yutkundum.

“Öldü mü?” diye sordum titreyen sesimle.

“Kim?” dedi resepsiyonist.

Başımla televizyonu göstermeye çalıştım dolu gözlerle.

“Vurulan adam...” dedim.

“Tanıyor musunuz onu?”

Acı içinde yutkundum.

“Eski bir arkadaşım.” diyebildim yalnızca.

Resepsiyonist elini uzatıp destek olmak istercesine koluma dokundu.

“Hiçbir şey söylemediler,” dedi, “Yayını anında kestiler.”

Başımı sallarken gözlerimde biriken gözyaşlarım yanaklarıma doğru süzülmeye başladı.

“Ne kadar baygın kaldım?” diye sordum zar zor.

“Birkaç dakika.” dedi resepsiyonist, “Hemen yanınıza gelip sizi buraya taşıdık, ambulans da yoldadır.”

“Hayır,” dedim hızlıca, “Ambulansa gerek yok. Sadece… başım döndü.”

Dizlerimi kendime çekmeye çalıştım, koltukta doğrulurken tansiyon aletinin cızırtılı sesi durdu. Bileğimi saran manşon boşalırken bıraktığı iz acıtmıyordu ama içimde başka bir yer sızlıyordu.

Devrim’in düşüş anı gözümün önünden tekrar tekrar geçiyordu, mikrofonların arasından geçen gölgeler, bağıran sesler, kameranın sallanışı ve o bembeyaz gömleğin üzerine hızla yayılan kırmızı.

“İyiyim,” dedim kendime söyler gibi, “İyiyim, geçecek.”

Görevli kadın tereddütle bana baktı.

“Başınızın altına bir yastık koyalım mı?” diye sordu.

“Hayır,” dedim, “Ben zaten... Zaten çıkıp hava alacağım...”

Sol elimi alnıma götürdüm, avuç içimin ısısıyla başımın içindeki uğultuyu bastırmaya çalıştım çünkü toparlanıp ayağa kalkmaktan başka çarem yoktu, gerekirse bunun için kafamı duvara bile vurabilirdim.

Derin bir nefes aldım. Bir daha ve bir daha. Nefes aldıkça kalbimin atışlarını daha net duymaya başladım, sanki odanın geri kalanındaki bütün sesler uzaklaşıyor, kalbimin tok sesi yaklaşıyordu bana.

“Bir bardak daha su alabilir miyim?” dedim.

Yanımdaki görevli kadın başını sallayıp uzaklaştığı sırada resepsiyonistin de benim de gözlerimiz televizyon ekranındaydı ama ekranda Devrim’den değil, diplomatın cinayetinden bahsediliyordu.

Ekranda Devrim’e dair tek şey altta yer alan kırmızı bant yazısıydı : “GÖKTAY HAVACILIK CEO’SUNA SALDIRI! Detaylar Az Sonra...”

“İsterseniz kapattıralım.” dedi resepsiyonist, “Kötü haber gelirse eğer...”

“Hayır,” dedim aceleyle, “Hayır, kalsın.” Sesim çatallı çıkıyordu, boğazımı temizleyip toparlanmaya çalıştım.

“Ben zaten dediğim gibi, hava almaya çıksam iyi olacak...”

Bacaklarımı koltuğun kenarına doğru uzattım, ayakkabılarımın tabanı mermeri tattığında bedenim yer çekimini hatırladı ve başım döner gibi oldu.

“Suyunuz geliyordu.” dedi resepsiyonist.

“Teşekkür ederim ama dışarıda içerim, bir an önce hava alsam iyi olacak...”

Apar topar dışarı adım attığımda elimde yalnızca telefonum vardı. Otelden çıkar çıkmaz gözüme çarpan ilk şey aynı arabanın içinde beni izleyen dört takım elbiseli adam oldu.  

Gözlerimin içinden sıyrılmak için birbirleriyle yarışan gözyaşı damlaları görüşümü engellerken bir yandan nefes almaya çalışıyor bir yandan da telefonumun rehberindeki isimler arasında Deha’nın adını arıyordum.

Telefonu kulağıma dayadığımda telefon ağır ağır çalarken Devrim’in konuşması başımı döndürürcesine dönüp duruyordu zihnimde.

“Vatandaşlık görevim,” diyordu, “Vicdani sorumluluğum.” Zihnimin içinde doğrudan kameraya, doğrudan bana bakıyordu gözleri, ve ekliyordu, “Amerikalı diplomat cinayetinin suçlusu Dimitri Vetrov’dur.”

Telefon uzun çalışların ardından açıldığında Deha’nın nefes alış verişlerini duyuyordum sadece. Soru sormaya da korkuyordum, cevap almaya da.

“Yaşıyor mu?” diyebildim yalnızca.

Ama aldığım cevap hiç beklemediğim bir cevaptı.

Ne evet diyordu Deha, ne de hayır.

“Bilmiyoruz.” Sesi titriyordu.

“Bilmiyoruz ne demek Deha? Ambulansta mı? Hastanede mi? Nerede?”

“Bilmiyoruz.” dedi Deha bir kez daha aynı çaresizlik içinde.

“Ne demek bilmiyoruz? Devrim nerede Deha!”

Deha aynı buhran dolu sesle, aynı bitkin tonda cevapladı beni ve cevabı yine aynıydı üçüncü defa...

“Bilmiyoruz Eliz.” dedi acı içinde, “Ağabeyim ortada yok.”

Bu, Devrim’in vurulduğu anı canlı yayında görmekle eşdeğer bir şoktu benim için. Ne demekti bu? Ne demek ortada yoktu?

“Ö-Ömer...” dedim, “Ömer nerede? Onun yanındadır belki! Ömer alıp hastaneye götürmüş olabilir mi?”

“Değil.” dedi Deha, “Salon çok kalabalıktı, ortalık bir anda karıştı! Dimitri’nin adamları mı alıp götürdü bilmiyoruz Allah kahretsin bilmiyoruz!”

Tam önümdeki kaldırıma doğru eğildim. Titreyen bacaklarıma rağmen zar zor kaldırıma oturdum ve nefes almayı denedim.

“Deha...” dedim konuşmaya çalışarak, “Bana yerinizi söyle. Yanınıza gelmek istiyorum. Lütfen.”

“Bu senin için iyi olmaz Eliz...”

“Deha yerinizi söyle!”

Telefonda kısa bir sessizlik olduğu an Deha’nın sessiz hıçkırıkları duyuldu. Ağlıyordu. O orada, ben burada... Birlikte ağlıyorduk.

“Lütfen...” dedim yalvaran bir sesle, “Yanınızda olmak istiyorum. Lütfen...”

“Dünya ticaret merkezi binasının otoparkındayız...” dedi Deha pes ederek, “Adamlara söyle, seni getirsinler.”

Başımı salladım, burnumu çektim ve zar zor ayağa kalktım.

“Geliyorum,” dedim titreyen sesimle, “Hemen.”

Ve yalnızca bir dakika sonra kendimi yine o arabanın arka koltuğunda, iri yarı iki takım elbiseli adamın yanında otururken buldum. Gözlerimdeki yaşlar kontrolsüzce akarken adamların gerginliği de yüzlerinden okunuyordu. Dünya ticaret merkezinin otoparkına ulaştığımızda Deha ve Demir’i etraflarındaki birkaç adamın arasında arabalarına yaslanmış halde beklerken gördüm.

“Deha!” dedim arabadan hıçkırarak indiğimde, “Demir!”

Mahvolmuşlardı. Yüzleri bembeyazdı ama gözleri kan çanağına dönmüştü. İkisine aynı anda sarıldığımda hıçkırıklarımız birbirine karıştı adeta.

“Haber yok mu?” diye sordum onlardan gözyaşları içinde ayrılırken.

Demir resmen titriyordu, Deha ise benden ayrılır ayrılmaz tekrar arabasına yaslandı ve başını salladı.

“Ömer her yeri aratıyor,” dedi Demir, “Binanın tüm giriş ve çıkışları kapandı.”

“Peki kim?” diye mırıldandım burnumu çekerek, “Tetiği çeken kim? Buldular mı onu?”

“Biraz daha bulamazlarsa çıkıp tek tek herkesi ben sorgulayacağım.” dedi Demir öfkeyle.

“Her şey daha çok yeni.” diye söze girdi Deha bitkin bir sesle.

“Siktir Deha.” dedi Demir, “Ağabeyimiz yok ortada! Onu vuran şerefsiz de yok! İster on dakika olmuş olsun ister bir dakika!”

“Tamam...” dedim, “Birbirinizi de yıpratmayın böyle. En çok sizin soğukkanlı olmanız lazım, en çok sizin dağılmamanız lazım!”

“Bunu nasıl öngöremedik ya?” diye sayıklıyordu Demir, “Nasıl ya?”

“Size ne söyledi?” dedim endişeyle, “Bugün ne açıklayacağını söyledi?”

“Yalan söyledi işte...” dedi Deha, “Yeni filonun satışıyla ilgili basın açıklaması yapacağım dedi hepimize. Yoksa izin verir miydik?”

“Niye yaptı bunu peki?” dedim gözyaşları içinde, “Neden?”

İkisi de sustu. Bir şeyler söylemek istiyor ama susmak zorunda hissediyor gibilerdi.

“Söyleyin,” dedim, “Beni kıracak bir şey söyleyecekseniz de söyleyin...”

“Biliyorsun Eliz.” dedi Demir, “Senin başına gelenlerden kendisini sorumlu tutuyordu... Seni özgürleştirmek için yaptı bunu. Her şeyi kendi üstüne aldı.”

“Benim başıma gelenlerin...” dedim gözyaşları içinde, “Ağabeyinle ne alakası var ki? Her şey bir tesadüftü! Aksine, o benim hayatımı kurtardı!”

Deha ve Demir’in kısa bir bakışmasını yakaladım o an. Deha gözlerini devirerek söze girdi.

“Şimdi bunların sırası değil,” dedi Deha, “Sizce de daha önemli bir meselemiz yok mu?”

Deha konuşurken arkadan gelen tanıdık sesi duyar duymaz oraya döndüm. Ömer’in kıpkırmızı olmuş ve ter içinde kalmış yüzü bana döndüğünde ona korkuyla baktım. Ağzından çıkacak kötü bir haberi duymaktan korkuyordum.

“Yok.” dedi Ömer yalnızca, sadece tek bir kelime, “Yok.”

“Ne demek yok abi?” Deha öfkeyle yaslandığı yerden doğruldu, “Ne oldu yok mu oldu, buharlaştı mı ağabeyim bir anda? Ne demek yok? Ulan var ya!” dedi sesini yükselterek, “Her kimden çıkarsa bu, ağabeyim geri geldiğinde hayatınızı öyle bir...” derken Ömer sözünü kesti.

“Arabaya geçin.” dedi,  “Burada kalmamızın bir anlamı kalmadı.”

“Ne demek anlamı kalmadı Ömer?” dedi Demir öfkeyle.

“Yok işte!” dedi Ömer aynı öfkeyle, “Burada yok! Gidip başka çareler arayacağız! Binin dedim arabaya! Eliz, sen de.”

Ömer’i hiç bu kadar öfkeli görmemiştim, o şoför koltuğuna geçerken Demir yanına, Deha ve ben ise arka koltuğa geçtik. İçimde hissettiğim çaresizlik her geçen dakika daha da artıyordu.

Arabaya bindiğimizde ilk duyduğum ses motorun gürültüsü değil, Ömer’in hırıltılı nefesiydi. Direksiyonu o kadar sıkı tutuyordu ki eklemlerinin üzerindeki damarlar belirginleşmişti. Yağmur yeni durmuştu ama camlardan süzülen damlalar içimdeki hüznü büyütüyordu. İçerideki sessizlik o kadar ağırdı ki nefes almaya bile korkuyordum.

Demir’in elleri titriyordu. Başını cama dayamış, gözlerini kapatmıştı. Yanımda oturan Deha’nın ise telefonu elindeydi ve ekranı sürekli yanıp sönüyordu. Her seferinde birisi arıyor, her seferinde aynı şey oluyordu, Deha aramaya bakıyor, dişlerinin arasından söyleniyor, sonra reddediyordu.

“Anne,” dedi sonunda, sesi kısık bir öfkeyle, “Yeter artık. Bir haber olursa arayacağım dedim sana!”

Kafasını cama yaslayıp telefonu kapattıktan sonra sessize aldı ve elini alnına koydu.

“Ne diyeyim ben şimdi onlara? Ne diyeyim? ‘Evet, ağabeyim vuruldu ama ortada yok. Belki ölü belki diri, biz de bilmiyoruz.” mu diyeyim?”

Kimse cevap veremedi, susmaktan başka çaremiz yoktu.  

Ömer bir yandan yola bakıyor, bir yandan da kulaklığını takmış telefondan emirler yağdırıyordu.

“Aracın plakasını bulan yok mu hala?” diyordu, “Adam elinde silahla nasıl giriyor içeri, nasıl!”

“Hayır, o çıkıştan değil, kuzey kapısından geçmiş olabilir.”

“Sinyal bulunsun dedim, sinyal! Uydudan bulun!”

Sesindeki öfke, çaresizliğin kamuflajıydı.

Deha başını ellerinin arasına aldığında onu gözyaşları içinde izliyordum. Elimi uzatıp sırtına dokundum ve dudaklarımı birbirlerine bastırıp ona teselli olmaya çalıştım.

Trafik ışıkları birer birer geçiyordu, her ışık arkamızda kalan bir ihtimal gibiydi. Camda kendi yansımamla göz göze geldiğimde yüzümdeki ifade bana ilk defa bu kadar tanıdık geliyordu çünkü yüzüm acı doluydu.

“Ne kadar daha dayanacağız böyle?” dedi Demir bir anda, kimseye özel olarak değil, evrene sormuş gibiydi, “Ağabeyim de ağabeyimi vuran şerefsiz de buhar olup uçtu mu yani? Her yerde kameralar vardı ya, her yerde!”

“Dayanacağız,” dedi Ömer yoldan gözünü ayırmadan, “Bulacağız onu.”

“Ya bulamazsak?”

“Bulacağız dedim Demir!”

Ömer’in sesi önce arabada yankılandı ve sonra yerini sessizliğe bıraktı. Yine o sessizlik. Yine o dipsiz kuyu. Telefonum elimdeydi ama açmaya korkuyordum. Her an kötü bir haber gelebilirdi, bir cümle, bir kelime, bir nefes bile her şeyi bitirebilirdi. Ekrana baktım, ne arama vardı ne mesaj. Yine de bekledim, insan bazen hiçbir şey duymamak için bile sessizliği dinliyordu işte. Sessizliği dinledim...

Deha yanımda oturmuş camdan dışarıya bakarken gözleri kıpkırmızıydı.

“Ölse hissederdik... Değil mi?” dedi gözyaşları içinde, “Kardeşiz sonuçta. Hissederdik, değil mi Eliz?”

Hıçkırıklarımı bastırmaya çalışarak başımı salladım.

“Hissederdiniz...” dedim ağzımdan zar zor çıkan bir fısıltıyla.

Elim Deha’nın sırtını sıvazlarken, Devrim’in sesi hala kulağımdaydı. Gözlerimi kapattığım her an “Vicdani sorumluluğum.” diyordu zihnimde.

Ağlamaya devam etmek istiyordu ruhum ama gözyaşlarım tükenmek üzereydi. Her şeye rağmen kapattım gözlerimi, kafamın içinde belirecek tüm görüntülere rağmen, tüm seslere rağmen kapattım.

“Sevgilim Devrim.” diyen o şarkıyı anımsadım bir kez daha ama sözlerini “Sevgili Devrim...” diye değiştirerek mırıldandım ben içimden, “Sevgili Devrim...”

Nereye gittiğimizi bile sorgulamıyordum. Ömer bir yandan telefonda konuşuyor, bağırıp çağırıyor, bir yandan da rotamızı değiştirip duruyordu. Demir ve Deha telefonlarına gelen aramaların üçünü açmasa birini açıyor, yardımı dokunabilecek birilerini bilgi vermek için kendilerine gelmeye çalışıyorlardı.

Elim her zamanki gibi boynumdaki at nalı kolyeme gitti. İnce sarı fularım topladığım saçlarıma bağlıydı. İçimdeki acı saçlarımı sıkan sarı fularım kadar sıkıyordu ruhumu.

“Lütfen iyi ol Devrim.” diyordum içimden, “Lütfen iyi ol.”

Ömer’in telefonu sustuğunda şehir de susmuş gibiydi. Yarım saat boyunca kimse tek kelime etmedi. Ne Demir’in dudaklarından bir sözcük döküldü ne Deha’nın öfkesi taşıp sessizliği deldi. Yalnızca motor sesi, tekerleklerin yağmurlu yoldaki sürtünmesi ve Ömer’in derin nefesleri.

Başımı cama yaslamıştım, gözyaşlarım bir diniyor bir tekrar canlanıyordu. Dışarıda neon tabelalar sırayla geçiyor, her biri birer anı gibi geride kalıp kayboluyordu. İçimdeki boşluk geçen her dakikayla birlikte büyüyordu çünkü sessizlik giderek ağırlaşıyordu. Devrim’den hiçbir haber yoktu.

Ne dua edebiliyordum, ne de düşünmek işe yarıyordu. Yalnızca “Yaşıyor olmalı ya!” diyordum içimden, “Yaşıyor olmalı!” Aynı cümle defalarca, sessizce dönüp duruyordu kafamın içinde.

Yanaklarımda kurumaya başlayan gözyaşlarımı elimin arkasıyla sildiğimde araba birden yavaşladı. Tam o an Ömer direksiyonu sağa kırıp yan yola girdiğinde asfalt yolun yerine çamurlu, dar bir patika çıktı karşımıza.

“Burada ne işimiz var abi?” dedi Deha merakla.

Ömer cevap vermedi. Girdiğimiz patika yol o kadar sisliydi ki bir anda karanlık çökmüş gibiydi. Farların ışığı sisli yolda beton bir yapıyı aydınlattığında harabe gibi, geniş, paslı kapıları olan bir depo çıktı karşımıza.

“Ömer neresi burası?” diye sordu Demir.

“Ömer?” dedi Demir cevap gelmeyince bir kez daha, “Neden durduk burada?”

Ömer motoru kapattı ve başıyla karşımızdaki depoyu işaret etti.

“İnin çocuklar,” dedi, “Takip edin beni.”

Arabadan sessizce indiğimde şehir merkezinden fazlasıyla uzaklaştığımızı, sisli bir tepeye çıktığımızı fark ettim.

Üçümüz birbirimize baktık. Gözlerimizde aynı soru vardı ama üçümüzden de ses çıkmadı. Demir başıyla aralarına geçmemi işaret ettiği an yürüdüğümüz yolda Deha ile Demir’in arasına geçtim. Ömer depo kapısının kilidini çevirdiğinde endişeli gözlerle onu izliyorduk.

İçeri ilk adımı o attı, sonra biz. Hepimiz Ömer’e o kadar çok güveniyorduk ki söylediği hiçbir şeyi sorgulamıyorduk.

“Neresi abi burası ya!” dedi Deha bir kez daha, bu sefer fısıltıyla, “Söyle de tetikte olmamız gerekip gerekmediğini bilelim!”

“Sessiz olun da beni takip edin.” dedi Ömer yalnızca.

Ayak seslerimiz deponun içinde yankılanıyordu, içerisi karanlıktı ama tavandaki birkaç floresan titreyerek yanıyordu. Buradan bakıldığında burası bomboş, terk edilmiş bir depo gibi görünüyordu ama ileride deponun kapalı bir kısmı daha vardı. Yani deponun içinde bir depo daha var gibiydi. Havada değişik bir koku vardı. Toz kokusu, metal kokusu, ilaç kokusu… garip bir karışımdı bu.

Ömer’in peşinden birkaç adım attığımız sırada kalbim sanki kaburgalarımı yumrukluyordu içeriden. Ömer deponun içindeki kapıyı açtığında tereddütle ilerledim peşlerinden ve içeriye adım attığım anda karşımda gördüğüm manzara beni olduğum yerde donduracak kadar şok ediciydi.

Önce eskilerden tanıdık bir yüz girdi görüş alanıma, beni bambaşka günlere, bambaşka hislere götüren bir yüz.

“Oya Abla!” dedim şaşkınlıkla ve hemen sonra onu gördüm.

Koluna takılı bir serum, sargı beziyle sarılı göğsüne çekilmiş beyaz bir örtü...

Devrim buradaydı.

Burada, tam karşımdaki yatakta yatmış bitkin gözlerle bana bakıyordu.

“Ağabey!” dediğini duydum Deha’nın arkamdan koşar adım ayrılırken.

“Uzun zaman oldu.” diyerek hüzünle gülümsedi Doktor Oya bana doğru.

Önce histerik bir ağlamayla Oya Abla’ya sarıldım ve kelimeler hıçkırıklar gibi döküldü dudaklarımdan.

“Yaşıyor mu?” dedim ve kendi kendimi yanıtladım anında, “Yaşıyor!”

“Yaşıyor tabi,” dedi Oya Abla, “Biz daha ölmedik! Yaşayacak tabi!”

Sonra titreyen adımlarla Deha ve Demir’in peşinden ilerledim Devrim’in başına doğru. Biri bir elini tutmuş, diğeri diğer elini tutmuş soru yağmuruna tutuyorlardı ağabeylerini. Neden yaptın, nasıl yaptın, niye söylemedin, onlarca soru... Devrim’in gözleri ise onların değil, başka birinin üzerindeydi, benim... Söylemek istediği bir şey olduğu her halinden belliydi. Ona dolu gözlerle minnet dolu bir bakış attığımda bana belli belirsiz gülümser gibi oldu ve dudakları halsizce aralandı.

“Sana...” dedi, “Yapabileceklerimin sınırını henüz gelmediğimi söylemiştim.”

Hüzünle gülümsedim ona.

Adı misafirlik olan bir tutsaklığın içindeydim aylardır, ne zaman özgür kaldığımı sansam sahte bir özgürlüğün içinde bulmuştum kendimi. Uçurduğum uçurtma bile sahteydi benim, özgürlüğüm nasıl gerçek olabilirdi ki? Ama Devrim bana gerçek bir özgürlük sahnesi sunmak istemişti. Artık ortada korkup saklanmam gereken bir sır yoktu, Dimitri Vetrov’un işlediği suçu bilen tek kişi ben değildim artık.

Bunu niye yapmıştı, ben Devrim’in neden bu kadar umurundaydım, bana karşı hissettiği vicdani sorumluluk nereden geliyordu bilmiyordum ama her şeyi göze almıştı bana özgürlüğümü geri verebilmek için ve ben bunu asla unutmayacaktım.

Beni evine almıştı, hayatına almıştı, benim için kurşun yemişti Devrim Ali Yöner, dünyayı benim için karşısına almıştı. Onu yanımda istememe sebebim de buydu oysa, dünyayı karşısına almasını istemiyordum, benim yüzümden zarar görmesini istemiyordum ama artık bazı şeyler için çok geçti. Biz artık onunla aynı safta, yan yanaydık.

Düşman onun veya benim değildi artık, düşman bizim düşmanımızdı.

Tekrar merhaba canım aşklarımmmm, ben şimdi heyecanla bölüm yorumlarınızı okumaya geçiyorum. :')
Umarım tatiliniz çok güzel geçiyordur bu arada ve şimdiden tüm yorumlarınız için teşekkür ederim. ^^

Ve arada sırada MİSAFİR için bir içerik yarışması yapıyorum biliyorsunuzdur. En son TIKTOK'tan yapınca hem Instagram'dan hem de Youtube'tan çok istek geldi bu sebeple bu sefer 3 platform için de ayrı ayrı yarışmalar yapmaya karar verdim. Her platformda 5 kişi kazanacak yani toplam 15 kazanan olacak. Aşağıda detayları paylaşıyorum, bol şans dilerimmm!

BİRİNCİ YARIŞMA - TIKTOK!

İKİNCİ YARIŞMA - INSTAGRAM!

‍ÜÇÜNCÜ YARIŞMA - YOUTUBE SHORTS!